Politika

"Soykırım, Nazizm gibi ifadeler kolay telafi edilemez; Türkiye AB'ye üyelikten vazgeçmeye hazırlanıyor"

Doç. Dr. Kaygusuz: AB, AKP için bir iktidar projesiydi; uzaklaşmanın nedeni başkanlık

20 Mart 2017 11:36

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Doç. Dr. Özlem Kaygusuz, Avrupa Birliği ve Avrupa ülkeleriyle yaşanan krizin, AKP’nin AB’ye üyelikten vazgeçme hazırlığı olduğunu savundu. "AB, AKP için bir iktidar projesiydi" görüşünü ileri süren Kaygusuz "AB'den uzaklaşmanın nedeni başkanlık sistemi. Bu yüzden de esas olarak Avrupa ile müzakereleri koparma konusunda sanki daha net bir Türkiye görmeye başladık. Hollanda ile ilgili olarak Srebrenica meselesinin gündeme getirilmesi, diplomatik bir krizin İslam-Batı karşıtlığı içine çekilmesi, soykırım, Nazizm, faşizm gibi ifadeler kolay telafi edilebilir olmasa gerek. Rusya’ya karşı bu kadar sert söylemler geliştirilmedi. İsrail’e karşı sert söylemler vardı ama onlar dahi bu kadar sert değildi. Bu söylemlere bakınca ben Türkiye’nin üyelik müzakerelerini sonlandırmaya hazırlandığını düşünüyorum" değerlendirmesinde bulundu. 

Erdoğan: Eyy Almanya uygulamalarınız Nazi'den farklı değil; sizi dünyaya rezil rüsva edeceğiz!

Doç. Dr. Özlem Kaygusuz'un Cumhuriyet gazetesinden Kemal Göktaş'a verdiği söyleşi şöyle:

- Klasik değerlendirme "Referanduma giderken Hollanda krizi çıkarıldı" diyor. Bunun evet oylarına artış olarak yansıyacağının umut edildiğini tahmin etmek zor değil. Ancak gelinen noktada Türkiye’nin AB ile ve genel olarak Batı ile ilişkilerinin de önemli bir dönüşüm geçirdiği söylenebilir. Hollanda krizi bu dönüşümün neresinde duruyor?

Hollanda ile yaşanan diplomatik krizin Türkiye'nin iç siyasetinde yaratacağı olanaklar, evet oyunu arttırması gibi meseleleri epey tartıştık. Bu kriz elbette referandumda AKP’nin avantajına işleyecek bir mesele, bu şekilde ele alındı ve yönetildi ama bu çok uzun zamandır alıştığımız bir durum. İç siyasetin ve dış politikanın, orta ve uzun vadeli amaçlarla kurgulanmasından çok bir kriz yönetimi mantığı içinde ele alınması yeni bir şey değil. Bu krizin tırmalandırılması, çok sert, devlet adabından uzaklaşan söylemler beklenebilecek gelişmelerdi ve oldu. Türk düşmanlığı, İslam düşmanlığı, Avrupa'da yükselen yabancı düşmanlığı içinden kurgulanan söylemler sonuç verebilir ama referanduma daha bir ay var. Dolayısıyla bu geri planda kalabilir ve yeni bir kriz çıkmazsa unutulabilir.

- O zaman yeni bir kriz mi beklememiz gerekir?

Bu eğilim sürdürülmek isteniyorsa, evet beklenebilir. Avrupa’da da tepkiler çeşitlendi. Bu tepkilere sürekli yanıtlar verilmeye çalışılırsa bu bir miktar uzayabilecek bir süreç. Ama asıl mesele AB'de ne olduğu. Çünkü aslında başlangıcından bu yana AB-Türkiye ilişkileri, AB'nin siyasal bir yapı olarak çelişkilerini de okuyabileceğimiz turnosol kâğıdıdır. AB'nin kendisine atfettiği normatif bir güç olma, kimliğini değerlere mi, kültüre mi yaslayacağı, İslam dünyası ile ilişkileri, temel değerlerini dış politikasında da işlerliğe koyup koyamadığı gibi meseleler bakımından test edilebileceği bir zemindir Türkiye-AB ilişkileri. AB'nin bu testlerde başarısız olduğunu görüyoruz biz bu örnekle de. AB post-nasyonal ve normatif bir model olarak dünya siyasetinde alternatif bir güç olma perspektifinden giderek uzaklaşmakta. Bu krizde de görüldüğü gibi tek tek devletler reel politik tutumlar aldılar, almaktalar. Bu durum AB’nin de Türkiye ile ilişkilerini bir kriz yönetimine indirgemiş olduğunu gösteriyor.

- İki taraf da kriz istiyor ve kriz üretiyor yani.

Bu bir süredir ilişkilerin içinde yürüdüğü bir örüntü adeta. 2008’den bu yana Türkiye ile ilişkiler, bir aday ülkeyle yürütülen müzakereler olmaktan çıktı ve kısa vadeli, pragmatik bir çerçeve içinden yürütülmeye başlandı.

- AB’nin muradı ne bununla?

AB’nin bir amacı yok ama ciddi bir çelişkisi var. Bu çelişki de Türkiye-AB ilişkilerinin yeterince siyasallaştırılmamış olmasıdır. Türkiye’nin üyeliğindensonra Avrupa'nın yeni sınırları, yeni kimliği, yeni kurumları ve yeni Avrupa'nın siyasetlerinin nasıl biçimleneceği gibi konular bir tartışmaya sahne olmadı. Türkiye’nin üyeliği meselesi Avrupa kamusal alanında tartışılmış bir mesele değildir. Bu çelişki AB içinde siyasal olarak tartışılmış ve çözülmüş bir mesele değildir; müzakereler başladığında da değildi, şimdi hiç değil. Bu temel sorun nedeniyle de, özellikle Arap ayaklanmalarının patlak vermesinden sonra Türkiye ile ilişkilerini tamamen güvenlik ve mülteci meselesinin başarılı bir şekilde yönetimi meselesine indirgemek durumunda kaldı. Vurgulamak gerekir ki, Avrupa’nın siyasal seçkinlerinin temel stratejisi bu tür sorunları siyasal alandan çıkarmak ve kapalı kapılar arkasında yönetmektir. Avrupa Anayasası sürecinde de bu böyle olmuştur. Önceki gün Günter Verheugen’in çıkışı bu anlamda önemlidir. ‘Türkiye- AB ilişkileri temel meselelere çekilmelidir. Türkiye’ye karşı dürüst olunması, bir üyelik perspektifi verilmesi ya da üyelik olmayacaksa da bir ilişki perspektifiverilmesi gerekir’ dedi. AB bunu yapamadığı için, kendi siyasal geleceğini gerçekçi bir şekilde tartışmadığı için, Türkiye'nin adaylığını gerçekçi bir tartışma içine konumlandırmadığı için bu noktaya savruldu.

- Türkiye de AB perspektifinden vazgeçmedi mi? AB’de bu sorunlar olmasa dahi AKP’nin siyasal programı AB üyeliğine uygun mu?

Kesinlikle değil. Aslında tarihsel olarak daha çok birbirini besleyen süreçlerden bahsedebiliriz. Bütün aday ülkeler açısından müzakere süreci bir siyasal dönüşüm sürecidir. AB yönetim düzenlerini değiştirmek istediği ülkelerle angaje olur, öncelikle ekonomik ve güvenlik çıkarlarını gözetir ama siyaseten de dönüştürmek ister. Doğu Avrupa ve Batı Balkanlar ile böyleydi, Türkiye ile de bu şekilde yola çıkıldı. Ama kritik tarih 2008’dir. 2008’den sonra, Avrupa’da yükselen sağ siyasetin Türkiye karşıtlığını AKP de avantaja çevirdi. AB’den uzaklaşma politikası Avrupa sağı ile adeta ortak sorumluluk içinde yürütüldü. Türkiye’nin 2008’den itibaren sonra ana dış politika yönelimi olarak Batı’dan uzaklaşmaya ve tarihsel etki ve aidiyet coğrafyası olarak tanımladığı İslam coğrafyası ve Ortadoğu’ya dönmeye başladığını görüyoruz. Bu çerçevede üç şeyin örtüştüğünü görüyoruz aslında. AKP’nin iktidar konsolidasyonu süreci, yeni Türkiye’nin inşası ve dış politikadaki dönüşüm. Aslında bunları 2008’den sonraki büyük dönüşümün çerçeveleri olarak açıklayabiliriz. Bu uzaklaşma Arap ayaklanmaları ile hızlandı. Türkiye bölgede lider ülke olmak için uygun bir konjonktür yakaladığını düşündü. Bütün bunlar içerdeki yeni Türkiye inşası ile de uyumluydu. ‘AB üyelik perspektifini verseydi de AKP bundan vazgeçer miydi?’ sorusuna verilecek yanıtlardan bir tanesi de, en azından içerde daha ciddi bir muhalefet ile karşılaşırdı. Bugün cılız bir şekilde yükselen, özellikle sermaye kesiminden, liberallerden yükselen AB’den uzaklaşmama talebi daha yüksek sesle dile getirilirdi. Üyelik perspektifinin olmaması AKP'nin elini çok güçlendirdi. Hollanda krizi de elverişli bir kriz oldu Türkiye için. ‘Bakın işte Avrupa Türkiye’yi sevmiyor, istemiyor’ söylemini besledi bu kriz de. Bu ilişki biçimi 2008’den beri devam ediyor.

- Yaşanan krizin Avrupa’daki Türklere etkisi ne olur?

Çok olumsuz olur. Hakikaten burada kamuoyunun şunu görmesi gerekir. Bu tür krizler orada yaşayan Türk vatandaşlarını, haklarının etkin kullanımı, kamusal alandaki statüleri, yaşadıkları ülkenin siyasetinden beklentileri ve çıkarları bakımından zayıflatır. Bu onlar açısından bir maliyettir. Yerel siyaset açısından da, ülke siyaseti düzleminde de bu zararı görürler.

- Türkiye’nin dış politik tutumunu artık bir eksen kayması olarak niteleyebilir miyiz? AB hedefinden ayrılmış bir Türkiye mümkün mü? Alternatifler (Şangay Beşlisi, İslam Birliği vs) gerçekçi mi? Sadece Ortadoğu ve İslam coğrafyasındaki sahte liderlik söylemi ile nereye gidecek? Böyle bir dış politika yönetilebilir mi?

Yönetilemediğini aslında görüyoruz. Bu eksen kayması tartışması 2010’da İsrail ile yaşanan kriz ardından gündeme geldi. Ancak özelikle 2011 seçimlerinden sonra başlayan ‘Yeni Türkiye’ inşası sürecinde dış politikadaki bu yön değişikliğini hızla deneyimlemeye başladık. Gün gün bu siyasetin ilerleyişini gördük. Ancak gelinen noktada Türkiye’nin Ortadoğu'ya yönelmesinden çok, bu siyasetin yürütülüşündeki yöntem farklılığına dikkat çekmek gerekir. Davutoğlu’nun başbakanlığında da Türkiye’nin hızlı biçimde Ortadoğu'daki etkinliğini artırma çabaları vardı. Fakat Davutoğlu, aynı anda Batı ile ilişkileri iyi bir Türkiye’nin, AB ile müzakere yürüten bir Türkiye’nin Ortadoğu’da güçlenilebileceğini düşünüyordu. Avrasya coğrafyasındaki etkisinin de Batı ile ilişkileri iyi bir ülke olma üzerinden ilerleyebileceğini düşünüyordu. Dolayısıyla AB sürecine, görüntüde de olsa bir önem atfetmeye devam etti. 2013’de ilişkileri canlandırdı. Fransa ile diyalogu artırdı ve bazı müzakere başlıklarındaki blokajlarını kaldırmasını sağladı. Bugün bu tutumun terk edildiğini görüyoruz. Daha çok Rusya ile iyi ilişkileri Batı’ya karşı bir koz olarak kullanma; ancak AB ile ilişkileri, Batı ile güçlü ilişkileri Ortadoğu'da kullanmaktan vazgeçmiş olmak gibi bir durum söz konusu. Tam tersine yoğun bir İslam-Batı karşıtlığı söylemi ön planda. Son krizdeki çok sert söylemler, bu denge politikasının terkedildiğini düşündürüyor. Algı ve kriz yönetimine indirgenmiş bir dış politika izlenimi veriyor.

Avrupa ile müzakereleri koparma konusunda sanki daha net bir Türkiye görmeye başladık

- Hollanda ile barış olabilir mi?

Siyasetin pragmatizmi içinde bekleyebiliriz bunu ama şu açık: Bugün Türkiye Batı ile ilişkileri iyi, AB üyeliğine aday bir ülke olarak Avrasya ile, Rusya ile ilişkileri ileri götürmeye çalışmıyor. Bu yüzden de esas olarak Avrupa ile müzakereleri koparma konusunda sanki daha net bir Türkiye görmeye başladık. Hollanda ile ilgili olarak Srebrenica meselesinin gündeme getirilmesi, diplomatik bir krizin İslam-Batı karşıtlığı içine çekilmesi, soykırım, Nazizm, faşizm gibi ifadeler kolay telafi edilebilir olmasa gerek. Rusya’ya karşı bu kadar sert söylemler geliştirilmedi. İsrail’e karşı sert söylemler vardı ama onlar dahi bu kadar sert değildi. Bu söylemlere bakınca ben Türkiye’nin üyelik müzakerelerini sonlandırmaya hazırlandığını düşünüyorum. Bu tabii tek taraflı olarak yapabileceği birşey olmayabilir; ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan bunu telaffuz etti. Referandum sürecinde eğer Hollanda krizi benzeri krizlerin sürekli gündeme geldiğini görürsek bundan çok daha net emin olabiliriz.

- AİHM sürecinden çıkmayı da getirir mi bu? OHAL uygulamalarının sürekliliği, Kürt meselesindeki sertlik AİHM’den dönecek. AİHM de bazı gazetecilerin dosyalarına öncelik vererek bir tavır gösterdi.

İki önemli süreci görüyoruz. AKP içerde ve dışarıda bugüne kadar dayandığı ittifak ilişkilerini tasfiye etmekte. AKP siyaseten yükseldiği 2011’e kadar kurduğu bütün siyaset ittifaklarını içerde ve dışarıda terk etmeye başladı. Bunlardan bazılarının kendisine yarar getirmediğini düşündüğünü görüyoruz. Başkanlık sisteminin en önemli alt yapısı, iktidarın denetlenebilirliği meselesini hukuken ve siyasal olarak ortadan kaldırmaktır. İçerde AB sürecinin sonlandırılmasının getirebileceği siyasal maliyetleri göze almış durumda. Dışarıda da AB’nin kurumlarının getirebileceği kısıtlardan kurtulmak istiyor. Siyasal denetlenebilirliği sağlayan, hukuk devleti ilkelerini koruyan bu ulus aşırı mekanizmalardan kurtulmak istiyor. AB, AKP için bir iktidar projesiydi. 2002’den sonra içerde ve dışarıda bütün ittifaklarını AB üyeliği hedefi üzerinden kurdu ve sağlamlaştırdı. AB üyeliği süreci bu partiye merkez sağ kitle partisi olma yolunda çok önemli bir kapı açtı. Bugün artık bu ittifaklara ihtiyaç duymayan bir siyasal irade var.

- Bugün artık merkez sağ bir siyasal parti olmaktan da çıktı, değil mi?

Uygulama açısından da söylemler açısından baktığımızda da o siyasal iddianın kaybedildiğini görüyoruz. Kimileri buna AKP’nin MHP’lileşmesi diyor, buna kısmen katılıyorum. Üyelik sürecinin sona erdirilme hazırlığı içinde olabiliriz. Cumhurbaşkanı “Ya bize bir perspektif versinler ya da bu iş bitsin artık’ dedi. 'Türkiye olmadan bir AB düşünülebilir mi, AB olmadan bir Türkiye düşünülebilir mi' sorularını sormak için artık daha acil bir durum içindeyiz. Bu soruları artık gerçekçi biçimde yanıtlamalıyız. Bu çerçevede Türkiye’nin kendisine alternatif olarak oluşturmaya çalıştığı ilişkiler, Körfez ülkeleri ile ilişkiler, Avrasyacılık söylemleri vs AB ile ilişkilerin yerini alamaz. Türkiye, Avrupa’nın çok önemli bir ticaret ve dış yatırım ortağı. Körfez ülkeleri ile daha çok finansal alanda bir ilişki var. Hızlı bir finansal akış söz konusu. Bu sürdürülebilir değil Türkiye açısından, çünkü bu ekonomik bir ilişki değil. Ne Şangay Beşlisi ne Avrasyacılık Türkiye için AB ile ilişkilerin yerini alamaz.

- Sermaye bir ülkenin demokrat olup olmadığına bakmayacağı söylenebilir. Yatırım için asgari güvenceler getirilmişse yatırımlara devam eder diyebiliriz. Çin ve Batı ilişkileri örneğin böyle. Türkiye siyasal ilişkilerini kesse de AB ile ticareti devam ettiremez mi?

Ticaret devam eder kuşkusuz. AB’nin yakın çevresi ile ilişkilerini düzenlerken esas kriterinin ekonomik ve stratejik çıkarlar olduğunu hep söylüyoruz. Bu Türkiye örneği için de geçerli fakat Türkiye’deki siyasal istikrarsızlık, Türkiye’nin demokratik olmayan bir sürece evrilmesi, sancısız bir süreç olamaz. Çin ile Türkiye’nin demokrasi düzeylerini karşılaştıramayız bile. Dolayısıyla Türkiye’deki büyük toplumsal, siyasal alt üst oluşlar, ekonomik ilişkilerin sürdürülebilirliğini de engeller. AB açısından Türkiye’nin siyasal istikrarının güvence altına alınması çok önemli. Zaten aslında şunu düşünmemiz gerekir. Bugün Avrupa’nın Türkiye’ye bir tepki gösterdiği açık ama bu tepki Türkiye’nin giderek demokratik sistemden uzaklaşan siyasal sistemine ve iktidarına bir tepkidir. Yani ‘istenmeyen Türkiye mi yoksa Türkiye’deki mevcut yönetim anlayışı mı’, bunun sorgulanması gerekir. Ben ikincisi olduğunu düşünüyorum ve bu çerçevede de aslında temel bir demokratik düzenin AB’nin her zaman tercihi olacağını düşünüyorum. Türkiye’nin AB’nin bu kadar yakın çevresinde olması önemli bir şeydir. Türkiye ile ilişkileri sadece ekonomik alana ya da çıkara indirgeyemez. Demokratik, denetlenebilir bir iktidarın olması ve bunun siyasal istikrarı getirecek olması ekonomik çıkarlarının gerçeklenebilir olmasını sağlar. AB modeli dediğimiz şey bu aslında.

- AKP’nin iç siyasi hedefleri, dış politikasını nasıl belirliyor?

İç ve dış politika birbirlerinden ayrılabilir alanlar değildir. Devletin iç ve dış siyaseti bir bütündür. Küreselleşmenin geldiği bu aşamada hiçbir devlet için bu alanları ayrı ayrı analiz etmek artık mümkün değildir. AKP'nin iç politikadaki güçlenişi 2000'lerdeki neoliberal genişlemeden ayrı ele alınamaz. Partinin AB önceliğini, daha sonra geliştirdiği komşularla iyi ilişkiler politikasını, küresel konjonktür içerisinde anlayabiliriz. AB üyeliği de, neoliberalleşme ile birlikte, AKP için bir iktidar projesiydi ve geniş bir iç ve dış ittifak ilişkileri ağı kurmasını sağladı. Artık bu ittifaklar olmadan yönetme anlayışı, dış politikadaki sıkışmayı da açıklıyor. İçerdeki siyasal hedeflerini uluslararası alanda bugüne kadar dayandığı ilişkilerden bağımsız olarak belirlemeye çalışan bir siyasal irade var. Bu siyasal hedef de şu: 2008’den itibaren yeni Türkiye, AKP iktidarını gelecek 10 yıllara taşıma projesiydi. Başkanlık bu yüzden hep gündemdeydi.  2013’deki yeni anayasa komisyonu çalışmaları bu yüzden tıkandı. İçerde iktidarın güçlendirilmesi projesi AB’den uzaklaşma ve yönünü Ortadoğu'ya dönme seçeneğini de getirdi. Bölgede lider ülke olma, model ülke olma söylemleri ile desteklendi. Davutoğlu ile cumhurbaşkanının yöntemleri bu açıdan farklıydı. Davutoğlu, Batı ile ilişkileri iyi bir Türkiye’nin Ortadoğu’da lider olabileceğine inanıyordu. Şu anki hükümet bu perspektifi terk etmiş görünüyor.

- Davutoğlu'nun gönderilmesinde bunun etkisi var mıdır?

Olabileceğini düşünüyorum. Özellikle görevden alınmanın hemen öncesinde vize serbestisi konusunda önemli girişimleri olmuştu. Vize serbestisi konusundaki koşulları yerine getirmeye çalışıyordu. Merkel ile yaptığı görüşmede bunu ciddiyetle ele almıştı. Bu çerçevede Davutoğlu’nun gidişi bu süreci de bitirdi.

- Güvenlik devleti kavramı üzerinde çok duruyorsunuz ve bütün bu gelişmeleri biraz da bu tanım üzerinden yapıyorsunuz. Bu kavram neyi ifade ediyor?

Güvenlik devleti, uluslararası ilişkilerde soğuk savaş dönemi terminoloji bohçasından çıkarıp tekrar kullanmaya başladığımız bir kavram. Siyasi düşüncedeki tarihi elbette çok daha eski. Çok genel olarak hukuk devletinin karşısına koyduğumuz bir kavram. Güvenlik devleti, tüm kamu politikası alanlarına güvenlik merceğinden bakan devlet demek. Hayatın tüm alanlarını, güvenlik penceresinden yönetmek, çevreden eğitime, hukuktan sağlığa, dış politikadan aklınıza gelebilecek her alana güvenlik önceliği ile siyasetler üretmek, bu siyasetleri uygularken de sivil değil daha çok askeri yöntemleri benimsemek demek.

- Türkiye bugün bir güvenlik devleti mi oldu?

Bu konuda çok yol aldığını söyleyebiliriz Türkiye’nin. Bir süredir kavramın temel özelliklerini gösteriyor Türkiye siyaseti. Kamusal alana, toplumsal alana ve siyaset alanınatamamen güvenlik açısından bakma, toplumsal alanı oldukça güçlü bir güvenlik aygıtı üzerinden düzenleme, yönetim meselesini esas olarak bir güvenlik meselesi olarak görme anlamında. Özellikle 2013’deki Gezi olaylarından itibaren Türkiye’de güvenlik devletinin yükselişinden söz edebiliriz. Güvenlik devleti dediğimiz yapı, devletin içerde şiddet tekelini eline alması, içerde şiddet kullanabilen tek aktör olması karşılığında, iç siyasal alanı şiddetten arındırması vaadi üzerinden tanımlanmış bir kavramdır. Yani şiddeti tek bir otorite kullanabilir, diğer şiddet odakları bastırıldığı ya da tasfiye edildiği için içerde güvenlikli bir ortam sağlanmış olur. Güvenlik devleti aslında böyle bir iddiaya dayanır. Thomas Hobbes’un kurduğu güvenlik devleti formülasyonu budur. Bugünün neoliberal güvenlik devletlerinin şöyle bir farkı var bu modern güvenlik devletinden: Bugünün devletleri güvenlik vaat etmeden ama sürekli korku üreterek, somut tehditler değil olası riskler tanımlayarak yani daha geniş bir meşruiyet alanı yaratmaya çalışarak ve önleyici bir mantıkla kamusal alanı düzenliyor ve yönetiyorlar. Devlet aklının da çok ön plana çıktığını görüyoruz. Yani güvenlik sağlamak için hukukun dışına çıkabilen devlet nosyonu bu ve 11 Eylül’den sonra farklı coğrafyalarda farklı düzeylerde karşılaştığımız bir olgu. Bugünün devletleri egemen olabilmek için hukuku askıya almak durumundalar. Yani çok bilinen Schmitt’çi formülasyondaki ‘Egemen hukuku askıya alabilendir’ tanımının şöyle dönüştüğünü görüyoruz: Bugünün egemenleri, egemen kalabilmek için rutin olarak hukuku askıya almak durumunda. Egemen oldukları için hukuku askıya almıyorlar, egemen kalabilmek için hukuku askıya alıyorlar. Dolayısıyla bütün bu başkanlık sistemleri arayışları, OHAL pratiklerinin hukuksal çevreye kavuşturularak uygulamaya konulması aslında küresel bir meseledir. Biz buna neoliberal güvenlik devleti diyoruz. Türkiye’de bunun birçok özelliğini görmeye, tanımlaya başladık. Siyasal ittifaklara ve siyasal bir tabana dayanarak yönetmek, bu çerçevede de hukuk önünde hesap verir olmak yerine güvenlik aygıtına dayanarak, içerde ve dışarıda hiçbir hukuksal ayak bağı olmadan yönetmek isteyen iktidar projelerinin arttığını görüyoruz. Bunun popülizmle birleşmesi ve 2008’den beri devam eden ekonomik kriz, bu arayışlara toplumsal bir taban da yarattı. Orta sınıfların gelecek kaygısı, hukuk denetiminden uzaklaşmış iktidarların bu korku ve kaygıları kullanmasını kolaylaştırdı.

- Başkanlık güvenlik devleti konseptinin neresinde duruyor?

Başkanlık tasarısı da biraz buna karşılık geliyor. İçeride ittifaklara ihtiyaç duymayan, dışarıda da hukuksal denetlenebilirliği garantileyen uluslararası hukuksal angajmanlar olmadan yönetmek. AİHM içtihatları, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin kısıtlamaları olmadan yönetmek.

- O zaman çok karanlık bir tablo var. Bu bir küresel eğilim ise Türkiye’nin ve dünyanın bundan kurtulması zaman alacaktır.

Dünyada demokrasi kesinlikle iyi bir yere gitmiyor. Demokratik kazanımlar kaybediliyor, öyle bir dünyada yaşıyoruz. Fakat bu süreçte demokrasinin anayurdu Batı dünyasında ve Batı dışı dünyada azımsanmayacak demokratik kazanımlar elde eden coğrafyalarda, bu sürece karşı gelişecek tepkiler çok çok önem kazanacak. Hollanda’daki seçimde kısmen onu gördük. Sadece bağımsız yüksek yargı, kurumsal fren-denge sistemleri değil, toplumun farklı kesimleri gidişatı görüp demokratik taleplerini yükselttikleri zaman ancak bu küresel eğilim geriye dönebilir. Tabii bu dünyanın her yerinde aynı düzeyde deneyimlenen bir şey değil. Belki çok kestirmeci de konuşmamak gerekiyor. Düzeyler farklı ama yükselen bir eğilim bu. Başkanlık rejimlerine dönük bir eğilim, orta sınıfların gelecek kaygısıyla yükselmiş bir popülizmin güçlü devlet söylemlerine daha fazla eğilim göstermesi, daha fazla temayül göstermesi küresel bir vakıa ama hem liberal demokrasinin kurduğu kurumsal koruma yöntemleri, hep bahsettiğimiz fren-denge sistemleri ve bağımsız yargı, hem de sivil toplumun demokrasi duyarlılığı bu küresel eğilimi tersine çevirebilecek en önemli dinamikler. ABD'de Trump'a yönelik olarak sürekli gündemde tutulan sivil bir direniş var. Büyük kentlerde ve önemli eyaletlerde siyasal gündemin en önemli maddesi, Trump'un nasıl denetleneceği, nasıl sınırlanacağı. ABD’de bu açıdan çok farklı bir döneme girdi. Avrupa'da yaklaşan seçimler bu açıdan çok kritik. Hem Almanya, hem Fransa'daki seçimleri bu açıdan bir gösterge olarak izleyeceğiz. Dolayısıyla çok karanlık bir tablo var ama demokrasinin şimdiye kadar oluşturduğu mekanizmaların işlemesi durumunda elbette ki tersine de çevrilmesi mümkün olan bir süreç. Bir şey daha önem kazanıyor Türkiye açısından. Özellikle Avrupa’da liberal demokrasinin girdiği bu olumsuz güzergâh geri çevrilebilirse, Türkiye’nin üyeliği açısından daha sağlıklı bir siyasal tartışmanın başlaması da mümkün olabilir. Stratejik ve çıkar odaklı bir perspektif, Türkiye’nin adaylığını Avrupa açısından bir başarısızlık hikâyesine dönüştürmüş durumda. Avrupa, Türkiye’nin Avrupa'daki yerini reel politikaya kurban etmeden tartışmaya başlarsa bu Türkiye’ye de çok olumlu şekillerde yansıyabilir. Yani Türkiye’deki demokratik güçleri güçlendirecek bir tartışmaya dönüşebilir. Hollanda hükümetinin Türk göstericilere karşı takındığı tutum çok olumsuz olmuştur bu bakımdan. Konjonktürel olduğunu düşünebiliriz ama Türkiye içindeki Avrupa’dan uzaklaşma söylemine muazzam bir destek vermiştir. Avrupa’da başlayabilecek yeni bir demokrasi tartışması, özellikle seçim süreçlerinde yükselecek demokrasi söylemleri, AB'nin Türkiye ile ilişkisi üzerinden okuduğumuz temel çelişkilerinin gerçek anlamda tartışılmasını sağlayacak yeni bir aşamaya götürebilir. Bu olasılık da açıktır aslında.

- Biz bugün liberal demokrasinin kurumlarının vardığı yeri görüyoruz aslında. Yani liberal demokrasi kurumlarıyla, işleyişiyle, ekonomisiyle, neoliberal politikalarıyla popülist aşırı sağcı bir noktaya vardı. Buradan çıkış adresinin yeniden liberal demokrasi olması mümkün mü? Çünkü artık kitleler buna tepki gösterdiği ve o yüzden belki o tepkilerin maniple edilerek aşırı sağa yönlendirildiği bir süreç daha farklı ütopyalar açısından da bir zemin sağlamıyor mu?

Kesinlikle sağlıyor ama kitlesel siyaset açısından baktığımızda yeşil hareketin, sol-sosyalist hareketlerin, küreselleşme karşıtlarının, alternatif küreselleşme söylemlerinin siyaset oluşturacak güce ulaşması yakın zamanda çok mümkün görünmüyor. Ekonomik kriz maalesef orta sınıfları daha çok sağ siyasete doğru savurdu. Gelecek kaygısı orta sınıfları, sağ popülist söylemlerin güvence vadeden, kapanarak güvenliği sağlama iddiasındaki politikalarına daha fazla meyletmelerine neden oldu. Kuşkusuz, liberal demokrasi yetersizlikleri ve çelişkileri üzerinden tartışmamız gereken birçok kuruma sahip. Mesela hukuk devleti kavramını ele alalım. Hukuk devleti hızla güvenlik devletine dönüşebilen bir yapıdır. Hele hele hukuk devletini biçimsel hukuk devletine indirgediğinizde, yasaları uygun bir şekilde yapmanız güvenlik devletine gidişin hukuksal altyapısını kolaylıkla kurar. Dolayısıyla, liberal demokrasinin kendi içerisinde demokrasiyi garanti altına alan mekanizmaları sınırlıdır ve iyi işlememektedir. Liberal demokrasi, 19. yüzyılın başlarından itibaren farklı hak kategorileri tanımlayarak, geniş kesimleri bu haklarla demokratik sisteme entegre ederek, kapitalizmin yarattığı sınıfsal çelişkilerin üstünü örtebilmiş, bu çelişkileri siyasal sistemin içerisinde soğurabilmiştir ama ben de bugün bunun sonuna gelindiğini düşünenlerdenim. Yani küresel ölçekteki eşitsizlikler, adaletsizlikler, küresel ölçekteki büyük yoksullaşma ve yozlaşmalar liberal demokratik kurumların derin ve köklü bir eleştirisi yapmayı zorunlu hale getiriyor. Kısa vadede çare liberal demokrasi içerisinde olmak zorundadır. Dayanabileceğimiz şeyler, insanlığın bugüne kadar ürettiği evrensel insan hakları metinleridir, bu metinler çerçevesinde oluşturulmuş kurallar, normlar ve kurumlardır. Evet, bu kurumların temel eşitsizliklere, adaletsizliklere yanıt üretememesinin bizi getirdiği nokta da budur. Bu çerçevede, küresel siyaset daha derin sistemsel eleştirileri yapma noktasındadır. Sola tekrar belki iade-i itibar ettirecek kavramsal sorgulanmaların tam da vaktidir. Çünkü bu süreçte farklı sol ve sosyalist perspektifler de kendilerini sorguladılar ve küresel siyaseti, özellikle yeni temel sorunlar bakımından, yani eşitsizliğin ayrımcılıkla ilişkilendirilmesi, eşitsizliğin kimlikle ilişkilendirilmesi, eşitsizliğin sınıf dışındaki farklı kategorilerle de ilişkilendirilmesi anlamında politikalar üretmeye, anlayışlar üretmeye çalıştılar. Bu anlamda da küresel siyaset kritik bir eşiktedir.