Gündem

Arat Dink: Bu ne perhiz Sayın Davutoğlu

Arat Dink, Davutoğlu'nun “Ermeniler bizim de diasporamız” demesini, Hrant Dink’in ülkede uyandırmaya çalıştığı duygunun özeti olduğunu belirtirtti.

15 Ocak 2011 02:00

T24 - Taraf gazetesi yazarı ve Hrant Dink'in oğlu Arat Dink, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun “Ermeniler bizim de diasporamız” demesini, Hrant Dink’in ülkede uyandırmaya çalıştığı duygunun özeti olduğunu belirtirken, sonrasında söyledikleri için "'Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu' dedirtecek türdendi" dedi.

Arat Dink'in Taraf gazetesinde "Bu ne perhiz Sayın Davutoğlu" başlığıyla yayımlanan (15 Ocak 2011) yazısı şöyle:


Bu ne perhiz Sayın Davutoğlu

“Ermenistan’la protokoller meselesinde süreç daha iyi işletilebilirdi. Soykırım tasarısı meselesinde diplomatlarımıza “Artık düşman diaspora anlayışı yok” mesajını ilettim. Bu topraklardan gitmiş insanlar bizim de diasporamızdır. Ama milletimize “soykırım yaptı” dedirtmeyiz. Almanlara haklı olarak bu psikolojik eziklik yüklendi. Sadece Ermenilerin burada toprakları ve malları yok. Osmanlı coğrafyasında vatandaşlarımızın da bıraktıkları malları ve toprakları var.” Dışişleri Bakanı A.D. (Taraf 26.12.2010)

Eski yılın son hafta sonu Dışişleri Bakanı, bir grup gazeteciyle biraraya gelerek geride bırakılan yılın değerlendirmesini yapmış. Yukarıdaki bölüm, o toplantıda Bakan’ın “Ermeni meselesi” üzerine söylediklerinden Taraf’ta aktarılanlar. Diğer gazetelerde daha çok “Ermeniler bizim de diasporamız” bölümü ile haber yapıldı (gözden kaçırmış olduklarım da olabilir).

Tahmininiz üzere, “Ama...” dan sonraki bölümle ilgili sıkıntılarım var, onu arz edeceğim. Yanlış anlamayın, bu sözlerde canımı sıkan şey, sözlerde açıkça görülen mantıksızlık veya tutarsızlık değil. Asıl derdim o mantıksızlığın ve tutarsızlığın “yeni cümleler”i kirletiyor oluşu. Zira “Ama”dan önceki bölümün yeni cümleleri ve açılımı, “ama” ile başlayan bölümün de “eski”yi ve resmi tezi temsil ettiği çok açık.

Bu yeni ile bu eskinin birarada bulunması o “yeni cümleler”de umudunu arayan insanları kuşkusuz rahatsız eder. Çünkü, altı doldurulmadıkça, söylemini kurmadıkça o “yeni cümleler” tüm açılımlardaki gibi kof birer reklam kampanyasına dönüşmeye başlar. Beni kızdıran şey de işte bu. Aslında çok kıymetli olan bir sözün böyle hoyratça kullanılması. “Ermeniler bizim de diasporamız” yaklaşımı babam Hrant Dink’in uzun yıllar bu ülkede uyandırmaya çalıştığı bir duygunun özeti iken, iki cümle sonra tüketmek üzere bu şekilde sömürülmesi.

Önce “Ermeniler de bizim” diyeceksin. Sonra “sadece Ermenilerin burada toprakları ve malları yok, bizim vatandaşlarımızın da Osmanlı coğrafyasında bıraktıkları mallar var” diyebileceksin. Bu “biz”lerin “onlar”ın birbirine geçtiği cümlelere kimse kalkıp da “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” demeyecek. Bu saçmalığı dikkatlerden kaçırmak için, herhalde “aşağılık kompleksi” şırınga edilmiş bir mahallenin “yükselen yıldızı” olmak gerekir.

Nerede, kimde ne “hakkın” kalmışsa git iste. “Alacak verecek kalmadı” mı demek istiyorsun? “Alacak varsa verecek de var” mı demek istiyorsun? “Ermenilerin hakkı”nı, başka yerlerdeki “kendi” hakkına karşı teraziye koyma cesaretini nereden alıyorsun? Dinleyicilerinin “öyle” dinlemeyeceğine duyduğun güvenden mi? “Öteki”lerin hep bir olması mı sana bu cümleleri böyle rahat kurdurtan? O “Osmanlı coğrafyası”nın şimdiki sahipleri de, “Ermeniler” de hepsi “bir” mi? Yabancılara verdiğini, Ermenilerden aldığına mı saydın?

“Adil hafıza” derkenki muradı zaten anlamıştık. Adalete susamış bir halkın kulağında “adil” tınlamak için, “onların varsa bizim de var” gibi “sahte dengeler”le bezeli cümleler kullanan bu gözbağcılığı, bu hokkabazlığı biliyoruz. Egemenin dilini nerede duysak tanırız. O dili sahiplenip sahiplenmemek herkesin kendi bileceği iş. O dili sahiplenen egemenden bilinir, ve onunla ona göre konuşulur. Sazı ele sadece bunları söylemek üzere almadık. O halde yüreği dindirip devam edelim. Bakan’ın sözünü boncuklarından arındırıp (ya da tam tersi) kalana bakalım.
 

“Soykırım” demek “Türklüğe” hakaret midir

Hatırlamayacağınız üzere, Agos çalışanları olarak 1915’te yaşananları “soykırım” olarak adlandırdığımız için (daha doğrusu babam öyle adlandırdığı ve biz de bunu haber yaptığımız için) 301. maddenin “Türklüğe hakaret” bölümünden yargılandık. Önce mahkum edildik, Yargıtay’a temyize gidildi. Bu arada 301. madde bir değişiklikle, babamın hüküm giymiş olduğu hale getirilerek, soruşturma açılması Adalet Bakanı’nın iznine bağlandı. Bu değişiklik üzerine Yargıtay yeni durumun gereği için yerel mahkemeye geri gönderdi. Adalet Bakanı bu kez, sanırım ele güne rezil olmamak için izin vermedi. Zira “el” ve “gün” bu kez konuyla ilgili daha duyarlıydı. Biz, soruşturma bitmiş, dava açılmış ve daha önce yerel mahkeme tarafından suçlu bulunmuşken birden bire Adalet Bakanı sayesinde mahkeme salonundan ışınlandık. Bu bir beraat miydi? Biz suçsuz muyduk? Pek anlayamadım.

Şu “milletimize ‘soykırım yaptı’ dedirtmeyiz” lafına gelmek niyetindeyim. “Almanlara haklı olarak bu psikolojik eziklik yüklenmiş”miş. Kim yüklemiş? Ne zaman yüklenmiş? yüklenmesi haklı mıymış? Bu cümleler nasıl böyle kolay kurulur?
 

Suçluyla kavmi arasında bağ kurmak

Soykırım bir “soy”a yönelik yapılır. Bir “soy” tarafından yapılmaz. Bu saçma simetri arayışı da nereden geliyor? Bir yerde bir soykırım yapılmışsa, burada faillerin “soy”uyla ilgili bir durum yoktur, mağdurların “soy”uyla ilgili bir durum söz konusudur. (BM ‘48 sözleşmesindeki “grup” kavramını, daha anlaşılır olmak adına burada “soy” biçiminde kullandığımı söyleme gereğini duydum) Ancak adaleti içinde yeşertmemiş bir zihniyet, faile bakarken onun kavmine dair genelleme üretir. Tıpkı bir zamanlar failin kurbanına bakarken aslında onun kavmini görmesi gibi. Başka bir deyişle; dün mağdurun kimliği, mağdur insanın görülmesine nasıl engel olduysa, benzer bir bakış bugün de failin kimliğini görerek gerçek failin görünmesini engeller. İşte böylece, örtü örttüğünün biçimini alır.

Suçluyla kavmi arasında bağ kurmak insanlık tarihimizin yabancısı değildir. İzleri, kızdığı kulunun zürriyetine ceza kesen Tanrı anlatılarında halen durur. Ancak bir zamanlar doğu toplumları olarak bizim de üretimine dahil olduğumuz hukuk kültürü, bunu yerle bir etmiştir. Ya da öyle zannetmişiz. Oysa bu ilkel hukuk, bir kültür olarak hâlâ yaşıyormuş.

“Kaçınılmaz bir acı gerçek” kıvamında anlatılan şu “kurunun yanında yaşın da yanması” hikayesini hepiniz bir yerlerde duymuşsunuzdur. 1915’te Ermenilerin başına gelenler, egemen tarafından daima, bir grup Ermeni’nin işlediği “suç” yüzünden tüm Ermenilere yönelik zorunlu bir “tedbir” çıkarma anlayışıyla açıklanmaya çalışılmıştır. “Suç”lu ve kimliksel aidiyeti arasındaki bağıntı böyle kurulunca da yaşananların “soykırım” olarak tarif edilmesini “Türklüğe” ya da “millete” hakaret olarak algılamakta “anlaşılmayacak” bir yan yok. Yine örtü örttüğünün biçimini alıyor.


Suç ortaklığına çağrı

Egemen ortaksız iş tutmaz. Halkın bir kısmının kanına başka bir kısmıyla girmeye özen gösterir ki mazlum zalimini şaşırsın. Mümkün olduğunca da bunların yerlerini, sıralarını değiştirir. Bütün yumurtaları aynı sepete koyacak hali yok ya. Bu sayede de herkes bir yerinden kirlendiği için, sessizlik sağlanır, iş tutmak kolaylaşır. En kritik siyasi meselelerden tutun da vergi sistemine kadar hayatın her alanında kendini gösterir bu suç ortaklığı ekosistemi. “Devleti ve milletiyle bölünmez bütünlük” cümlesini sıkça duymamızın altında yatan da bu olsa gerek.

1915 Ermeni Soykırımı’nın, Bakan’ın bu sözlerinde de olduğu gibi, resmi ağızlarca sürekli mal ve toprak meselesine getirilmesinde de bu ortaklığa çağrı kokusunu aldığımı söylemeliyim. Zira kimse cinayeti ve kıyımı paylaşmaya gönüllü olmaz. Ama herkes malı ve toprağı paylaşır ve paylaştık. Dolayısıyla, Ermeni Soykırımı sadece bir insan kıyımı ve kültür kıyımı düzeyinde kaldığında, halkın vicdanını rahatsız etmeyecek bir iki cümle bulmak kuşkusuz daha zordur. Ancak sözü mala ve toprağa getirerek milleti de meseleye ortak etmeniz daha mümkün olur. Ama bu kuşkusuz egemenin elini tutmaz. Meselenin “kırım” kısmıyla ilgili de ortaklığa çağrıda bulunacaktır. Ve bunu da tam da cinayeti ve kıyımı kimsenin paylaşmak istemeyeceği bilgisinden üretecektir.

İşte yine egemen “Milletimize ‘soykırım yaptı’ dedirtmeyiz” diyerek milletine sesleniyor. “Bak sana ‘soykırım yaptı’ diyorlar, biz izin vermiyoruz” diyesi. “Millet”e bir şey diyen kim? “Millet”i niye karıştırıyorsun? Yahudi Soykırımı’ndan bahsederken, “Almanlığa” mı suç buluyorsun? “Alman Milleti”ne mi suç buluyorsun? Bütün bu sorulara cevabı yoktur. “Suçun şahsiliği” gibi bir söz de orada öylece durur. O söz herhalde tek kişilik suçlarla ilgili bir sözdür.

Egemen yine milleti ortaklığa çağırıyor. Tabi egemenliğe değil, suçuna ortak olmaya... Bu ortaklığı reddetmeliyiz. Yine bize ihtiyacı var. Onun bu ihtiyacı reddiyemizin gücünü kuşkusuz arttıracak. Ama eylemin asıl gücü doğruluğundadır. Örtü olmayı reddetmeliyiz. Cansız bir insan bedenini örten örtü, o bedenin şeklini alır. Bir soykırımı örtmek de soykırıma benzer. Örtü örttüğünün biçimini alır. Hele bu kadar inceyse...