Gündem

"Günün birinde asgari adalet kavramı hüküm sürerse, Cumhuriyet davasını tertip edenler yargılanacaktır"

"Köşemize çekilme şansımız olmadığını her an hatırlamak ve hatırlatmak düşüyor bizlere"

30 Temmuz 2017 17:46

Ümit Kıvanç*

Pınar Öğünç, “Cumhuriyet Duruşmasından Çizilmemiş Mahkeme Resimleri” serisinin “Floresan adaleti, cezaevi kapıları, Turhan Abi’nin kitapları” başlıklı üçüncü bölümünde“Günler içinde hukukçu, gazeteciçok kişiyle bu ara karara ve davanın gidişatı üzerine sohbet ettik adliye koridorlarında,” diye yazdı. “Ne olabilirdi? Duyduklarımın çoğu, içinden çok az hukuk geçen ‘tahmin’ cümleleriydi. İç siyaset kimi nereye götürüyor, dış siyaset, uluslararası camia neyi ne kadar zorlayabilir, bilmem kimin paşa gönlü ne çeker, filankesin gıcığı kimedir… Böyle dava mı konuşulur? Hukuk bilmediklerinden boş boş cümleler kurdular haliyle. Ya da işte biz hepimiz hukuksuzlukta mahsur kalmıştık.” (Dizinin ilk bölümü şurada, ikincisi de şurada.)

Cumhuriyet davası pek çok yönden tarihe geçecek. Bunların başında şüphesiz Ahmet’in (Şık), resmî statü bakımından “savunma” demek gereken “İtham ediyorum!” konuşması gelecek. Ahmet, duruşmada savcının, “İddianamedeki suçlamalara değinmediniz” sözlerini, “İddianamenin üzerinde pek durmadım. Bence siz de pek kaale almayın,” diye cevapladı.

İşte, “hukuksuzlukta mahsur kalma” tam da böyle bir hal. Çünkü Ahmet burada sadece tavır koymadı; nesnel ölçülerle tartışılabilecek bir gerçeği dile getirdi. Cumhuriyet davasını tarihî kılacak olan ikinci -belki de esas- özellik bu: Aslında varolmayan bir dava bu. Dava, hukukî bir kavramdır. Oysa karşımızdaki hadisenin hukukla alâkası yok.

Peki ne?

Maddeleştirmeye çalışarak cevaplayalım:

1. Bir ülkenin iktidar sahipleri,

2. şu veya bu nedenle (aşağıda açıklanacak) hoşlanmadıkları birilerini,

3. ülke tarih içerisinde -ne yazık ki!- belirli bir gelişim aşamasına erişmiş bulunduğundan,

a.) bir meydanda başlarını kestirtemedikleri,

b.) bir binaya doldurup yaktıramadıkları

c.) bir minibüse doldurup, uzak bir Kürt köyünden çıkmış dağları dolanan ıssız yolda topluca ortadan kaldıramadıkları

d.) veya devletin denizaşırı diyardaki toprağına kalebent olarak gönderemedikleri için,

4. bir davanın şüphelileri damgası vurarak topluyor, hapse atıyor

5. ve

a.) hapiste daha uzun süre tutabilmek

b.) aynı zamanda başkalarına gözdağı vermek,

c.) böylelikle ülkenin manevî ortamını bütünüyle hakimiyetleri altına almak için,

6. bir dava düzeneği içerisinde yargılıyorlar.

Devam etmeden, 2. maddede yeralan, iktidar sahiplerinin “hoşlanmama sebepleri”ne açıklık getireyim. Bu, yukarıdaki 5. maddenin c fıkrasında değinilen genel şartın açımlanması olacaktır. İşbu fıkraya göre, tek elde toplanması için ülkenin iyi kötü mevcut bütün kurumlarının lağv veya iğdiş edildiği otorite -iktidar-, etraftaki her türlü çatlak sesten rahatsız olmakta, bu huzursuzluk, elindeki kuvvetin arttıkça artmasına rağmen çatlak seslerin yok olmayışıyla, bütün iç organları saran ve sarsan, katlanılmaz bir illete, aynı esnada bir paranoya haline dönüşmektedir. İşbu sebepten ötürü, çıkan çatlak sesin kuvveti, tesir kabiliyeti, kıymeti harbiyesi, Cumhuriyet’in tirajı filan mühim değildir, önemli olan herhangi bir çatlak ses çıkabiliyor olmasının getirdiği huzursuzluk ve mutlakiyet kaybıdır. Cumhuriyet davası, mevcut mutlakiyet kaybına karşı tedip-bastırma, müstakbel mutlakiyet kayıplarına karşı da tedbir, bir nevi “önleyici savaş” (Bush doktrini!) hamlesi olarak tasarlandı ve yürütülüyor.

Bir dönem hemen tek takıntısı “Fethullahçılar” olan, bu teşkilat hakkında en çok yazıp çizmiş bulunan ve gelin görün ki, şimdi bu örgüte yardımla suçlanarak yargılanan Hikmet Çetinkaya’nın avukatı Burak Oder, “Yapılmak istenen,”  dedi, “bir zan yaratmak kaygısıdır. Bunlar suç isnadı değil. Sanık yaratmak amacı taşıyor, ‘sanmak’ fiilinden geliyor. Suçlu sanılsınlar… 0850 ile başlayan bir tele pazarlama numarası nedeniyle aranmış, bu var iddianamede. Konuşma da 10 saniye sürmüş. Buradan bir zan yaratılıyor.”

“Zan yaratma” etkeni, azımsanmayacak, küçümsenmeyecek bir mücadele aracıdır, iktidarların elinde. Hele Türkiye’de. (Büyükada’da baskınla gözaltına alınan ve eziyet çektirilen arkadaşlarımızın ajan-casus olduğuna inanan veya ihtimal veren yakınlarımız var!)
 
İddianamenin hukuken yokluğu üzerine
 
Avukat Alp Selek, “Olağanüstü tüm durumlarda vekillik görevimi yerine getirdim,” diye hatırlattı ve şöyle dedi“Ama ilk kez böyle iddianame gördüm. Böyle yoktan suç yaratan iddianame hayatta görmedim. Böyle sualler sorulmasını hâlâ anlamıyorum. Bu tür sualler bu davanın bir amacının olduğunu gösterir. Savcılığın olmayan delillerle suçlama yapması kabul edilebilir bir şey değil.

Avukat Fehim Demir’e bakılırsa, savcılık sadece olmayan delillerle suçlama yapmakla yetinmemiş, özensizliğin yanısıra, açıkça artniyetli de davranmış“Ahmet Şık’ın çok eski yazıları koyulmuş, darbeden haberi varmış süsü verilmek istenmiş. (…) Kuvvetli şüphe dediğiniz şey zayıf bir şüphe bile içermiyor, hukuk normlarında. Sanıklar yalvarıyorlar, ‘bana suçumu verin’ diye, biz de yalvarıyoruz: ‘gerekçeyi verin’.”

Bu yazıyı tarihe kayıt düşme maksadıyla kaleme alıyorum, değerli okurlar. Bu yüzden, muhtemelen kimilerinizin şu ana kadar öğrenmiş olduğu bazı olguları tekrarlıyor olacağım. Duruşmada ortaya dökülen bazı gerçekler, iddianamenin “uydurulmuş hakikat”inin parçaları ve avukatların çeşitli sözleri, konu edeceğimiz skandal nümûneleri arasında yeralacak.
 
KADRİ GÜRSEL-BYLOCK • Kadri hakkında, kendisinin herhangi bir şekilde suçlanmasına, herhangi bir davada yargılanmasına, hele tutuklanmasına yolaçabilecek herhangi bir delil, şüphe vs. yok. Suçlandığı şey, ByLock kullananla telefon görüşmesi yapmak. Bu, dünyanın hiçbir hukukunda hiçbir şekilde suçlama, yargılama, hele tutuklama gerekçesi yapılabilir bir şey değil. Birisi telefonuna ByLockyükleyip hepimizi arayabilir, sonra da ihbar edebilir, bitti. Avukat Alp Selek’in sözleriyle, [Herkesin] her telefon geldiğinde savcılığa başvurarak ‘bana şu telefonlar geldi, ByLok’çu olup olmadığını bilmiyorum, yarın başıma ne geleceğini bilmiyorum’ demesi lazım. Böyle bir suçlama olamaz.”

Basit fakat yürek hoplatıcı olması gereken bir gerçeği avukat (CHP genel başkan yardımcısı) Sezgin Tanrıkulu dile getirdi: “Bu gerekçeyle bütün bakanlar, AKP, vs tutuklanabilir.”

Biliyoruz ki, ByLock kullanan onlarca yüzlerce kişiyle onlarca yüzlerce telefon görüşmesi yaptıkları için, eğer bu tutuklamayı gerektirir suçsa hukuken tutuklanmaları gerekmesine rağmen tutuklanamazlar, zira Fethullah Gülen örgütünün marifetlerinden Tayyip Erdoğan ve AKP dışında herkes sorumlu, yalnız onlar değil! Avukat Ergin Cinmen şöyle dedi: “Merak ediyorum, Bekir Bozdağ ve Tayyip Erdoğan’ı FETÖ’nün reisi olan Gülen bugüne kadar kaç kez aramıştır.”

Bu çelişki, sadece Kadri’nin suçlanamazlığını değil, iktidar tarafından zora dayanarak işletilen çifte standartın bizzat hukuk sistemini iptal ettiğini ortaya koyuyor.
 
VAKIF SENEDİ - YAYIN POLİTİKASI • Cumhuriyet mensupları, biliyorsunuz, “gazetenin yayın politikasını değiştirmek” gibi bir garabetle itham ediliyorlar. Tanrıkulu’nun iddianameden aktardığı ifadeyle, “Cumhuriyet Vakfı Anayasası olarak tabir edilen Vakıf senedi üzerindeki illiyetleri”, tutukluluğun devamına gerekçe yapıldı. Dolayısıyla, Cumhuriyet’in yayın politikasını belirlediği varsayılan “Vakıf Senedi’nden ayrılma çerçevesinde yardım suçunun hareket noktası oluştuğu”na hükmediyor savcı. Sıradan insan dilinde şu anlama geliyor: “Bu şüpheliler Vakıf Senedi’ne bağlıyken bir noktada bundan koparak terör örgütlerine yardım olacak şekilde yayın politikasını değiştirmişler”.

Yayın politikası değişikliği gibi bir iddianın kanıtlanması başlıbaşına inceleme, dolayısıyla uzmanlık işi. Bunun yapılmadığını belirtmeye gerek yok. Yapılsa da bir gazetecilik okulunda, meslekî enstitüde, olay incelemesi olarak, ders olarak, ne bileyim tecrübe olarak yapılır. Böyle bir suç yok ki dünya hukuk literatürünün hiçbir yerinde!

Burada maksadın ne olduğunu hepimiz biliyoruz ve bu da bizi “hukuksuzlukta mahsur” bırakan şeyler arasında: Cumhuriyet’e “Niye meselâ Sözcü gibi değilsiniz?” diye hesap soruluyor. Kim soruyor? Kim sorabilir böyle hesabı? Okurlar. Kendini gazetenin çizgisi kabul ettiği tutuma yakın hisseden herkes. Alacakları cevaba göre tatmin olurlar veya gazeteden yüz çevirirler. Başka kim sorar? Bütün basını, yazan, çizen, konuşan herkesi ve kamuoyuna fikir-izlenim-yorum-duygu sunan her birimi kendi etrafında seferber etmek isteyen Teşkilat-ı Mahsusa devleti. Konunun hukukla, mahkemeyle alâkası yok.

Cumhuriyet Vakfı, muhtemelen “buradan para-pul mevzularında da açıklar buluruz” iştahıyla, soruşturma savcısının epey ilgisini çekmiş belli ki; Vakıf’la ilgili uyduruk suçlamalar oradan dolanıyor, buradan dolanıyor, sürekli ortaya geliyor.

Musa Kart’ın avukatı Uğur Yetimoğlu şöyle örnekledi: “Gazete sahibi şirkete vakfın ödünç para vermesi suç sayılmış. Vakıf senedinde amaçlar kısmında ‘Cumhuriyet gazetesini yaşatmak’ vardır. Bu açıdan, buödünç parada nasıl bir sorun olabilir? Vakıf yönetiminde olmak da seçilmek de suç değildir.”
 
BASİT GERÇEK: ŞÜPHELİ O SIRADA ORADA DEĞİL • Hukuken kurulamayacakken kurulmuş olan Cumhuriyet davasının, genel olarak hukuk kavramı ve hakikatle çelişirliğinin yanısıra taşıdığı bir özellik de iddianamenin kendi kendisiyle çelişen, üstünkörü unsurları.

Avukat Fehim Demir, “Okunmaya ve incelemeye alınmayacak kadar çok sayıda belgenin içinde işe yarar hiçbir şey yoktur,” [ ] diyor. “Attığı tweet’ler, yazdığı yazılar, sorduğu sorular tarihsel bir sıralamaya bile koyulmadan iddianamede yer almış.”

Kadri’nin avukatı İbrahim Koyuncu, müvekkilinin vakıf yönetiminde herhangi bir görevi olmadığını, iddianamede kendisine yönelik somut suçlama olmadığını anlattı ki, bu zaten avukat anlatmasa da kolayca tesbit edilebilir bir durum. Koyuncu, iddianamede 2013 sonrasına ilişkin usûlsüzlüklerden sözedildiğine, ancak bu tarihte Kadri’nin Cumhuriyet’te değil Milliyet’te çalıştığına da işaret etti.

Bu da hiçbir şeyi değiştirmedi. Avukat nihayet, “Biz buraya Norveç’ten gelmedik,” dedi. “Bugün buradan adalet fışkırsın demiyoruz, bunun olmayacağını biliyoruz, ama hiç değilse bir kırıntı bekliyoruz.”
 
BASİT GERÇEK: NEDEN ŞİMDİ? • Cumhuriyet davasındaki en süflî konulardan biri, boyuna haberler ve başlıklarıyla uğraşmış iddianame yüzünden davanın açıkça gazetecilik mesleğinin, faaliyetinin yargılandığı bir garabete dönüşmesi oldu. “Şu başlığı niye attınız, şu haberi niye verdiniz?”in örneklerini burada sayıp dökmeyeyim. Bunları sorgulamaya polis veya savcının ne kadar hakkı-yetkisi olduğu yasalarda belli, fakat şu anda herhangi bir yasanın geçerli olup olmadığını hiçbirimiz bilmiyoruz. “Hukuksuzlukta mahsur”uz.

Dolayısıyla duruşma sırasında suçlanan meslektaşlarımız ve avukatlarının sık sık dile getirdiği basın yasası gereklerinin bütünüyle geçersiz muamelesi görmesi, davanın sahici bir dava olmadığına ilişkin apayrı kanıt. Mevcut yasaları kısmen var kısmen yok sayan bir dava kurulamaz ki!

Avukat Can Atalay, “2015 yılı haberleri için neden iki sene bekleniyor?” diye sordu. “Başsavcılık görevini ihmal mi etmiş yoksa açık ve yakın bir tehlike yok mu?”
Avukat Tora Pekin, “Savcılar gazeteciliği bilmediği gibi Basın Kanunu’nu da bilmiyor,” diye açıkladı mahkeme heyetine“Eğer bilselerdi, hakkında dava açma süresi geçmiş ve düşme kararı verilmiş haber için yeniden soruşturma açmazlardı.” Pekin’in dikkati çektiği dört aylık sürenin, yasada yeralmasına rağmen Cumhuriyet iddianamesini kaleme alanlar için hükmü olmamıştı. Yasayı takmayan iddianame, yasayı takmayan iddianameyi kabul eden mahkeme, bu açıkça gösterilmesine rağmen oralı olmayan mahkeme heyeti de davanın özellikleri arasındadır.
 
TOPLUCA YÜRÜTÜLEN PROPAGANDA FAALİYETİ OLARAK “DAVA” • Son yıllarda, süren davalar hakkında önceden verilen haberlere alıştık. Birtakım iktidar tetikçileri, kimin alınacağını, kimin bırakılacağını duyuruveriyorlar. Savcıların metinlerinde yeralan ifadeler mahkemelerden önce gazetelerde, televizyonlarda karşımıza çıkıveriyor. Bunlar elbette, çoğu muhalifleri yıldırma, süpürme, devre dışı bırakma amacı güden sözkonusu davaların, aynı zamanda, iktidar odağınca örgütlenen farklı kuvvetler tarafından koordinasyon içerisinde hep birlikte yürütülen propaganda seferberlikleri olduğunu ortaya koyuyor.
Ahmet Şık’ın avukatı Can Atalay şöyle anlattı: “Savcı bize sorgu bittikten sonra, ‘Şöyle bir haber var, cevap vermek ister misiniz?’ dedi. Ahmet Şık, ‘Siz mi soruyorsunuz, Nazif Karaman mı?’ dedi. Ahmet Şık gözaltına alındığı gün Sabahta Nazif Karaman'ın haberinde ‘Ahmet Şık’a şu soru sorulacak’ diye yazıyor ve savcı o soruyu soruyor.”

Avukat Tora Pekin duruşmada, “Soruşturma belgeleri sistematik olarak Adliye’den sızdırılıyor,” dedi, durumu şöyle tasvir etti“O dosya savcıların namusudur, sorumluluğundadır. Biri bunu verirse o savcıların dünyayı ayağa kaldırmaları gerekirdi, ses çıkmadı. İddianameyi savcının kendisi sızdırmışsa sesçıkartmaz. Görünüşe göre bir suç var ve buna isyan etmeyen koskoca bir Adliye var.” 

Pekin, “Kamuoyunun tutuklamalara inandırılması için bire bin katıp haber yapılması” mekanizmasını anlatıyordu şüphesiz.
 
TUTMA-BIRAKMA ÖLÇÜTLERİ • Yazıya Pınar’ın izlenimlerinden bir pasajla girdim, çünkü aslında tam orada sözettiği şeyi yazmayı planlamıştım. İçeride, Adliye’de bir davanın ara kararı bekleniyor, biz, dışarıdaki insanlar, tecrübeli gazeteciler, tecrübeli sanıklar, ister istemez ‘ne olur’ tahminleri yapıyorduk… ve kimse hukuktan, yasadan, hangi maddeye göre mahkemenin nasıl karar verebileceğinden filan bahsetmiyor; kimimiz, “Ahmet’i bırakmazlar, çok bozulmuşlardır,” diyor, kimimiz, “Erdoğan’ın Kadri’ye muhtemel kişisel gıcığından” dem vuruyor, kimimiz, “Cumhuriyet’ten, Vakıf’la makıfla örgüt çıkarma iddiasını sürdürmek için Akın Atalay’ı tutarlar” diye akıl yürütüyordu; hep beraber, “bunca yaygaradan sonra hepsini bırakamazlar” diyor, baş sallıyorduk.

Belki de hukukî bir “şey” olma pozundaki Cumhuriyet davasını şimdilik böylece özetlemek yeterli sayılabilirdi. Saymayalım, zira tarihe kayıt düşüyoruz.
Kadri Gürsel’in 45 yıllık arkadaşı Ruşen Çakır, Medyascope’ta, “Kadri’nin tutukluluğunun sürmesi maalesef beklediğimiz bir şey,” diye dile getirdi düşüncesini, “çünkü dünya çapında tanınıyor.” 

Belki bu bahsi yukarıdaki “propaganda seferberliği” faslıyla birlikte ele alabilirdik. Çünkü Cumhuriyetdavasında suçlananın, tutuklananın, bırakılanın uğradığı muamelenin hukukla, hakikatle en ufak alâkası olmadığını dolaylı yoldan gösteriyor. İktidarın yalnız ülkeye gelen ve hoşa gitmeyen yabancılara değil kendi vatandaşlarına da uyguladığı “rehine politikası”nın en çarpıcı örneklerinden, Cumhuriyet tutuklamaları. Burada da “dünyaca” en çok bilinen isimler, Kadri Gürsel ile Ahmet Şık. Kadri, uluslararası gazetecilik camiasında yalnız saygınlığı, ilişkileri değil, görevleri, sıfatları olan bir isim. Ahmet de, en azından İmamın Ordusu macerasından beri uluslararası gazetecilik âleminde bilinen, saygı gören bir meslektaşımız. Rehinenin ağırlığı olmalı!

Avukat Bahri Bayram Belen, “…onlar da biliyor, biz de biliyoruz ki,” dedi mahkeme heyetini kastederek, “bu davada bu iddianamenin bütün dayanaksızlıklarına karşın, hepsinin tahliye kararını verebilmek öyle kolay bir şey değildi.”

Niye? Sorunun cevabı bizi yine hukuksuzluk hücresine hapsedecek. Akın Atalay, yurtdışından hakkındaki yakalama kararını bilmesine rağmen dönmüştü. “Kaçma şüphesiyle” tutuklu yargılanıyor! Bu yetmiyormuş gibi, tahliye edilenler arasında değil. Niye? Bu sorunun cevabının hukukî ölçütlerle verilemeyişi, yoğunlaştırılmış özet işte.
 
ZULME KATKI ARAYIŞLARI • Avukat Köksal Bayraktar, “Müvekkilim,”  diye anlattı, “evinde kahvesini içip gazetesini okurken bir haber geliyor. ‘Cumhuriyet’e baskın’ diye, müvekkilim koşup gidiyor. O esnada müvekkilimin evine gelip basıyorlar ve evin her köşesi aranıp tüm özel eşyalar çuvallara doldurulup götürülüyor. Bunlar söylenmedi, ama mahkeme heyetine sunmak zorundayım. Müvekkilim aylardır tutuklu, ben ona kitaplar götürdüm, almadılar. Bilgisayar yok, kitap yok, bir gazeteci için en büyük cezalandırmadır, ama anlamlandırmak zor.” 

Zor, yine de anlamlandırabiliyoruz. Burada apaçık, zulmü olabildiğince artırma kaygısı, çabası var. Son dönemin hemen bütün davalarında, soruşturmalarında devlet görevlilerinde görülen bu ihtirasın sebebinin, meselâ 12 Eylül’deki gibi, kısa süre öncesinin can korkusundan kaynaklanan bir intikam hırsı olamayacağı çok açık. Cumhuriyet mensupları hangi hakime, savcıya, polise, gardiyana fiilî tehdit yaratmış? Bu “failini bir türlü tatmin edemeyen zulüm dozu” meselesi, Türk-İslâmcı ideolojinin bünyesi ve tesirleri bâbında ayrıca ele alınmayı gerektiriyor. Burada sadece “Cumhuriyetdavası”nın ilave bir özelliği olarak zikredip geçiyorum.

Zulmü gözler önünde, gizlemeye gerek duymaksızın artırma politikasının -evet, bu bir politika- bir de basit, kaba hedefi var, haliyle: gözdağı. İkna faaliyetindeki başarı dereceleri ve “kapsama alanları” sonuna dayanmış, daha fazla yükselmesi-genişlemesi ihtimali bulunmayan iktidarlar için giderek daha değerli hale gelen araç.
 
* * *
Sonuç olarak: Hiç değilse sevdiğim saydığım bir kısım insanın, ömürlerinden dokuz ay gasp edildikten sonra, hapisten -umuyorum ki sadece “şimdilik” değil- kurtulmuş olmasından duyduğum sevinç, muktedir haksızlığın ömürlerinden çalmaya devam edeceği meslektaşlarım için duyduğum üzüntü ve endişeye bulanıyor. Eminim yalnız değilim. Bu karışık duygular içindeki insanlar olarak, tarihe kayıt düşmenin yanısıra, adaletsizliği içimize sindirip köşemize çekilme şansımız olmadığını da her an hatırlamak ve hatırlatmak düşüyor bizlere.

Günün birinde bu ülkede asgarî hukuk düzeni kurulur, asgarî adalet kavramı hüküm sürerse, Cumhuriyet davasını tertip ve bu komploya iştirak edenler yargılanacaktır. Böyle bir yargılama olmazsa, bileceğiz ki, hak, hukuk, adalet de henüz tesis edilmemiştir. 


* Bu yazı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'te yayımlanmıştır