Gündem

Bir cezasızlık örneği: Lice dosyası

22 Ekim 1993'te Lice'de ne oldu?

11 Aralık 2018 03:00

Lice’de ne oldu?

Bu soruya asıl yanıt vermesi gerekenler, 90’lı yılların başından itibaren Güneydoğu’da yaşananlarla ilgili açılan davalarla ilgili tek söz söylemeyen, kendilerini milliyetçi, muhafazakâr, sağcı, ülkücü olarak ifade eden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır.

Önce, kısaca yaşananları anımsatalım:

 - 22 Ekim 1993’te, PKK’nın Lice’ye saldırdığı yönündeki bilgi üzerine ilçeye gelen Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, jandarma ilçe komutanlığının bahçesinde suikast silahıyla öldürüldü. Aydın’la birlikte Jandarma Uzman Çavuş Yüksel Bayar da yaşamını yitirdi. Aydın’ın ölümü, “çatışmalar sürecinde şehit olan en yüksek rütbeli subay” olarak kayda geçti. Aydın’ın faili hâlâ bulunamadı. Ailesi, devlet içindeki karanlık güçleri sorumlu tutuyor.

- Aynı gün PKK’nın ilçeye saldırı başlattığı gerekçesiyle Jandarma Alay Komutanı Albay Eşref Hatipoğlu komutasındaki birlikler operasyona başladı. Lice’ye giriş çıkışlar kapatıldı. Resmi kayıtlara göre Aydın ve Bayar’la birlikte 16 kişi öldü, 242 işyeri ve 401 konut yandı. Onlarca kişi yaralandı, yüzlerce kişi göç etti.

- Her zamanki gibi savcılık, yaşananlarla ilgili etkili soruşturma yürütmedi. Liceliler, AİHM’e gitti. Türkiye, savunmasında ölümlerin ve ilçenin yakılmasının PKK’nın saldırısından kaynaklandığı bildirdi. Aynı Türkiye, dava karar aşamasındayken, karara bağlanmasını engellemek için ailelere “dostane çözüm” önerdi. Ve davayı rekor bir tazminatı ödeyerek kapattı. 247 mağdura 2 milyon 500 bin sterlin (yaklaşık 4 milyon 160 bin TL) tazminat ödendi.

- 250 mağdurun açtığı davada ise Türkiye, 2004’te mahkûm oldu. AİHM, kararda, ailelere yönelik “kötü muameleyi” kayıt altına aldı. Devlet, 225 bin Euro daha tazminat ödedi.

- Lice’ye yönelik operasyonlar sonucunda tek bir PKK’lı yakalanmadı. Olayların sorumlularının öldürüldüğü söylendi ancak ölenlerin 70 yaşındaki ihtiyarlar, 2,4,5, 11, 16 yaşındaki çocuklar, evlerinde bulunan kadınlar olduğu ortaya çıktı.

- Devlet, ilçenin bilinçli olarak yakıldığını söyleyen, göç eden, edemeyen ve iddialarını sürdüren halka “terör” suçlaması yöneltmedi. Ölenlerle ilgili “terör bağlantısı” iddiasında bulunulmadı.

Yanıtsız sorular

Bu bilgilere göre;

  • Lice’yi kim yaktı?
  • Bahtiyar Aydın dâhil, insanları kim öldürdü?
  •  Devlet, faili olmadığı bir katliam nedeniyle neden “Dostane çözüm” yoluna gitti?
  • Neden tek bir PKK’lı yakalanamadı?
  • Dostane çözümden sonra devlet üstüne neden bir kez daha AİHM’de mahkum oldu?
  • Neden etkili bir soruşturmayla olay aydınlatılmadı?
  • PKK bu eylemleri yapmışsa, neden soruşturmayla bu durum ortaya konulmadı?
  • Liceliler, ilçe PKK’dan “temizlenmişse” neden göçe zorlandı?

Cezasızlık politikası ve dava

Cezasızlık bir devlet politikasıdır. Kaynağı, Roma hukukundaki “homo sacer” kavramına kadar dayanır. Lanetlenmiş ve bu nedenle Tanrı için bile kurban edilemeyecek kadar kirli ancak öldürülmesi meşru insandır “homo sacer.” Öldürülmesi bir cezaya tabi değildir. Yok edilmesinin hukuki bir yaptırımı yoktur.

Daha da geriye gittiğimizde “pharmakos” çıkar karşımıza; felaketi, açlığı, hastalığı, kötülüğü ortadan kaldırmak için suçlu ilan edilen ve kurban edilenler.

Devletin, faili olduğu olaylarda uygulamaya soktuğu cezasızlığın temelinde “kuralsızlık” vardır.

Devlet görevlilerinin kanunla bağlı olmaması ve yasalara aykırı eyleminin sonucunda herhangi bir yaptırıma uğramaması.

Bir yaptırım söz konusu olacaksa, cezanın mümkün olduğunca düşük tutulması.

O düşük cezanın mümkünse infaz edilmemesi, edilecekse en iyi şartlarda infazın gerçekleştirilmesi.

Dosyaların yıllarca bekletilmesi, bu süreçte medya ve siyasetin yaşananları meşrulaştırması.

Tüm bu parametreler ışığında net biçimde söylenebilir: Lice, bir cezasızlık dosyasıdır.

“İki sanıktan örgüt mü olur?”

Lice davası, 90’lı yıllarda yaşanan olaylarla ilgili açılan tüm davalar gibi, Ergenekon-Balyoz kumpaslarına, 17-25 Aralık sürecine, 15 Temmuz darbe girişimine ve devletin kati biçimde döndüğü cezasızlık politikasına kurban gitti.

Dava, 1993’te yaşanan olaylardan tam 20 yıl sonra, dosyanın zamanaşımına girmesine sadece bir gün kala Diyarbakır Başsavcılığı’nca açıldı. Dosyada sadece iki sanık vardı:

Jandarma Komutanı Albay Eşref Hatipoğlu, Tim Komutanı Üsteğmen Tünay Yanardağ.

İddianamede, iki sanık için “taammüden öldürme, halkı isyana teşvik, teşekkül oluşturma” suçlamaları yöneltildi. Yöneltildi ama bu ağır suçlamalara rağmen yakalama, tutuklama, yurt dışına çıkış yasağı gibi tedbirler uygulanmadı.

Ağırlaştırılmış müebbet istenen iki sanık ilk duruşmaya katılmadı. Duruşmada tutuklama talebi reddedildi. Dosya, Diyarbakır Valiliği’nin “güvenlik zaafiyeti var” beyanı üzerine, Yargıtay tarafından Eskişehir’e nakledildi.

Ancak Eskişehir’de özel yetkili mahkeme yoktu. Öldürülen Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, karara itiraz etti. Elçi haklıydı. Eskişehir’deki mahkeme “görevli değilim” diyerek dosyayı iade etti. Yargıtay, bunun üzerine dosyayı İzmir’e gönderdi. İzmir’deki mahkeme, ilk duruşmada yargılamayı durdurdu ve sanıkların yargılanması için “izin” istedi.

Bir özel yetkili mahkemenin, bu suçlamalar için “izin” istemesi görülmemiş şeydi. İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi, karara yapılan itirazı, “örgüt davası üç kişiyle olur, bunlar iki kişi” diyerek reddetti.

Sonuçta HSYK “Ne izni, izne gerek yok” diyerek, durdurma kararını kaldırdı.

Bu yöntemlerle tam bir yıl geçti ve Liceliler, İzmir’e gidip gelmeye mahkum edildi! Çünkü hâlâ, devletin gözünde mağdur olan onlar değildi.

15 dakikalık gizli ifade

İzmir 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 2014’te başlayan yargılamada, sanıkların tutuklanması talebi yine reddedildi. Usuli işlemlerle duruşmalar geçti, sanıklar bu sürede mahkemeye gelmedi ve 18 Eylül 2015’e gelindi.

Sanık Eşref Hatipoğlu’nun bu tarihte adliyeye gelerek, güvenlik gerekçesiyle “gizli” ifade vermek istediği anlaşıldı. Mahkeme, talebi kabul etmişti. Hatipoğlu’nun ifade verip gittiği 7 Ekim’deki duruşmada ortaya çıktı. Üstelik mahkeme Başkanı, 7-8 Ekim’i duruşma tarihi olarak belirlerken, “Size Kobani olaylarının yıldönümünde gün veriyorum” diye, neden tepki aldığını anlamadığı bir “espri” bile yapmıştı.

Tahir Elçi ve avukatlar, Hatipoğlu’nun duruşmalara getirilmesi talebinde bulunarak, ifadesinin alınmasına tepki gösterdi. Aynı duruşmada, diğer sanık Yanardağ’ın Singapur’da trafik kazasında öldüğü bilgisi verildi. Müebbetle yargılanan sanık Singapur’a gitmiş ve ölmüştü. Geriye tek sanık kalıyordu.

Bu duruşmalar, Elçi’nin de gelebildiği son duruşmalar olacaktı. Elçi, kısa süre sonra Diyarbakır’da vurularak öldürüldü.

24 Aralık 2015’teki duruşmada, nihayet Hatipoğlu’nun zorla getirilerek, ifadesinin alınması kararı verildi.

Zaten ifade verdiği duruşmadan sonra yargılama denilebilecek bir süreç de yaşanmadı. Hatipoğlu, ifade verdi. Keşif talebi, Lice’ye sokulmayan dönemin muhalefet lideri Deniz Baykal ve olayın gazeteci tanıklarının dinlenmesi talebi reddedildi. Soruşturma genişletilmedi ve aylar sonrasına duruşma tarihleri verilerek geçen haftaya kadar gelindi.

Mahkeme heyetleri değişti, savcılar değişti. Bir makam olarak açtığı davanın arkasında durması gereken savcılık, artık farklı bir roldeydi.

Hatipoğlu’nun beraati istendi ve onlarca Liceli’nin anlatımlarına rağmen delil yetersizliği nedeniyle geçen cuma yapılan karar duruşmasında beraat kararı verildi.

“Benim evimi yakmadılar”

Oysa Liceliler ve o tarihte Lice’de bulunanlar anlatıyordu yaşananları.

Duruşmaları izleyen Hafıza Merkezi’nin notlarına göre, Liceli Etem Özer, şunları söylüyordu:

“Olay tarihinde ben askerden geleli iki ay olmuştu. Eve yürüyordum. Bir asker ‘dön’ diye bağırdı. ‘Neden’ diye sorduğumda, ‘Çatışma olacak evet git’ dedi. Bir gün böyle geçti. Ertesi gün uyandığımızda askerler evleri yakmaya devam ediyorlardı. Hatta komşumuz Mehmet Sait Eminoğlu’nun evinden çıkmasını isteyenler vardı. Bu kişiler, alt tarafları asker kıyafetli, üst tarafları sivil ancak silahlı kişilerdi. Bizi alarak Emniyet Müdürlüğü önündeki futbol sahasında topladılar. Oraya giderken yolda dört ceset gördüm. Bu kişileri tanıyordum, ikisi mezradan yaşlı kişilerdi, ikisi Kervan Mahallesinde yaşayan çocuklardı… Bizi bıraktıklarında eve döndüm, evde asılı duran askerlik fotoğrafımın üstüne ‘Bu askerin hatırına evi yakmadık’ yazılı not düşmüşler. Notun altında da TİT yazıyordu.”

Tanıklardan Şiyar Kaymaz da şunları aktarıyordu:

“Amacımız bütün güvenlik görevlilerini karalamak değil. Benim hayatta olmamın sebebi, o tarihte Lice’de çalışan güvenlik görevlisidir. Askerler evimizi yakacaktı bir asteğmen engel oldu. Biz sadece Lice’de yaşananların açığa çıkmasını istiyoruz.”

Dahası, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’la birlikte ölen uzman çavuş Yüksel Bayar’ın kardeşi İlhami Bayar, “Kardeşimin nasıl şehit edildiğini merak ediyoruz. Ayrıca olaydan sonra kardeşimin Lice Ziraat Bankası’nda bulunan maaş hesabının sahte imzalarla boşaltıldığını tespit ettik. Otopsi ve olay yeri tutanağında kimin ismi geçiyorsa bu kişilerin tespit edilip dinlenmesini istiyoruz” diyordu.

İlçede öğretmenlik yapan Mahmut Cantekin ise askerlerin bir öğrencisine "Oğlum biz bugün Lice’yi yakacağız git öğretmenine söyle" dediğini, rütbeleri sökülmüş askerlerin evleri yaka yaka sokakta ilerlerken Mersinli ve öğretmen olduğu için evine zarar vermediklerini anlatıyordu.

“Sizi iyi tanırım”

Ama devlet kimdi? Halk mıydı, halka hizmet vermesi için görev verilenler mi?

Hatipoğlu’nun duruşmadaki sözleri, bir tekine suçlama yöneltilmeyen Liceliler’e bakışını da özetliyordu:

“Bizi katliam ve soykırımlarla suçluyorlar. Biz devlete başkaldıranlara karşı hareket ettik. Bu devlet tarafından bana verilen bir görevdir. Diyarbakır Sur’da olduğu gibi sivilleri düşünüyoruz. Yoksa iki günde bu iş biter. Bu kadar uzun sürmez.”

Hatipoğlu, uzun yanıtlara müdahale eden avukatlara, “Sen sus, konuşma” diyordu. Eski Diyarbakır Barosu Başkanı Fethi Gümüş’e, “Seni iyi tanırım, PKK davasından içeri tıkmıştım” diyebiliyordu.

Hatipoğlu, rahattı:

“Ne zaman binlerce kişi ölmüş. Sözde JİTEM herkesi öldürüyor, köyleri boşaltıyormuş. İnsanlar PKK’dan rahatsız oldukları için köylerini boşattı. Şimdi de görüyoruz. İnsanlar PKK’dan rahatsız olup evini terk ediyor. Şu anki yaşanan bir savaş değil başkaldırının bastırılmasıdır.”

Hatipoğlu, “Bizi top sahasında topladığınızı, hakaret ettiğinizi hatırlıyor musunuz?” diye soran Şiyar Kaymaz’a da “Ben hakaret ederek işlerimi yapmam, nazikçe konuşurum. Halkçı bir insanım. Asla askeri kuvvetler şehre saldırmamıştır” yanıtını veriyordu.

“Lice’de PKK’ya müdahil olan çoktur”

Hatipoğlu’na göre kendisi değil, silahlı kuvvetler ve Türkiye devleti yargılanıyordu ve Liceliler suçluydu:

“PKK askeri birliğe saldırdı, biz de kendimizi savunduk. Bunun sonucunda 14 vatandaş öldü. Bir general bir astsubay şehit. Ben komutanım bir de örgüt kurmuşum diyorlar. Benim yanımdaki komutanımı şehit ettiğimi söylüyorlar, bunları benim yaptığımı zannediyorlar. Biz orda saldırıyı püskürtmek için başlayan olayı durdurmaya çalıştık, karşılık verdik. Sadece evler değil devlet binaları, askeri birlikler de zarar gördü o gün. Bu insanları suçlamıyorum ama Lice'de örgüte müdahil olan insan çoktur. Kulp da böyledir. Bismil ve Çınar ilçesinde daha azdır, çünkü coğrafyası uygun değildir.”

Liceliler’e yönelik tespitinden sonra konuşanları uyarıyordu:

“Pekeke değil Pekaka diyeceksiniz.”

Kanas’ın sahibi

Bahtiyar Aydın cinayeti aydınlanmadı, bu konuda suçlanan tek sanık 80 yaşında. 21 yıldır cezaevinde bulunan Mehmet Emin Özkan’ın olayla ilgisinin bulunmadığı Lice iddianamesi ile kabul edildi ve yeniden yargılanmasına hükmedildi ama üç yıldır çıkacak sonucu bekliyordu. Halen cezaevinde ve Aydın cinayeti ile ilgili bağlantısı bütünüyle belirsiz.

Mehmet Emin Özkan

Aydın’ın 72 yaşındaki kardeşi ise “Kardeşimin devletin içindeki karanlık güçler tarafından öldürüldüğüne inanıyorum” diyor.

Suikastin işlendiği Kanas silahını PKK’lılar kullanıyor. Ancak emekli astsubay Hüseyin Oğuz, defalarca, ele geçirilen bir kanasın Yüksekova Çetesi’ndeki bir isim tarafından Lice’ye getirildiğini, bu konuda bilgisi olan kişiden ifade almasının engellendiğini anlattı.

Lice’deki yıkımlar ve ölümler ise bu kararla birlikte faili meçhul kaldı.