Kültür-Sanat

Şair Ferruh Tunç: Şiir, ayarı bozulan söze mihenktir, az duyulduğuna bakmayın

'Bir Cümle Olmaya Geldim', raflardaki yerini aldı

08 Şubat 2018 19:30

Şair Ferruh Tunç'un yeni şiir kitabı "Bir Cümle Olmaya Geldim", raflardaki yerini aldı. Önceki kitaplarıyla Ceyhun Atuf Kansu, Behçet Aysan ve Behçet Necatigil şiir ödüllerini alan Tunç, "Bugün de şiir, bütün sanatların anası olarak, her zaman ayarı bozulan söze mihenk olmayı sürdürüyor. Az duyulduğuna bakmayın" dedi.

Cumhuriyet Kitap Eki'nde Banu Kurt'un imzasıyla yayımlanan söyleşide, Tunç'un "Benim yurdum evren, samanyolu, doğu, batı, kuzey, güney, Türkiye, Antalya... Bazen bakar göremem, bazen sıkı sıkı sarılırım" ifadesi yer aldı. 

Söyleşinin tam metni şöyle:

- Önce Şehrin Eski Yolcusu… Melez Zamanlar, Tunç Ayna ve Bir Cümle Olmaya Geldim… Ahmet Telli’nin yorumuyla şiirlerinizde hep bir zaman ve mekan arayışı var. Kitabın açılışında yer verdiğiniz ‘Hipotez’de “Pusulanın göstermediği bir yer var / Yolum oraya benim” diyorsunuz. Yolculuk ne sizce ve nereye ya da daha ne kadar yolunuz var?

Yolculuk; mekan ve zamanla rutin dışında bir kavuşma, kucaklaşma... Yadırgamayı, şaşırmayı, ayrılmayı, kavuşmayı ve yakın ağırlıktaki duyumsal estetik varoluş kategorilerini öylesine güçlü barındırıyor ki; onun insan hayatında temel, şiirsel bir metafor oluşu bundan. Sembolden çok ötelerde... Bu yüzden, yolculuğun neyi ifade ettiği sorusu şiirsel bağlamda kalarak kolay cevaplanamaz bence. İnsanın, bildiği ile duyduğu arasındaki mesafenin kısaldığı, birinin ötekine dönüştüğü özel bir var olma hali yolculuk... İlham verici olmaktan daha çok, insanın ilhama dönüşmesinin sözünü veriyor uygun ya da hazır olana. İnsan doğasının onsuz düşünemeyeceğimiz ‘gel-git’i arasındaki zaman ve yol farkı, hareketlilik...

- “Uçar dünyanın bir ucuna / Döneriz sonra yurdumuza”… Peki gitmek mi dönmek mi, aslolan hangisi?

Dolunayımızın çekimiyle, yarım ayın gölgesiyle kabarıp sönmelerimizin dile gelişi gidip gelmelerimiz... Böyle olunca, aslolan ne gitmek ne de gelmek. Gidip gelmek! “Yani gider, yine geliriz” 

- Ya ‘Nostos’? Kitapta bunun için yazdığınız bir şiir var. İnsanın döndüğü yer neresidir acaba?

Dönüp geleceğimiz yer özlediğimiz yer Nostos. En özlediğimiz yer, yurdumuz. Nostalji duygusunun yöneldiği yer... 

- Okurun da eşlik ettiği ve dönüştüğü bir yolculuk bu aslında. Arayışınıza katılıyoruz, her birimiz kendi ait olduğumuz bahçelere, zihnimizde mim koyduğumuz müzelere, herhangi bir denize üflediğimiz geçmişimize ve geleceğimize dönüyoruz. Ne bulacağız bu yolculuğun sonunda?

Yolculuğun sonunda bir şey bulunmayacağı, az önceki cümlemizde saklı. Bu soruya en güzel cevaplardan biri Cevat Çapan Türkçesiyle, İthaka şiirinde verilmiştir. Nostos’un ne ya da neresi olduğunun yanıtı da var burada;

“Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka.”
(Konstantin Kavafis / Çev. Cevat Çapan)

Benim yurdum evren, samanyolu, doğu, batı, kuzey, güney, Türkiye, Antalya... Bazen bakar göremem, bazen sıkı sıkı sarılırım.

- Gelelim söze… Bir cümle olabilmek için nice cümleler kuruyorsunuz, sözü yontup içinden başka şiirler çıkarıyorsunuz. Dönüşüm henüz bu kadar sıradanlaşmamışken bile mesela Hegel şiirin gerilediğini yazıyor, Sartre sözcüklerin gücünü kaybettiğini savunuyor. Sizce şimdi söz nerede duruyor?

Tarih boyunca söz bir yandan çoğalıyor, zenginleşiyor, güçleniyor; bir yandan da yayılıyor, sığlaşıyor, değeri düşüyor. Ama çağ dönümlerinin hemen ardından sürecin bu ikili karakteri daha bir fark ediliyor. 

Geride bırakılan bir çağda içten içe değişmekte olan söz ayarı, çağ dönümünün ardından deyim uygunsa birdenbire gövdeleşiyor, resmileşiyor. 

Böyle zamanlarda, hem görece eski istikrarın hem de yeni ‘devrimci’ durumun sözcüleri, taraftarları oluyor. Yalınkat bir saflaşma değil ama. Bu ikiliğin her ikisi de aynı bünyede, biri daha ağır basmak üzere bulunabiliyor.

Hegel’in ve Sartre’ın sözleri bir göreceliliğe işaret ediyor bu bakımdan. Biri, sanayi devrimi ile ortaya çıkan geçiş döneminin getirdiği olumsuzluklar bağlamında, ikincisi, sözünü tutmayan modernizme verilen bir dizi nihilist cevaptan biri olarak böyle söylenmiş olmalıdır. Hatta, siz bunlara ‘Söz yok oldu, bir şey bilmiyoruz, simülasyon ve simülarklarla çevriliyiz’ diyen bir ‘postmodern kötümser’ daha ekleyebilirsiniz.

Işığın tutulduğu yeri aydınlatan bu türlü saptamalardan, analizlerden, aforizmalardan çok şey öğreniriz. Ama bu; ışığın tutulmadığı yerin kararmasına dönüşmemeli.

Evet, bugün de (postmodern dönemde ya da küreselci neoliberal emperyalizm döneminin sonuna gelindiğini sezdiren günlerde) karşılığı olmayan parayla kendini zengin ilan edenler kadar, benzer bir kurnazlık ve vicdansızlıkla edinilmiş söz bolluğuna bakıp, kendini şiirin ötesine geçmiş hissedenler çoğunlukta görünüyor. Ama bu hem insani gerçekliğimizin bütününü hem de meşruiyetini ve saygınlığını temsil etmiyor. Gerçekte ise bugün de şiir, bütün sanatların anası olarak, her zaman ayarı bozulan söze mihenk olmayı sürdürüyor. Az duyulduğuna bakmayın.

Bir Cümle Olmaya Geldim, şiiri sözüm ona geride bırakmış, bu değersiz söz çokluğuna, ‘şiirin verdiği ayar’ hizasına girmek iddiasıyla yazılmıştır.

- Şiirin dilini soralım o halde. ‘Otantik’ başlıklı şiir, estetik eşiği mi bildiriyor bize?

“Şiirimiz restore edilmemiştir” dizesi; yine kitaptaki bir başka şiiri (Restorasyon) yankılayarak, şiirin ‘şiir gibi’den ayrımına işaret ediyor olmalı; şiire benzerken şiirin yerine geçenden korunma refleksine... Restorasyon bir çeşit manipülasyondur çünkü.

Şiir dili, başka dillere ait ikilemlerin, açmazlarının ve yasakların yok saydığı anlama, kavrama ve deneyimleme kanalları açar insana. Ahlakçılıkla, sofulukla, çıkarcılıkla, sığ politik ilgilerin taraftarlığıyla mesafeli durur.

Dile dönersek, şiir; aslına dönme ya da baştan ve bambaşka yaratma ikileminin sıkıştırdığı alanı açar. ‘Aslı gibi’ değil, ‘asılsız da değil’, ‘asıl’ kalarak zaman içinde yeniden doğuşunu sürdürür.

- Dil nasıl olmalı, ne anlatmalı? Şiirde vaaz, propaganda, reklam dili nasıl tehdit ediyor bizi?

İhtiyatlı bir ifadeyle vaaz dinsel, felsefe ontolojik, reklam pazara ait, propaganda ise siyasi-ideolojik dillerdir. Bunların dördü de son çözümlemede tek odaklı ve işlevsel dillerdir. İşin ilginç yanı, tek odaklılıkları ile işlevsellikleri de çelişir, çünkü bir başlarına başa çıkamazlar kendilerince yararlı sonuçlar üretmekle. Birbirlerini ama en çok da estetiğin dilini istismar, istila veya asimile etmeye yeltenirler ve bunu kısmen de olsa başarabilirler. Estetik dilin de bu üçünden çoğunlukla teolojik, ontolojik ve zaman zaman da propaganda diline göçtüğü, gömüldüğü olur. Yani kısmen veya tamamen üstünü örttüğü... 

- Estetik dil göçtüğü/çöktüğü/gömüldüğü zaman bir boşluk oluşmaz mı? Bu estetik varoluş için gerekli bir boşluk mu?

Arsız ve istilacı bilme biçimlerinden kurtarma, bunlar arasındaki iç mücadeleden farklı olarak, var olanın yerine geçmeyi değil, yeniden bilme (hatta ‘başka’ bilme) için boşluk yaratmayı gerekli kılar ister istemez. Bu boşluğu, estetik deneyimin boyutlanacağı ‘kültürel’ ortam olarak nitelemek, sözü anlaşılır kılmak için göze alınacak bir analojidir. Buradaki ‘boşluk’ öteki bilme biçimlerine göre, onlar anlasınlar diye kullanılan bir ifadedir. Boşluğun içinden, estetik alandan bakıldığında ve estetik dilin sözlüğü ile konuşulduğunda içi pekala doludur.

- Şiirin ve şairin tepkisi ne oluyor peki bu duruma? Sözcükler mi sessizlik mi?

Sanayi devriminin, burjuva demokratik devriminin kendi sunduğu insani yücelme olanaklarına ihanet etmesiyle estetik cephesinde; mistik, faşist, nihilist, varoluşçu, anarşist, fütürist ya da başka yollardan reel-modernizme, kolonyalist-emperyalist kapitalizme itirazlar denendi. Çoğunlukla bireye, bireyselliğe, imaja, dilin salt formuna, bilinçaltına, nihilizm ve anarşizme kapanan bu tepkiyi geniş anlamda ‘modern’ içinde görüyoruz.

Burada hakim bir çizgi olarak şair, şiirin ve estetiğin dilini olağanüstü dönüştürdü, ona özerk ve korunmuş bir alan yarattı. Ama bu aynı zamanda şiirin hayatın büyük bir alanından çekilmesi pahasına oldu. ‘Hayat buysa ben yokum!’ dedi şair. Şiirin çekildiği; dilini, formunu, kendisini ücraya çektiği bu dünyada, estetik dışında kalan bilinç biçimleri ise ücraya sığınamayacak, yaşamdan uzaklaşamayacak insanların zihninde ve duyuşunda, ücradaki şiirin olanaklarını da kullanarak (istismar ederek) at oynatır oldu. Şiirin dilini vaaz, propaganda ve reklam diline karşı savunmak; ücradaki şiir dilini istismara, istilaya, asimilasyona karşı savunmaktır; ama bana sorarsanız daha da ileri gidip şiiri ücradan çıkarmaktır.

- Ahmet Telli’nin yorumuyla başladık onun yorumuyla tamamlayalım. Ahmet Telli kitaptaki ‘Uzun Hava’yı “Bu şiirden bize kalan; folklorik ve yerel bir tat yerine yerli ama evrensel yeni bir caz duygusudur” diye tanımlıyor. Sizce nedir bu yerel ve evrensel caz?

Caz, önce şarkı kalıplarının kırılması. İkincisi, müzik geleneği ile tümden kopuk olmayan bir doğaçlama. Üçüncüsü, mekânsal bir çıkış yeri var ve bunu ihmal etmeden başka kültür ve mekanları kapsayabiliyor. Uzun bir ırmak; yatağını tanıyan, akışın tadını çıkaran… Makamlar dışından başlayan bir ‘hal’ ama ilerledikçe önceden kararlaştırılmamış bir makama da dönüşebiliyor. Caz modern şiir gibi, modern şiir caz gibi.

- Ve sizce Uzun Hava…

Uzun Hava kitapta cazla en çok ilgili olan şiir bence. “Hem gelenek eskiden yapılan şey değildir ki…” diye biter şiir. Gelenek ve yenilik ikiliğini aşma denemesi denilebilir ona. Uzun havanın doğaçlamasına yaslanıyor, iki dizelik bir nakaratla parçaları birbirine bağlıyor, kendini sözün akışına bırakarak müziğin, çağrışımın götürdüğü yere gidiyor. O tonunu, bir yandan kitabı var eden yolculuklardan alıyor, bir yandan da hayatımdaki / hayatımızdaki eksiklikleri başka türlü bir varlığa dönüşen Metin Altıok, Behçet Aysan ve Ahmet Erhan’ın kaybına bir çeşit mersiye oluşundan…