Kültür-Sanat

Zülfü Livaneli: Cinsel istismar haberlerini duyunca sakinleştirici ilaç almak zorunda kalıyorum

"Bunu yapan insanlara karşı şiddet uygulama isteğine kapılıyorum"

21 Temmuz 2018 12:02

Yazar Zülfü Livaneli, cinsel istimar haberlerini duyduduğu zaman sakinleştirici ilaç almak zorunda kaldığını belirterek, "O ailelerin acısını etimde, kemiğimde hissediyorum ve itiraf edeyim ki bunu yapan insanlara karşı şiddet uygulama isteğine kapılıyorum" dedi. 

Yeni kitabı Gölgeler hakkında Sözcü'den Sercan Meriç'e konuşan Livaneli, "Bugünün insanı daha doyumsuz ve bu yüzden daha mutsuz. 'Amerikalılaşmaya' çalışan genç kuşaklar yetişti. Ne Sait Faik gibi dülger balığının öneminin farkındalar, ne de Yaşar Kemal gibi denizin küstüğünün. New York'un popüler kültür artıklarıyla yetinmeye çalışıyorlar. Böyle bir kuşakta mutluluk olur mu?" diye konuştu.

Livaneli'nin söyleşisi şöyle: 

Mustafa Kemal Atatürk’ten Nazım Hikmet’e, Sabahattin Ali’den Yaşar Kemal’e 15 yazarın müstear isimleriyle kendilerini bir araya getirdiniz Gölgeler’de… Bu 15 kişiyi seçmenizin nedeni neydi?

Bu seçim biraz rastlantısal oldu diyebilirim. Mustafa Kemal’in müstear isimle yazmasını özellikle seçtim ama diğer isimler o anda aklıma gelenler oldu. Edebiyatımızda daha pek çok müstear var. Aziz Nesin başta gelenlerden biri.

Gölgeler, Konstantiniyye Oteli’ndeki ‘Edebi ve Ebedi Gölgeler’ bölümünün uzatılmış bir öyküsü. Ancak bu uzun öykünün tadı damağımızda kalıyor. Uzunlukla ilgili kararı nasıl verdiniz? Gerçeklikle kurgu arasındaki dengeyi nasıl sağladınız?

Kitapları yazarken uzunluğa ben değil, o yapıt karar veriyor. Kimisi beş yüz sayfa oluyor, kimisi yüz kusur sayfa. Bu hikayede de öyle oldu. Gerçeklik pek yok aslında. Sadece bilgi düzeyinde var. Bu değerli insanların müstear isimle yazdıklarını biliyoruz ama o takma adların sahiplerinden bağımsız bir biçimde gölgeler aleminde dile gelmesi sadece edebiyatla mümkün olabilir.

Mustafa Kemal Atatürk, Asım Us müstearıyla Hatay meselesi hakkında yazı yazıyor. Atatürk’ün seçtiği müstear size ne düşündürttü bu isim?

Çok ilginç. Aslında Tanin’de yazan Asım Us adında gerçek bir isim var ama nedense Atatürk de bu adı kullanmış. Belki, ortaya çıkmasını tamamen engellemek içindir. Ne de olsa hükümet eleştirisi içeriyor yazdıkları (!)

Seçilen müstear isimler arasında sizi en çok şaşırtan hangisi?
Aslında hiçbiri şaşırtmadı. Müstear isimler bazen çok ilginç oluyor. Mesela Nurullah Ataç’ın kendisine ‘Ahfeş’in Keçisi’ adını seçeceği kimin aklına gelir.

Atilla İlhan’ın “Bu şehir o eski İstanbul mudur” dizesi de kitapta karşımıza çıkıyor. İstanbul’un değişimi, bozulmasını da kaleme almışsınız. Bu edebiyat dünyasını nasıl etkiliyor sizce?

Pek çok kişi gibi edebiyatçılar da üzülüyor elbette. Yazarlar, şairler mekanlara ve o mekanlarda duyumsanan anılara çok bağlı insanlardır. Bir çeşit “Geçmiş Zamanın Peşinde” oldukları söylenebilir. Bu mekanların kâr hırsıyla, hoyrat eller tarafından yok edilmesi belki de en çok bu duyarlı insanları yaralıyor.

Müstear isim kullanmanın en büyük nedeni ne? 

Kimisi siyasi baskıdan, kimisi para kazanmak için yaptığı işleri kendisine yakıştıramadısından, kimisi Avni gibi geleneğe uyarak, kimisi de gerçek kimliğini kesinkes saklamak arzusundan.

Bugünlerde müstear isimle yazılan köşe yazılarında daha çok iftiralara, haksız suçlamalara denk geliyoruz. Sözcü’nün de başına geldiği gibi… Ne düşünürsünüz?

Evet acı. Yeni dönemdeki davranışların bu edebiyat ustalarıyla hiç ilgisi yok. Her şeyden önce bir ‘nick’ in arkasına saklanarak yapılan hakaretleri, bu konuyla hiç karıştırmamak gerekir.

Ayhan Çağlar müstear ismini kullanan Ece Ayhan, kitapta “Devlet dersinde düşünenler ve sevişenler sınıfta kalır bu topraklarda” diyor. Biz bu girdabı aşamayacak mıyız?

Ne yazık ki kolay değil. Devlet, bizim için farklılıklar taşıyan, kutsallaştırılmış bir kavram. Halkın hizmetinde değil, her zaman çok üstünde. Bu durumun, söyleşi boyutlarını çok aşacak çeşitli nedenleri var ama devlet kavramı Türkiye’de ne Platon’un tanımına uyar, ne İbn Haldun’un, ne de Jean Jacques Rousseau’nun. Bu özel nedenleri br başka sefer tartışırız. Belki sevişmeye bakış değişebilir ama devlete bakış, asla.

Bugünün dünyasında ve edebiyat arenasında “Kelimeler, her şeyi yıkan buldozerlerin önünde duracak” kudrette mi sizce?

Evet. Zaman içinde elbette öyle. Çünkü kelam düşünce demektir, vakti gelen düşünce ise dünyadaki her buldozerden güçlüdür.

Siz, edebiyat, müzik ve sinema alanındaki gölgenizin, bundan 100 yıl sonra nasıl anılmasını hayal edersiniz?

100 yıl çok uzun bir zaman. Edebiyat ve müzik arşivcileri dışında kimsenin beni hatırlayacağını sanmam.

Sabahattin Ali’nin kaleme aldığı “Bize, yarının hastanelerini, darülacezelerini, cezaevlerini dolduracak, cahil, mesleksiz, serseri yüz milyonun lüzumu yok! Bize yeni bir hayat getirecek yeni bir nesil, yeni bir hamle, yeni bir dünya görüşü gerek” satırları ne kadar da güncel öyle değil mi?

Müthiş. Eğer bu bilge yazarlara kulak verilseydi Türkiye bambaşka bir yer olurdu. Bizi bu hale, aşırı nüfus artışı ve milyonlarca kişinin ‘Altına hücum’ dönemi gibi kentlere akması düşürdü. Ne eğitim yetti bu artışa ve akışa, ne altyapı, ne üstyapı. Paris’i beş on yıl içinde on kat büyütün; bakın Paris kalır mı yerinde.

Kitapta yaşadıkları acılara, edindikleri dertlere rağmen birbirleriyle şakalaşan, espriler yapan usta yazarları görüyoruz. Bugün bunu çok göremememizin nedeni ne sizce?

Bugünün insanı daha doyumsuz ve bu yüzden daha mutsuz. Ayrıca kabuk değiştirmek isteyen, ‘Amerikalılaşmaya’ çalışan genç kuşaklar yetişti. Ne Sait Faik gibi dülger balığının öneminin farkındalar, ne de Yaşar Kemal gibi denizin küstüğünün. New York’un popüler kültür artıklarıyla yetinmeye çalışıyorlar. Böyle bir kuşakta mutluluk olur mu?

Bugün çocukların kaçırılıp öldürülmesi, cinsel istismara uğraması, hayvanlara işkence yapılması sizin ruh sağlığınızı nasıl etkiliyor? 

Korkunç. Kulağımıza gelen her olaydan sonra sakinleştirici ilaçlar almak zorunda kalıyorum, o ailelerin acısını etimde, kemiğimde hissediyorum ve itiraf edeyim ki bunu yapan insanlara karşı şiddet uygulama isteğine kapılıyorum. Duyarlı insanları nefretle dolduruyor bu olaylar, sertleştiriyor, yaşama isteğimizi köreltiyor. 50’li yıllarda Ankara’da ilkokul öğrencisiyken Ayla adlı bir kız çocuğu kaybolmuştu. Türkiye aylarca bu çocuğu konuştu, manşetlerde hep Ayla vardı. Çünkü bu olayla tek tük oluyordu. Şimdi nefes alamayacağımız kadar çok.