29 Haziran 2014 12:57
AKP’nin 2007 yılındaki yeni Anayasa çalışmalarında görev alan Türkiye’nin Anayasa hukukçusu Prof. Ergun Özbudun, anayasa hukukçusu Serap Yazıcı’nın “AKP’li bir adayın Cumhurbaşkanı olması, yeni bir başkanlık sistemini beraberinde getirecektir. Türkiye zor günlere gebedir” sözlerine katıldığını belirterek, “Bütün güçleri başkanın elinde temerküz ettiren, bir nevi ‘Süper Başkanlık’ sistemi. Ben böyle bir sistemi, demokratik bir hükümet sistemi saymıyorum” dedi.
AKP’nin Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu Başkanlık sistemi modelini değerlendiren Prof. Özbudun, “Bu sistem, kararnamelerle yönetim imkânı sağlıyor. ABD’de bu tasavvur bile edilemez. Bazı şartlarda Meclis’i fesih yetkisi sağlıyor. Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK muadili bir kurulun üyelerinin önemli bir çoğunluğunu, Başkan’ın seçmesi öngörülüyor. Kısmen de yine onun kontrolü altında olan politik Meclis çoğunluğu… Dolayısıyla kuvvetler ayrılığından ve dengelerden eser kalmıyor. Böyle bir sistem fevkalade endişe verici ve rejimi değiştirici bir durum yaratır” ifadelerini kullandı.
Bugün gazetesinden Fatih Vural’ın sorularını yanıtlayan, CHP ve MHP’nin çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Köşk adaylığına olumlu yaklaşan Prof. Ergun Özbudun, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adaylığını ve Türkiye’nin başkanlık sistemine geçmesini değerlendirdi. Fatih Vural’ın “Ergun Özbudun: Milli irade kavramı tedavülden kalktı” başlığıyla yayımlanan (29 Haziran 2014) röportajı şöyle:
2007 yılında, Başbakan Erdoğan’ın kendisinden bizzat talebi üzerine ekibiyle AKP için yeni bir Anayasa taslağı hazırlayan Prof. Dr. Ergun Özbudun, bugün gelinen noktayı endişe verici buluyor.
AK Parti’nin Başkanlık sisteminin, bütün güçleri elinde temerküz ettiren ‘Süper Başkanlık’ olduğunu belirten Ergun Özbudun, “Bu, demokratik bir sistem değil. Hukuki karşılığı da yok ama Erdoğan, Cumhurbaşkanı seçilirse fiili olarak bu sisteme geçilecek” diyor.
Anayasa Hukukçusu Serap Yazıcı, Abant Platformu’nda yaptığı sunumda, “AKP’li bir adayın Cumhurbaşkanı olması, yeni bir başkanlık sistemini beraberinde getirecektir. Türkiye zor günlere gebedir” dedi. Katılıyor musunuz bu düşünceye?
Katılıyorum. Eğer ABD’deki Başkanlık sistemi örneğini ele alırsak, demokratik hükümet sistemlerinden birisi. Fakat AK Parti’nin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu Başkanlık sistemi modeli, ABD tipi yani gerçek bir kuvvetler ayrılığına, denge ve denetimler sistemine yer veren bir Başkanlık sistemi değil. Bütün güçleri başkanın elinde temerküz ettiren, bir nevi ‘Süper Başkanlık’ sistemi. Ben böyle bir sistemi, demokratik bir hükümet sistemi saymıyorum.
Hangi yetkilerle donatılıyor, AKP’nin Süper Başkanlık sistemi?
Bu sistem, kararnamelerle yönetim imkânı sağlıyor. ABD’de bu tasavvur bile edilemez. Bazı şartlarda Meclis’i fesih yetkisi sağlıyor. Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK muadili bir kurulun üyelerinin önemli bir çoğunluğunu, Başkan’ın seçmesi öngörülüyor. Kısmen de yine onun kontrolü altında olan politik Meclis çoğunluğu… Dolayısıyla kuvvetler ayrılığından ve dengelerden eser kalmıyor. Böyle bir sistem fevkalade endişe verici ve rejimi değiştirici bir durum yaratır.
Bunu hukuken yapabilmeleri mümkün mü?
Bunu hukuken yapabilmek için asgari Anayasa değişikliği çoğunluğuna yani üye tam sayısının beşte üçüne ulaşmak lazım. Bugün, belki memnuniyetle belirtmemiz gerekir ki AKP böyle bir çoğunluktan yoksun! Bugünkü Meclis kompozisyonunda da böyle bir çoğunluğu sağlaması kesinlikle muhtemel değil. Ama 2015’te böyle bir çoğunluk sağlandığı takdirde, Mehmet Ali Şahin’in “Fikirlerimizi projeden fiile geçireceğiz” ifadesi var. Dolayısıyla partinin iddiası devam ediyor.
Bu açıdan 2015 Seçimleri ve ona giden süreç, büyük politik önem taşıyor. Şu andaki tahminim, AKP’nin 2015 Seçimleri’nde de bu çapta bir çoğunluk elde edemeyeceği, hatta oylarında bir miktar azalma olacağı yolunda.
Öyleyse AKP’nin Başkanlık projesi, otoriterleşmenin hukuken tescili anlamına geliyor…
Evet, tam manasıyla. Erdoğan’ın seçildiği takdirde, fiilen, ‘de facto’ olarak bunu gerçekleştireceği anlaşılıyor. Bu ancak kısmen olabilir. Anayasa’nın 104. Maddesi’nin, Cumhurbaşkanı’na verdiği birçok yetki var. Bunları kullanılıp kullanılmayacağı da şahsi takdirine bağlı.
Ne var o yetkiler içinde?
Mesela istese bütün Bakanlar Kurulu toplantılarını, kendi başkanlığı altında yapabilir. Anayasa’da bir sınırlama yok. De facto bir Başkanlık ya da Yarı-Başkanlık yönünde bir eğilim yaratabilir. Eğer Başbakan, bunu hoş karşılayacak biri olarak seçilirse ki Başbakan’ı seçmek de Cumhurbaşkanı’nın yetkileri arasında o takdirde, bahsettiğim sistem fiiliyata dökülebilir.
2007 yılında, AK Parti’nin Anayasa taslağına büyük katkı sağladınız. 2010 Referandumuna da Anayasa beklentisiyle gidildi ve büyük bir hayal kırıklığı yaşandı. Başkanlık sisteminin, Erdoğan’ın gizli ajandasında hep olduğu düşüncesine nasıl bakıyorsunuz?
O dönemde, böyle bir gizli ajandası olduğu intibaı bizde uyanmadı. Hatta devlet organları arasındaki ilişkilerin Parlamenter sistem esaslarına göre düzenlenmesi ve Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin de buna göre tanzim edilmesi, 2007’deki AKP Seçim Beyannamesi’nde yer almıştı. “Cumhurbaşkanı, Parlamenter sistemde ancak sembolik ve temsili bir role sahiptir” cümlesinin anlamı, “Cumhurbaşkanının mevcut yetkilerini de azaltacağız” demektir.
Bizim hazırladığımız taslak da bu yöndeydi. Parlamenter sisteme uygun bir model tasarlamaya çalıştık. Cumhurbaşkanının yetkileri ciddi oranda tırpanlandı. Temsili düzeye indirildi. Ama o taslak bir yere ulaşmadı.
Tayyip Bey, o taslağı nasıl bulmuştu?
Son derece olumlu buldu. Kendisine de bir sunuş yapmıştık. Hiçbir menfi tepki göstermedi. Aksine daha demokratik yönde tavsiyelerde bulundu. O dönemde AKP’nin başka bir siyasi gündemi olduğu yönünde bir izlenimim yoktu.
Ya bugün?
Bugün için durum farklı. Tercihleri çok farklı görünüyor. Bu değişimin de herhangi bir mantıki nedenini göremiyorum. Çünkü parti ve Başbakan yeterince popülariteye sahipti. Türkiye, bir hükümet istikrarsızlığından mustarip değildi. Güçlü bir hükümet, istikrarlı bir Parlamento çoğunluğu vardı. Bunların devam edeceğine dair her türlü emare mevcuttu. Binaenaleyh, Parlamenter sistemden şikâyet edip de, radikal şekilde farklı bir sisteme geçmenin rasyonel bir nedeni yok.
Anayasa taslağını hazırladığınız yıl, Ergenekon’un da ortaya çıkarıldığı yıldı ve askeri vesayetle mücadele ediliyordu. Şimdi ise bunun ‘sivil vesayet’ ile ikame edildiği çokça konuşuluyor. Vesayetlerin bir türlü bitmemesi, hukukun zayıflığını mı gösteriyor?
Bunun nedeni, Türk siyasi kültürünün, demokratik değerlere çok fazla aşina ve bağlı olmaması. Sayın Serap Yazıcı da Abant Toplantısı’nda ifade etti. Türkiye iki kutup arasında bocalamıştır: Ya vesayetçilik, ya çoğunlukçuluk! Her ikisi de liberal demokrasiye uygun olmayan alternatifler. Birinden kurtulduk fakat öbürüne doğru gidiyoruz süratle.
Sayın Başbakan, demokrasinin ve meşruluğun tek kriteri olarak sandığı görüyor. Bunu da artık siyaset biliminde kullanılmayan ve retorik bir ifade olan ‘milli irade’yle ve onun kutsallığıyla ifade ediyor.
Liberal demokrasi için son derece önemli olan denge ve denetleme mekanizmalarından hiç bahsetmiyor. Çare, vesayetten uzak bir halk iktidarı; gerekli fren ve dengelerle donatılmış sınırlı bir iktidar. Çoğunluğun sınırsız hâkimiyeti değil!
Yani?
Parlamento çoğunluğu, her zaman halk çoğunluğunu da yansıtmayabilir. Seçim sisteminin icabı olarak, yüzde 40’lar civarında oy alan bir parti, Parlamento’da yüzde 50+1 çoğunluğa sahip olabilir. O zaman da yüzde 50’nin üstündeki bir kesimin haklarını, o çoğunluğun merhametine teslim etmiş olursunuz. Bugünkü anlayış da böyle ve endişe verici.
Türkiye geçtiğimiz hafta 1980 Darbesi’nin aktörlerini mahkûm ederken, hâlen o aktörlerin hazırladığı Anayasanın yürürlükte olması size ne anlatıyor?
Türkiye, bunun yerine yapacağı Anayasa için bir konsensüse varamadı. Konsensüse yakın bir çoğunluk da oluşamadı. 2011 Seçimlerinden sonra büyük bir ümitle Anayasa Uzlaşma Komisyonu kuruldu. İki sene de iyi niyetle çalıştı. Fakat partilerin ‘iyi Anayasa’ tasavvurları o kadar farklı ki, 60 civarında madde üzerinde uzlaşabildiler. Bunlar da temel maddeler değil, daha teknik maddeler.
Kenan Evren konuşsa, belki onun bile savunmayacağı bir Anayasa’yı değiştirememek gibi hakikaten trajikomik bir durum yaşıyoruz. Sadece Anayasa değil, o Anayasa döneminde çıkmış birtakım temel kanunları da değiştirmedi.
Hangileri onlar?
Siyasi Partiler Kanunu’ndaki çağ dışı yasaklar hâlâ duruyor. Yüzde 10 barajı hâlâ duruyor.
Türkiye gerçekliğinde ne olmalı barajın oranı?
Yüzde 5. Almanya, Macaristan, Polonya gibi demokratik niteliklerinden kuşku duyamayacağımız ülkelerde bu oranda. İsveç’te yüzde 4 oranında.
Yüzde 10’un savunusu için kullanılan, “Koalisyon partilerini ortaya çıkarır. Türkiye’nin istikrarını bozar” ifadesinin bir doğruluğu var mı?
Türkiye’de çok partili dönemin tümüne baktığınızda, tek parti hükümetlerinin süresi daha fazladır. Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, 12 senedir de AKP. Dolayısıyla, Türkiye her zaman koalisyon hükümetlerine muhtaç olmuş değil. İkincisi, koalisyon hükümetlerinin hepsi de başarısız olmuş değil. 1999-2002 arasındaki üç partili hükümet döneminde çok önemli Anayasa değişiklikleri gerçekleşmiştir. AB Uyum Paketleri’nin ilk üç tanesi gerçekleşmiştir.
Koalisyon hükümetlerini, genellemeyle yerin dibine batırmak doğru değil. Kaldı ki Türkiye’nin şu anki güç dengesinde bir koalisyon ihtimali de son derece uzak. Beklenmedik gelişmeler olmadığı takdirde, AKP’nin çoğunluğunu önümüzdeki bir-iki dönem koruyabileceği tahmin edilebilir. Dolayısıyla barajı yüzde 5’e indirmek, temsilde adaleti daha iyi sağlar.
Önümüzde bir Tunus örneği var. Arap Uyanışı’nın başladığı Tunus, hem sosyolojik çoğulculuğu kabullendi, hem de bunun sonucunda yeni Anayasası’nı hazırladı. Türkiye’ye kıyasla ne diyor size, Tunus örneği?
Çok olumlu. Arap Baharı büyük ümitler uyandırdı ama başta Mısır olmak üzere hayal kırıklıklarına yol açtı. Bahar kışa döndü. Tunus, Arap ülkeleri arasında tek istisna. Ben bu sürecin başarıyla sonuçlandırılmasını, oradaki siyasi güçler arasındaki müzakere, uzlaşma ve orta noktayı bulma ruhuna bağlıyorum. Çünkü orada da İslami partilerle laik partiler arasında ideolojik farklar var. Hatta derin de denilebilir. Ama Tunus’taki Anayasa yapımı sürecinde, bir taraf tercihini diğer tarafa dayatmamıştır. Uzlaşma aramıştır. Ve neticede bulunan formüller de uzlaşmaya dayanan formüllerdir.
Mesela?
Mesela, İslamiyet devletin resmi dini olarak kabul edilmiştir. Ama öte yandan egemenliğin, halktan geldiği yönünde bir hükme yer verilmiştir. Ve devlet, ‘devlet-i medeniyya’, sivil devlet olarak adlandırılmıştır. Bu, Arap terminolojisinde az çok laik devlete tekabül eden bir deyim. Yani devletin bir inancı empoze etmemesidir. Şeriat kanunlarına da özel ve üstün bir konum tanınmamıştır, yeni Tunus Anayasası’nda. Uzlaşma ruhu hâkim olmuştur.
Buradan Türkiye’nin de dersler çıkarması lazım. Din-devlet ilişkilerinde olsun, Kürt sorununda olsun, aktörler gerçek bir uzlaşma niyetiyle masaya otururlarsa, herkesin büyük ölçüde benimseyeceği makul formüller bulunabilir. Ama Türkiye şu anda bu tür bir müzakere ve uzlaşma ortamından çok uzak.
17 Aralık’ı ve 25 Aralık’ı bir hukukçu olarak nasıl okudunuz?
Orada iki tez var. Bu tamamen rutin bir yolsuzluk ifşaatı mıdır, yoksa daha geniş bir politik anlamı var mıdır? O konuda fikir beyan edebilecek konumda değilim. Ama yolsuzluk iddialarının üstüne de dürüstlükle ve cesaretle gidilmesi de gerekirdi.
Hükümet bunu bir darbe teşebbüsü olarak gördü; ama darbeyle bir alakası yok. Eğer hakikaten birtakım polis yetkilileri ve savcılar görevlerini kötüye kullanmışlarsa, o zaman bunun somut delilleri ortaya konulmalı. Ama burada hükümetin takip ettiği yol, unutturma ve bunu demokrasi dışı saiklere, dış komplolara bağlama gibi mantığa pek hitap etmeyen yönde ilerliyor. Bu durum, insanların demokrasiye inancını da sarsıyor.
17 ve 25 Aralık’tan sonra hükümetin HSYK’da yaptığı değişiklikleri, “2010’da yaptıkları reformları geri aldılar” diye yorumluyorsunuz…
Evet, paradoksal ve hazin bir manzara. 2010 Reformlarını, Türkiye’deki bütün liberal çevreler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, Venedik Komisyonu vs. hep övdü. Onu yapan da bu iktidardı. Aynı iktidarın bugün o reformları tamamen tersine çevirici, Adalet Bakanı’nı kurul içinde hâkim konuma getirici bir kanun çıkardığını gördük.
Memnuniyetle karşılamak gerekir ki Anayasa Mahkemesi (AYM) bunun önemli hükümlerini iptal etti. Ama hükümet çevreleri tarafından tepkiyle karşılandı. Vesayetçiliğe dönmekle, siyasi karar vermekle itham edildi. Bunlar doğru değil. AYM gayet dikkatli ve özenli bir inceleme yapmıştır. 30 küsur iptal talebini de reddetmiştir. Doğruya doğru, eğriye eğri diyen, her hükmü kendi mantığı içinde değerlendiren özenli bir karar vermiştir.
Bir hukukçu olarak, AKP’den yükselen “AYM’nin iptal yetkisi kaldırılmalı” önerisine bakışınız nedir?
O bir milletvekilinin ifadesi.
Hukuki bir cehalet mi?
O kelimeyi kullanmak istemedim ama şimdi kullanmak zorundayım. İptal yetkisinin kaldırılması, Anayasa yargısının tümüyle kaldırılması demektir. Çünkü AYM’nin elindeki tek hukuki silah, iptal yetkisidir. Kaldırırsanız, AYM kalmaz. Bereket ki bir milletvekiliyle sınırlı kaldı, bu görüş. Adalet Bakanı da “AYM ile ilgili bir planımız yok” dedi. Ama AYM’nin Twitter, HSYK, bireysel başvuru ile ilgili diğer bazı kararları hakkında hükümet çevreleri, memnuniyetsizlik ifade etmişlerdir.
İdeallerindeki AYM de, Anayasa’yı değiştirdikleri takdirde yine başka şekilde oluşacak. Mesela üyelerinin çoğunluğu, başkan ve Parlamento çoğunluğu tarafından seçilecek bir AYM. Ama o da AYM’nin siyasi bağımsızlığını yok edecek bir formül olur.
AYM’nin Balyoz kararı için ne dersiniz?
Orada bir zihin karışıklığı oldu. Davanın esasına ilişkin bir karar değil bu. Zaten AYM’nin bireysel başvuru yolunda, işin esası hakkında bir karar verme yetkisi yok.
Yargılama sürecinde Anayasada zikredilen temel haklara aykırı bazı durumlar tespit edilirse, bu takdirde yargılamanın yenilenmesini isteyebilir. Yapılan budur. Bazı noktalarda adil yargılanma hakkına ilişkin aykırılıklar tespit etmiştir. Dolayısıyla yargılamanın yenilenmesi için bunu genel mahkemelere göndermiştir. Bazılarının zannettiği gibi Yargıtay’ın yerini almak, onun yerine geçmek ya da Süper Temyiz Mahkemesi olmak gibi bir durum yok.
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığı sizi şaşırttı mı?
Herkes gibi. Ama kendisini çok olumlu bir aday olarak görüyorum. Benim seçimlerden önce oyumu açıklamak gibi bir prensibim yok; ama kendisini geçmişte de tanırdım, son derece yetenekli, birikimli, beyefendi ve ılımlı bir insandır. İsabetli bir tercih. AKP adayı karşısında başarı şansı olabilecek, mütedeyyin kesimden de oy alabilecek bir aday olması şart. Politik realite bu.
CHP’nin son dönemdeki tercihlerinde muhafazakâr-milliyetçi seçmeni göz önünde bulundurması, bu kesimlerle yakınlaşma çabası sizin de dikkatinizi çekiyordur. Türkiye’de homojen bir siyasetin de sonuna geliyor gibiyiz.
CHP’nin yakın zamana kadar takip ettiği laiklik, Batı ülkelerinden farklı olarak, dışlayıcı bir laiklikti. Son zamanlarda ise CHP’nin dini duygulara ve hislere daha hürmetkâr, Batılı anlamda bir laiklik sistemini benimsediğini görüyoruz. Bu, CHP’nin klasik, Kemalist kanadında bildiğimiz tepkilere yol açıyor. Fakat tarihi, zorunlu, sosyolojik gelişme; demokratik bir laiklik anlayışından yana. CHP’nin mevcut liderliğinin bunu fark etmiş olması, ülkedeki laiklik-muhafazakârlık çatışmasını da yumuşatacaktır. CHP’nin şansını artıracaktır.
Öbür tarafta da laikliğin değeri yeni mi anlaşılıyor?
Anlaşılması gerekiyor. Çünkü biz çok lüzumsuz ve yıpratıcı bir mücadelenin içinden geçtik on yıllar boyunca. Hakikaten mütedeyyin kesim de ciddi haksızlıklara uğradı. AKP iktidarında olumlu nokta, bu haksızlıkların kaldırılması oldu. Başörtüsü meselesi, İmam-Hatipler vs. Laiklik, sadece dini bir hayat tarzına sahip olmayan insanlar için değil, mütedeyyin insanlar için de bir teminattır.
© Tüm hakları saklıdır.