Ekonomi

Prof. Acemoğlu: Sandık doğru seçenekleri sunmadığında demokrasi eylemle ilerler

Prof. Daron Acemoğlu'ndan 'Gezi Parkı' yorumu: Cin şişeden çıktı; ne cin, ne de Türk demokrasisi bir daha şişeye tıkılabilir

06 Haziran 2013 16:21

ABD’nin en saygın üniversitelerinden olan Massachusetts Institute of Technology (MIT) Ekonomi Profesörü Daron Acemoğlu, New York Times için kaleme aldığı “Türkiye’de kalkınma demokrasiyi getirmeyecek” başlıklı yazısında demokratikleşme ve ekonomik büyümenin paralel ilerlediği tezinin doğru olmadığını belirtti. Gezi Parkı protestolarını “Sandık doğru seçenekleri sunmadığı zaman, demokrasi doğrudan eylemle ilerler” sözleriyle de değerlendiren Acemoğlu, “Birkaç yüz göstericinin başlattığı barışçı protestolar, önümüzdeki yıllarda Türk demokrasisini tanımlayabilir” dedi. Prof. Acemoğlu, "tehlike" olarak ise "AKP’deki şahinlerin bu olayları toplumu daha da bölmek için kullanmasını" işaret etti. Acemoğlu, “Bu olayları bir dönüm noktası yapan şey, Türk toplumunun geniş bir kesiminin duyduğu memnuniyetsizliğin şimdi açığa çıkmış olması” ifadesini kullandı ve yazısını “Cin şişeden çıktı. Ne bu cin ne de Türk demokrasisi bir daha şişeye tıkılabilir” diyerek sonlandırdı.

İşte Prof. Daron Acemoğlu’nun New York Times’da yayımlanan yazısının tam metni:  

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kısaca AKP diye bilinen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sağladığı iktisadi hamleler sayesinde, son birkaç yıldır, Batılı başkentlerde, özellikle de Washington’da Türk demokrasisi konusunda genel bir iyimserlik var.

Bu iyimserler, ve hatta Türk demokrasisinin yetersizlikleri olduğunu kabul edenler bile, siyaset bilimci Seymour Martin Lipset’in meşhur modernleşme teorisine – bir ülke daha müreffeh bir hale geldikçe daha fazla demokratikleşmenin de bunu otomatik olarak takip edeceği fikrine – inanma eğilimindeler. Türkiye son on bir yılda hızlı ve istikrarlı biçimde büyüyor, demek ki, bu teoriye göre, ihtiyacımız olan tek şey belki de sabretmek. Bu mantıkla, Erdoğan’ın kendi iktisadi başarıları kaçınılmaz olarak onun otoriter yönetim biçiminin sonunu getirecek.

Ancak modernleşme teorisi dünyanın çeşitli yerlerinde demokrasinin yükselişini açıklamakta fazla bir başarı göstermemiştir. Mesela, benim Simon Johnson, James A. Robinson ve Pierre Yared ile yaptığım araştırma ortaya koydu ki, daha hızlı büyüyen ülkeler demokratik olma yönünde ya da hâlihazırda var olan demokratik kurumlarını sağlamlaştırma yönünde daha güçlü bir eğilim göstermiyorlar. Güney Kore ve Tavyan gibi demokratikleşmenin hızlı büyümeyi takip ettiği birkaç vakada ise, bu otomatik olarak değil, mücadeleci bir siyasi süreç – ve orduyla protestocular, sendikacılar, öğrenciler arasında çok daha fazla şiddet içeren çatışmalar – sonunda gerçekleşti.

Ve bunların, Türkiye’de bu hafta olanlarla çok fazla bir ilgisi yok.

Gösterilerin kaba kuvvetle bastırılmasının öncesinde bile, Türkiye’nin olgun bir demokrasi - Ortadoğu’nun geri kalanı için bir rol modeli - olma yolunda ilerlediği inancı savunulabilir olmaktan çıkmıştı.

AKP iktidarını sağlamlaştırdıkça, görüş ayrılıkları giderek daha az hoşgörülür oldu. Yargı kurumları sahip oldukları az miktardaki bağımsızlığı da yitirdiler ve üst rütbeli subaylardan gazetecilere kadar hükümeti eleştiren bir dizi insan, birçok durumda adil bir yargılanmadan geçmemişken şimdi cezaevinde. (Gazetecileri Koruma Komitesi’ne göre, Türkiye cezaevindeki gazeteci sayısı bakımından Çin’i geçmiş durumda.)

Son bir haftada yaşanan olaylar sırasında demokrasinin siperleri pek ön plana çıkmadı. Kendi partisi içinden Başbakan’a (Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yumuşak çıkışı haricinde) hemen hiç eleştiri gelmedi.

Türk cumhuriyetinin kurucu babası Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan anamuhalefet partisi hâlâ geçmişe sıkışıp kalmış görünüyor – sadece Türk devletinin ulusalcı, laik ideolojisini savunmaya odaklanıyor.

Ve Türk medyası da hâlâ sindirilip boyun eğmiş bir halde; öyle ki, İstanbul’da geriye kalan az sayıdaki parklardan birinde yeni bir alışveriş merkezi yapılmasına karşı küçük protestoların nasıl da Erdoğan’ın otoriterliğine meydan okuyan spontane bir kitle hareketine dönüştüğü konusunda fazla haber yapmadılar. Esasen, CNN International Taksim Meydanı’ndan canlı yayın yaparken, kısmen Turner Broadcasting’in sahip olduğu yerli kanal CNN Türk penguenlerle ilgili bir program yayınlıyordu.

Böyle bile olsa Taksim Meydanı’nda birkaç yüz göstericinin başlattığı barışçı protestolar, iki nedenle, önümüzdeki yıllarda Türk demokrasisini tanımlayabilir.

Birincisi, demokrasi sadece seçimlerde olmaz; hele ki sandıktaki seçenekler Türkiye’de olduğu gibi cazibeden uzaksa. Britanya demokrasisi on dokuzuncu yüzyılda kısmen sokak protestolarının bir sonucu olarak olgunlaştı; bu protestolar, sadece daha önce haklardan yoksun olanların haklarına kavuşması sonucunu vermedi, aynı zamanda seçmenlere yeni seçenekler sunan İşçi Partisi’nin de kuruluşuna yol açtı. Türkiye’nin birçok şehrinde, sert polis müdahalesine rağmen sokağa dökülen çok sayıda insan, Türk demokrasisinin reşit olma anını temsil ediyor olabilir.

İkincisi, bu protestoların ve bunların içinden çıkabilecek siyasi hareketlerin son yirmi yıldaki, kökü derinlere dayanan ama bayatlamış siyasi bölünmeleri aşma şansı gerçekten de var. Recep Tayyip Erdoğan 1998’de bu bölünmeleri gayet özlü bir şekilde ifade etmişti: “Bu ülkede Siyah Türkler ve Beyaz Türkler ayrımı var. Tayyip kardeşiniz Siyah Türklerdendir.”

Türkiye’de bu terimlerin cilt rengiyle hiçbir alakası yok. “Beyaz Türkler,” kendilerini Atatürk’ün mirasının savunucusu gibi gören iyi eğitimli, müreffeh laik elitlerdir. Çoğunlukla hükümet bürokrasisiyle, askeriyeyle ve başlıca Türk şehirlerindeki büyük iş çevreleriyle bağlantılıdırlar. “Siyah Türkler” ise Beyaz Türklerin eğitimsiz, alt sınıf ve kendi dindarlığına hapsolmuş gözüyle bakıp küçümsediği insanlardır. Elitler, onlara köylüler ya da köylülük mirasını üzerinden atamayanlar olarak bakarlar.

Türk ordusu, sol siyasete karşı mücadelesinde belli dönemlerde, özellikle de 1980 askerî darbesinden sonra dini silah olarak kullanmışsa da, 1990’lardan başlayarak laik elitin iktidarına karşı en büyük meydan okuma, açıkça Siyah Türkleri temsil eden dindar muhafazakâr partilerden geldi.

1997’de ordu, AKP’nin selefi olan ve daha sonra Anayasa Mahkemesi’nce kapatılan Refah Partisi’nin liderliğindeki bir hükümeti devirdi. 2007’de, AKP’yi yine benzer biçimde Anayasa Mahkemesi’ni peşine takarak ve dindar bakışından ötürü Türk Anayasası’nı ihlal ettiği gerekçesiyle partinin kapatılabileceğini hissettirerek tehdit etti.

Laik elit için bilhassa rahatsız edici olan şey, yeni Cumhurbaşkanı Gül’ün eşinin, Anayasa tarafından kamusal alanda yasaklanan bir şey olan başörtüsünü kullanmasıydı.

1997’den bu yana, Türk siyasetini bu bölünmeler tanımlayageldi. Ordu başarısız oldu ve AKP meydan okumalar karşısında ayakta durdu. Eskiden haklardan mahrum olanların güç kazanması anlamında Türkiye daha demokratik bir hale geldi. Ancak liberal demokrasi yönünde fazla adım atmadı. Aksine, Türk toplumu katı bir laikliğin destekçileri ile Erdoğan liderliğinde eline geçen yeni gücünü ordudan, laik elitlerden ve diğer muhaliflerden giderek daha kesin bir otoriterlikle intikam almak için kullanan AKP arasında daha fazla kutuplaştı.

Bu hafta gerçekleşen protestoların hükümeti devirmesi, hatta Başbakan’a tam bir geri adım attırması bile beklenmiyor. Eylemlerin önemi, simgeledikleri şeyde yatıyor.

Birdenbire, sadaka ya da siyasi taviz istemeksizin, Türk siyasetinde kendi seslerinin de olması talebiyle sokağa dökülen ve kendi içinde farklılıklar gösteren bir grup insan var. Protestocular, saatleri geriye alıp geçmişin sert laiklik uygulamasına dönmek isteyen katı muhalefet yanlıları değiller; onlar, AKP’nin giderek artan biçimde dışarıya kulak tıkayan iktidar tekelinden rahatsız genç şehirliler.

On dokuzuncu yüzyıl Britanya’sında olduğu gibi, sandık doğru seçenekleri sunmadığı zaman, demokrasi doğrudan eylemle ilerler.

Türkiye’deki tehlike AKP’deki şahinlerin bu olayları toplumu daha da bölmek için kullanmasıdır. Şimdiden protestoların amacının daha önce haklardan mahrum bırakılanların elde ettiği yeni gücü tırpanlama çabası olduğunu söylemeye başladılar; sokaklardaki j-kadın ve erkekleri alkolikler, yağmacılar ve solcular diye etiketlediler.

Bu şahinlere, birkaç istisna dışında hâlâ parti çizgisini izleyen Türk medyası da yardımcı oluyor. Kısa vadede, Türk siyasetini daha da kutuplaştırmakta ve AKP’nin devlet kurumları üzerindeki denetimini sağlamlaştırmakta başarılı olabilirler.

Ancak bu olayları bir dönüm noktası yapan şey, Türk toplumunun geniş bir kesiminin duyduğu memnuniyetsizliğin şimdi açığa çıkmış ve Türk medyası bunu görmezden gelse bile, bu bilginin yaygınlaşacak olmasıdır.

Cin şişeden çıktı. Ne bu cin ne de Türk demokrasisi bir daha şişeye tıkılabilir.

Çeviri: T24