Söyleşi

Cümbüş Cemaat: Yasaklayanlar, bundan geçinenler, alayı gidiyor ama müzik yolculuğuna devam ediyor

Cannes Film Festivali'nde konser veren, Tony Gatlif'in yönettiği Djam'a müzik yapan Cümbüş Cemaat anlatıyor...

Söyleşi fotoğrafları: Kemal Genç

02 Şubat 2018 02:31

Bu yıl 70'incisi düzenlenen Cannes Film Festivali, Türkiye’den bir müzik grubuna da ev sahipliği yaptı. Yunanistan’da yaşayan bir kadının İstanbul’a uzanan hikâyesini konu alan ‘Djam’ (Aman doktor) adlı filmin soundtrack'ine katkıda bulanan Cümbüş Cemaat, Cannes Film Festivali'nde konser verdi.  

Boğaziçi Üniversitesi'nde sadece amatör grupların çıktığı Taş Oda konserlerinde sahneye adım atan Cümbüş Cemaat, yürüyüşüne Cannes Film Festivali'nin kırmızı halısını da geride bırakarak devam ediyor.  

Anadolu'dan Ege'nin karşı yakasına göç eden rembetiko müziğini Fransa'ya taşıyan Cümbüş Cemaat, Vengo ve Gadjo Dilo gibi filmleri kadar soundtrack'leriyle de bir eser yaratan Tony Gatlif'in son albümünde yer alıyor.

Yedi kişilik Cümbüş Cemaat grubundan Cem Köklükaya ve Hakan Gürbüz, rembetikodan 12 yıldır süren sahne hayatına, Tony Gatlif'le birlikte katıldıkları Cannes Film Festivali'ndeki kırmızı halıdan Beyoğlu'nun ara sokaklarına kadar birçok konuda T24'ün sorularını yanıtladı. 

- Film için Tony Gatlif’ten teklifi nasıl aldınız? Hikâyesini anlatabilir misiniz?

Cem: Filmin Türkiyeli yapımcısı Suzan Güverte (Güverte Film), Tony Gatlif İstanbul’a mekan bakmaya geldiği sırada bizimle buluşması için bir hamlede bulundu. Gatlif, düğünde çaldığımız bir gece misafirimiz oldu. Tanıştık, buluşmak üzere sözleştik. Ertesi gün o sıra işlettiğimiz Kanto’da bir araya geldik. Kafasında ne olduğunu, ne aradığını sorup öğrenmeye çalıştık. Bütün müzisyen ahbaplara da haber verdik. Böyle güzel neşeli bir sofra kuruldu. Filmin temel olarak rebetiko müzikle ilgisi olduğunu öğrendik. Parçalar üzerine konuştuk. Düğünde çaldığımız parçaları sordu. Aklındaki parçaları sordu. Hikâyesini bildiğimiz kadar anlattık. Şarkıların nereden geldiğini, rebetikonun İstanbul’daki halini, bildiğimiz kadar anlatmaya çalıştık. Biraz da icra ettik tabii. Herkes sazıyla gelmişti. Gecenin sonunda beraber çalışmak yönünde fikir beyan etti. Benden de şahsen ekibi organize etmemi ve filmin İstanbul ayağında müzik direktörlüğünü yapmamı istedi.

- Filmde yer alacak şarkılar o gece mi oluştu?

Cem: O sıra aklında olan şarkılar vardı. Hepsini o gece öğrenmedik. Daha sonra bu iş resmiyete binince çeşitli e-postalar yoluyla bizden icra etmemizi istediği parçaları, oluşmasını istediği orkestrayı bildirdi. Film yönetmeni olması yanı sıra müzisyenliği de olduğu için aranjmanlardan saz ve orkestrasyona kadar her konuda bizzat elini işin içine sokan biri. Ama bunu bir snob’lukla değil de beraber çalıştığı müzisyenlerin fikrine son raddede değer vererek yapıyor. O sebeple çalışması kolay bir yönetmen.

- Kanto’daki sahneyi Tony Gatlif size nasıl anlattı? Enerjik bir sahneydi. Hem dediğin gibi bir müzisyen olarak hem de yönetmen olarak Gatlif sizden ne istedi?

Cem: Söz konusu Tony Gatlif olduğu için filmlerinin çoğunu izlemiştik. Kafasındaki atmosferi, daha önceki filmlerinden referanslarla algılayabilecek konumdaydık. Mesela “Vengo’daki şu sahneye benzer bir şey mi?” diyebiliyorduk. Diğer taraftan canlı bir aranjman gibiydi.

Hakan: Hatta bedeniyle, el hareketleriyle, hikayeyi bir yandan bizimle birlikte yaşayarak anlattı. Canlı kayıtlarla da öyle yaptı. Stüdyoda da bizimle birlikte hikayeyi yaşayarak, çalıyor gibiydi.

Cem: Stüdyoda geçirdiğimiz iki günün bir kısmını canlı çalınacak sahnenin provası için harcadık. Geri kalan zamanı da diğer müzikleri kaydetmek için harcadık. Yani hem prova yaptık, hem de kaydettik. Çekim dönemine kadar epey zaman geçirmiş ve birbirimizi anlamıştık.

Hakan: Üç dört gün içerisinde bir albüm kaydettik diyebiliriz.

- Yaptığınız önceki söyleşilerin bir kısmını okudum. 2014’ten beri albüm çıkarıyorsunuz. Henüz albümü elimize alamadık.

Hakan: Üçüncü albümü kaydettik şu anda.

Cem: Belki iki albümlük kayıt var ama albüm çıkarma noktasına gelmemiş. Şimdi filmin soundtrack albümü yayınlandı. En azından kamuya mal olmuş bir iki şarkımız var.

Hakan: Elimizde olmayan nedenlerle bir albüm çıkarttık. (Gülüyorlar)

- Bir yerden başlandı o zaman. Ciddi ciddi sorarsak albüm geliyor mu?

Cem: Var, var. Bence çok yakın.

- Aynı cevap, sene 2014…

Hakan: Gerçekten o zaman da öyleydi. Bu tam bir Cümbüş Cemaat hali. Bir arkadaşımız şöyle demişti: “Cümbüş Cemaat bir müzik grubu değil, bir kafa.” Cümbüş Cemaat bir organizma gibi. Yapmama fikri sizin elinizdeyse yapmayabilirsiniz. İşimizi çok ciddiye alıyoruz, birbirimizi çok seviyoruz, çok istiyoruz albüm çıksın ama bir şey oluveriyor erteliyoruz. Birimizin elinde bu fikri engelleyecek güçlü bir argümanı varsa hemen ertelenebiliyor.

- Rebetiko üzerine konuşacak olursak Fecri Ebcioğlu’nun sözlerini yazdığı, Ajda Pekkan’ın seslendirdiği “Boşvermişim Dünyaya” şarkısı ve Sadri Alışık’ın hem sözlerini yazdığı hem de Şaka ile Karışık filminde seslendirdiği “Tophane Rıhtımı” şarkısı içerik açısından benim için rebetikoyu en iyi tanımlayan şarkılar. Hani sonunda Ofsayt Osman’ın “İnsanlığına kurban olayım be hâkim bey bu da mı gol değil” dediği film. Siz rebetikoyu nasıl tanımlıyorsunuz?

Cem: Yaşadığımız topraklarda pek çok kültürel zenginliğe sahibiz. Bunun kıymetini bulmaya çalışıyoruz. Bu zenginliğin bir kısmı hiçe sayılmış, unutulmuş, bir yerlerde kalmış. Biraz onları kazıp çıkarmak, gündeme getirebilmek, tekrar icra etmeye çalışmak, onların söylediklerini tekrar düşünmek gibi bir misyon üstlendik. Rebetiko da bu kanallardan biri. Bu toprakları besleyen damarladan biri. Tamamı insan hikayesine bağlı zaten bu kültürel zenginliğin. Rebetiko da hazin bir hikâyeyle tarihimize yer etmiş bir müzik. Büyük insan kitlelerinin doğdukları yerden göç etmek zorunda kalması bu müziğin içine işlemiş.

Hakan: Yaşayanların anlattığı bir hikaye olunca acısıyla tatlısıyla bu müziğe dönüşüvermiş.

Cem: Mübadele öncesi bu topraklarda beraber yaşarken ayrılmak zorunda kalmış insanlar, gittikleri yerde kabul görmemeleri, bitmeyen dertler silsilesi...

- Aman Doktor filmine daha çok yansayan ise bu müzik türünün umut veren, neşeli hâli.

Hakan: İnsanlar ne kadar büyük acılar yaşasa da hayata tutunmak isterler. Tutunurken de bir dala ihtiyaç duyarlar. Müzik bu dalı uzatıyor aslında. Dolayısıyla bir yerden sonra ne kadar acı çekerseniz çekin onun üzerine neşeli bir şey söylemek istiyorsunuz. Çünkü illa bir yerde gülmek zorundasınız.

- “Hiçe sayılan kültürel zenginliği kazıp çıkarmak, gündeme getirmek istediğinizi” söylediniz. Benim hatam olabilir, seslendirdiğiniz Çufut Kızı türküsünü sizin dışınızda başka bir yerde bulamadım. O şarkıyı nasıl buldunuz? Bahsettiğiniz kazıp çıkarma böyle bir şey mi?

Cem: Biz sadece Cümbüş Cemaat değiliz. Küçük bir ekosistemi paylaştığımız bir sürü müzisyen arkadaşımız var. Hepsi de farklı arka planlardan gelen insanlar. Güzel tarafı şu: Sürekli birbirini besleyen insanlar. Zaten filmde de Cümbüş Cemaat’ten fazlası var. Tatavla Keyfi ve Sinafi Trio’dan arkadaşlarımız var. Filmin Yunanistan ayağında müzisyenler var ki onlarla Cannes’da beraber konser verdik. Şimdi aldığımız yeni güzel haberlere göre, yazın da Fransa’da konserler olacak. Yine Yunanistan’dan müzisyenlerle beraber çalacağız. Mamed Bey’in (Dzhafarov) getirdiği bir şarkıdır Çufut Kızı. Kendisi bir Kırım Tatarı. Çufut Kızı da bir Kırım şarkısıdır. Çok sistematik bir şekilde de yürümeyen şeyler bunlar. Mamed Bey bu şarkıyı hatırladığı kadarıyla söyleyip gerisine kendi yazdığı sözlerle devam ettirdik, kendimize göre düzenledik. Daha farklı bir şekilde icra ettiğimiz bir şarkı halini aldı.

- Sanırım rebetikoda sözlerin ve müziğin yaşanmışlığa, hatıraya göre değişmesi gibi bir durum da söz konusu.

Cem: Rebetiko Türkiye’de Türkçe sözlü müzik dışında müzik yapılamadığı dönemlerde Cengiz Onural’ın, Yeni Türkü’nün ele aldığı bir konuydu. O zaman Türkçe söylenmek zorunda olduğu için Cengiz Onural’ın duyguyu koruyarak söz yazdığı rebetiko erserleri var. Mesela Yedikule Şarkısı herkesin bildiği bir şarkıdır. Yeni Türkü’nün Türkçeleştirdiği bir parçadır. Bu bir zenginlikti. Bazı geleneksel türkülerin de hem Türkçesi hem de Yunancası var. Türkçe, Yunanca, Ermenice, Kürtçe olsun, bu zenginliğin peşindeydik. Duyduğumuz bir şarkının hikayesini aradık. Örneğin “Süt içtim, dilim yandı”nın Yunanca sözlerle de söylediğini, bambaşka bir şarkı olduğunu öğrendik.

Hakan: Yeniden bir şey söyleme fikri folklorde vardır. Anadolu folklorü bunun üzerine çok fazla gider. Yan köyde hikaye değişmiştir ama aynı müzik üzerine söylenir. Bağlamadaki tını aynıdır. Bir de yörelerinin birbiri içine girmesi vardır. Gül Kuruttum türküsü Hatay diye geçer. Ama o kadar Ege kokar ki. İnsan yaşantısını, hikayesini, sevincini anlatıyor. Birisi göçmüş olsun, sözünü, müziğini alıyor, kendi hikayesini anlatmaya başlıyor. Bu durmadan gönülden gönüle devam eden, dilden dile geçen bir hikaye aslında.

- Aman Doktor filminin ilk gösterimini yaptığı Cannes Film Festivali’nden söz açılmışken orada verdiğiniz konserden bahsedebilir misiniz? Rebetikoyu oraya taşımak nasıl bir duyguydu, dinleyicilerden ne gibi tepkiler aldınız?

Cem: Filmin açılışının Cannes Film Festivali’nde yapılacağı söylendi. Sonradan da çok sık rastlanmayan bir şekilde gösterimden sonra bir konser olacağını ilan ettiler. Bu bize hem büyük bir jest oldu, hem de bizi heyecanlandırdı. Ayrıca şöyle bir endişe de oldu. Spesifik türde bir müzik yapıyoruz. Bu ne kadar hitap ediyor acaba Cannes’da film izleyen kitleye? Plaj sineması denen bölümde halka açık olarak yapılan bir konser. Dolayısıyla Cannes Film Festivali’ndeki diğer gösterimlerden farklı olarak daha genele hitap eden bir gösterim ve konser.

- Sahnede de kalabalıksınız galiba.

Cem: Evet, daha önce birlikte çalmamış 14-15 kişilik bir ekip. Prova için çok zamanımız olmamış. Bir müzisyen için büyük zorluk. Aşağı yukarı hayat anlayışı benzer insanlarız. Bu da iletişim problemini minimuma indiren bir durum. 1 saatlik programda 14 tane şarkı söyledik. Kırmızı halıdaki seremoninin ardından hemen sahneye çıktık. Her şey şaşkınlık ve ne yaptığını bilmez halde gerçekleşti. Çok kısa süre içerisinde seyirciyi almayı başardık. Bir süre sonra da insanların dans ettiğini ve bildikleri kadar sözlere katılarak eşlik ettiklerini gördük. O noktada rahatlıyorsunuz.

Hakan: Bunu söylememde fayda var. Cem, seyirciyi almayı en iyi yapan solistlerden biri. Melike de öyle. Cem bu konuda muazzam. Sahnedeki durumu koklar, keskin zekâsıyla yeni senaryolar üretebilir.

- “Seyirciyi almak” ne demek, nasıl bir beceri bu?

Cem: Bunu teorize etmesi zor. Kendinden ve arkadaşlarından emin olmak gerekiyor. Sol tarafımda Türkiye’den gittiğim arkadaşlar, sol tarafımda da Yunanistan’dan gelen arkadaşlar vardı. Enstrüman erbablar, Yunanistan’dan bir kadın solist, bir de bizden Melike (Melik Şah). Hepsinin ortasında da ben oturuyorum. Böyle bir yarım ay şeklindeydik. Sahneye çıkmadan önce aynı gün 2 saat prova yapma şansımız oldu. Provada her şey yetişmedi ama bir güven duygusunun oluştuğunu hatırlıyorum. Sol taraf bizim ekip ya uçak motoru gibi anlatsak sağ motor dursa bile sol motorla uçağı indiririz diye düşünüyorum. Bu güveni düğün sahnelerinde kazandık. Düğünlerde böyledir hızlı manevra yapmamız gerekir. İç iletişim kuracak zamanınız bile olmaz.

Hakan: Kilit kelime güven burada. Karşılıklı bir şey o. Benim “Solist ne yapıyor?” diye sormamam lazım. Çünkü kaptan o. Durumu o görür, ona göre yönlendirir. Ekibin de gücü çok önemli. Ekip onu oraya getirir. Oraya getirdikten sonra da lead’e bırakmak zorundadır.

- Sahneyi zevkle, heyecanla anlatıyorsunuz ya belki de bu yüzden albüm çıkmıyor. Akıllar hep sahnede.

Cem: Doğru bir tespit bence. Sahneyle hiç bir zaman aynı tatmini yaşayamıyoruz, albüm kaydederken. Hep konuştuğumuz şeyler.

Hakan: Doğru ama başka parametreler de var. Ekip birbirini seviyor. Yedi sekiz senedir birlikteyiz. Tam bir aile gibi. Her sene yeni bir şey oluyor. En son Tony Gatlif’in filminde müzik yaptık, Cannes Film Festivali’nde konser verdik. Bir soundtrack’ta çaldık. Tatmin duygusu yaşanıyor. Bunun dışında diğer gruplarla senede iki üç albüm çıkarıyorum.

Cem: Müzisyenlerin başka projeleri var. Şöyle özetlenebilir: Tony bildiğimiz yerden sorduğu için işimiz kolaydı.

- O zaman bildiğiniz yerden bir soru geliyor: Fatih Akın’ın Köprüyü Geçmek belgeselinde siz yer alsaydınız, hangi şarkıyı çalmak isterdiniz? Bu soru sizi Araf günlerinden beri takip eden bir dinleyiciden geliyor.

Cem: Köprüyü Geçmek benim müzik hayatımda bir dönüm noktasıdır. Cümbüş Cemaat’in kurulmasında da motivasyonlardan biriydi. Cümbüş Cemaat yoktu o zamanlar. Filmin soundtrack’ini dinliyorduk sabahtan akşama. Milat filmler vardı, bizim motivasyonumuzu arttıran. Biri buydu, diğeri Ezel Akay’ın Neredesin Firuze filmi, biri de Costas Ferris’in Rebetiko filmiydi. "Cümbüş Cemaat’i bir filmde keşfedecek olsa kim olur" diye tahayyül etmeye çalışsak ilk aklımıza Tony Gatlif gelirdi. Bir başka yönetmen kim olur diye hayal kursak bu da Fatih Akın olur. Keşke  Köprüyü Geçmek filminin ikincisi çekiliyor olsa biz de parçası olsak deriz.

Hakan: Ne çalardık?

Cem: Tokat türküsünü çalardık bence.

Hakan: Değil mi? Bunu esprisini yaparız: Cümbüş Cemaat kendi içinde üçüncü albümünü çıkardı. Kendi müziğini, kendi sözünü söyleyen bir grup olma hayalimiz var hepimizin. Tokat türküsü de düşündüğümüz ve aranje ettiğimiz şarkılardan biri. Köprüyü Geçmek’te herkesin kendi sözünü söylediği bir durum var ya Cümbüş Cemaat de bu şarkıyla kendi sözünü söyleyebilir. Bu arada bu soru kimden geldi?

- Soru, sizi şahsen tanımayan bir arkadaşımdan geldi. Onur Berk Arslanoğlu’nu (Son Afife Ödülleri’nde en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü adayı) ve Alev Karaduman’ı (Anlıyorum Ama Konuşamıyorum kitabının yazarı) tanıdığınızı biliyorum. Onlardan soru almaya çalıştım. Gelmedi ki aradığımda Onur Berk akşamdan kalmaydı. Çok zorlamadım.

Cem: Onur Berk benim çocukluk arkadaşım. Aslında iyi bir soru sorabilirdi. İlkokulda transferle geldi. Okula beraber başlamadık. Sonradan katıldı. Zordur ya öyle zamanlarda sınıfla kaynaşmak. İlk kaynaştığı insan bendim. Yan yana oturuyorduk. Bana, düğünlerde de çaldığımız, “Bursalı mısın kadifeli gelin, çaydan mı geçtin? Yanakların al al olmuş, konyak mı içtin” türküsünü öğretti. Onunla beraber bu şarkıyı söylüyoruz sürekli. İlkokul çocuğuyuz, “İçtiğimiz konyak, mezemiz kaymak.” Sıralara vura vura bu şarkıyı söylerdik. Bunu sorsaymış, iyi olurdu.   

- Güzel hikâyeymiş. Yine sizin Cümbüş’ü kurma dönemine geri dönersek. O dönem herkes rock müziği seçiyor. Siz nasıl rebetikoyu seçtiniz?

Cem: O konuda Boğaziçi geleneğinin çok etkisi var. Dönemin sonunda yaptığınız çalışmayı Taş Oda konserlerinde sergilerdiniz. Amatör grupların çıktığı tek müzik etkinliği bu olurdu. Cümbüş Cemaat de böyle Taş Oda’da kurulmuş bir grup. Ayrıca müzikal olarak Boğaziçi'nden yetişme Kardeş Türküler, Muammer Ketencoğlu, Cengiz Onural gibi pek çok müzisyenin de etkisi altındaydık.Taş Oda konserlerinde caz, rock ve metal gruplarının arasında bize de bir saatlik bölüm ayırdılar. Genelde rock müzik yapılıyor. Ama biri çıkıyor ve diyor ki “Biz bu gece Ada Sahilleri’ni çalacağız” ve hikâye başka bir şeye dönüşüyor. Bir saat için de olsa rocker’lar metalciler dönüp oynamaya başlıyor. Gördüğümüz ilgi bizim sahnede olmamız için teşvik etti. Sahnede olmanın yollarını aramaya yöneldik. Ama bunu ararken hep eğlenceli olmayı kaide tuttuk. Bu hem zor hem az. Folklorün de peşine düştük. Bizim söyleyeceğimiz söze gelene kadar neler söylenmiş, onların da derdine düştük. Örneğin filmde de geçen “İstemem Babacağım” bir taraftan parodik bir taraftan da devrimci parça.

- Nasıl devrimci?

Cem: Tony bu arada o şarkıya kendisi bir söz yazdı. Ama orijinalinde baba “Kızım seni Ali’ye vereyim mi?” der. Kız da der ki “İstemem babacım onun adı Ali, eder beni deli” Ortaya çıktığı döneme göre geleneği sorgulayan sarkastik bir bakış açısı var.

- Sahnede oluyor mu politik göndermeleriniz?

Hakan: Müzik üretiliyor ve bir derdi var. Dert 50 yıl sonra anlatılırken bir politikacının canı sıkılıyor ve müzik yasaklanabiliyor. Bunu söyleyen kişi hapse atılabiliyor. Ama bir dert var ortada. Ne olursa olsun dünyada bunu yasaklayanlar, bundan geçinenler, alayı gidiyor ama müzik yolculuğuna devam ediyor. Yüzyıllar aşarak, sözünü ve geçerliliğini koruyarak yoluna devam ediyor. Bu böyle, ses bu, nefes bu… Ne kadar bununla övünsen de senin değil, bununla yerinsen de senin değil.

- Peki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Boğaziçi Üniversitesi’ni “yerli ve milli değerlere yasalanmadığı için küresel bir marka olmamakla” eleştirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Cem: “Yerli ve milli” ne demek onu çok anlamış değilim ama biz bu topraklarda ne varsa ona yaslanmayı seçiyoruz. Hani yerlilikse bu bence yerlilik. Milliliği bilemiyorum. Benim çok iyi bildiğim bir Kastamonu türküsü var. “Üç güzel oturmuş iskambil oynar.” Bu şarkıyı ilk söyleyen oralı bir Rumdur. Onu da biliyorum. Zaten Yunanca sözleri de var. Şunun derdine düşmeyi anlamıyorum. Bu bir Türk şarkısı mı, Yunan şarkısı mı? Rebetiko ile ilgili en güzel taraf da bu. Bu soru rebetiko için anlamsız. Ne iddia etseniz, çürür. Nasıl evrenselleştireceğimize bakalım.

Hakan: Böyle bir masada oturuyoruz. Birileri bir şeyler yapıyor, başkaları başka bir şey. “Ben ne yapıyorum” diye bir sormak lazım. Bir tohum ekme meselesi. Seyirci ile ilişkimize de öyle bakıyoruz. Biz bir tohum getiriyoruz. Seyirci de onu sulayıvermiş. Bak şimdi tohum ne hale geldi.

- Son olarak her söyleşide sorduğum bir soru var: Kadıköy mü, Taksim mi?

Cem: Her ikisi de. Çünkü tadı başka. Boğaziçi’ndeki ilk sahne denemesini atlattık. Kendimize güven geldi. Sonra “Bu müziği nerede sahneleyebiliriz” dedik. Çünkü zamanın tabiriyle world music yapıyoruz. Araf, Beyoğlu’nda world music yaptığı bilinen tek mekândı. “Gittik, çalmak istiyoruz.” dedik. Rastlantı bu ya “Pazartesileri açık sahne koyduk. Gelin deneyin şansınızı” dediler. O zamanlar Tünel de gerçek anlamda bohem bir yerdi. Selim Sesler de Tünel’de Badehane’de çalıyordu. Rebetikonun icra edildiği nargile kahvehaneleri falan vardır. Onlara tekke diyorlar. Badehane tamamen öyle bir yerdi. Tamamen salaş ama müziğin hüküm sürdüğü bir yer. Biz orada Tatavla Keyfi ile de sahneye çıkmıştık. Selim Sesler, Taksim’de üç gece program yapmasına rağmen hepsini de doldururdu. Biz de hiç dinleyici sıkıntısı çekmedik. Beyoğlu o zamanlar bizim için mabet gibiydi. Sorunun Taksim cevabı bundan ötürü. Çünkü biz burada müziğe başladık. Ne zaman âşık olsak sevgilimizle önce burada bir yere geldik. İkinci göz ağrımız da hep Kadıköy’dü. Biraz palazlandık, adımız birkaç yerde duyulduğu zaman soru şu olurdu: Kadıköy’de çıkmıyor musunuz? Son zamanlarda biraz açıldı ama eskiden Kadıköy’ün çok daha konservatif bir yapısı vardı.

Hakan: Seyirci de kabul etmiyordu. Kadıköy mahallededir. Biraz açıldı ama hala biraz bu var. Bir şeyi seviyorsa ona gider. Sevmiyorsa da ona sırtını döner. “Biraz elitist” derler. Kabul etmesi zordur dışarıdan geleni. Kadıköy sound diye bir sound da vardır.

- Zaten bir Taksim sound’u yok da Kadköy sound’u var.

Cem: Beyoğlu sound’u yoktur hakikaten. Kimse iddia edemez. Köprüyü Geçmek filminin ağırlığı bu tarafta (Avrupa) geçiyordu. Bu tarafta daha kozmopolit bir sound var. O anlamda Kadıköy hep bir mahalle gibi kalıyor değil mi? Ama bu onun değerini azaltmıyor.

Hakan: Eskiden Tünel Meydanı’nda bir yerde çalıyordum. “Abi değişiyor burası” deniyordu. Bir babamıza sorsak “Acaba nasıl değişti burası?” dedik. Onların döneminde kravatsız girilmezdi ya benim sevdiğim Beyoğlu, onlara göre yüzüne bakılmayacak hala gelmiş durumda. Benim sevdiğim Beyoğlu şimdi bir başkasının sevdiği Beyoğlu oldu. Dolayısıyla bu değişim dönüşüm kaçınılmaz.