Ne Yalan Söyleyeyim: “Münekkit daima, muharrirden daha idealisttir.”

“Ataç’ın 'edebiyat teorisi'yle sistemli bir ilişkisi yoktur. Belirli bir edebiyat ekolüne bağlı kalmak yerine çoğunlukla sezgilerine, öznel yargılarına, zevklerine; okuduğu kitaplardan, dinlediği müziklerden oluşturduğu sanat 'telakki'sine güvenir. Kendi döneminin modalarına, sanat alanındaki egemen yargılara cesurca karşı çıkıp Divan Edebiyatı’nı, alaturka musikiyi Türk kültür hayatından aforoz edildikleri 1930’lu yıllarda sahiplenmiştir.”

27 Aralık 2022 11:11

Ağustos ayında yayımlanan Ne Yalan Söyleyeyim,[1] Nurullah Ataç’ın 1923-1942 yılları arasında belli başlı “salon” dergilerinde yayımlanmış yazılarından oluşuyor. Derlemeyi üretken bir edebiyat araştırmacısı olan Mehmet Can Doğan hazırlamış. Kitapta toplanan yazıların üstünden en az seksen yıl geçtiğini düşünürsek, yeni sayılamayacak bir yapıt bu. Ama Ataç’ın 20’li, 30’lu yaşlarda yazdığı denemelerini ilk defa belli bir bütünlük, tematik tutarlılık içinde sunmasıyla yeni bir yapıt sayılabilir. Mehmet Can Doğan, uzun yıllar boyunca dergilere çok sayıda yazı yazmış olan Ataç’ın metinlerinden, ikidir (Keziban’a Mektuplar’la [2] birlikte), isabetli seçmeler yapıyor.

Nurullah Ataç, edebiyat-sanat alanında birkaç kuşağı –“Ataç okurluğu” diye bir müessese oluşturacak kadar– derinden etkileyen; zeki, keskin yargılarından ötürü yazarların hem çekindiği hem de beslendikleri bir eleştirmendi. Memet Fuat, Aydınlar Sözlüğü’nde onun ölümünün yarattığı “doldurulamaz boşluk” hissini şöyle ifade eder:

“Ne oldum? Nasıl oldum? Anlatamam. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü sözünün anlamını o gün anladım… Anlaşılan bir dayanakmış benim gözümde Nurullah Ataç, yeniliğin, ileri doğru atılışın bir koruyucusuymuş.”[3]

Ataç’ın “edebiyat teorisi”yle sistemli bir ilişkisi yoktur. Belirli bir edebiyat ekolüne bağlı kalmak yerine çoğunlukla sezgilerine, öznel yargılarına, zevklerine; okuduğu kitaplardan, dinlediği müziklerden oluşturduğu sanat “telakki”sine güvenir. Yazarlar ve yapıtlarla ilgili olumlu-olumsuz sezgileri, tahminleri çoğunlukla tutmuştur: Turgut Uyar’ın büyük bir şair olacağını erken tarihlerde bilip zarını onun için atmıştır. Kendi döneminin modalarına, sanat alanındaki egemen yargılara cesurca karşı çıkıp Divan Edebiyatı’nı, alaturka musikiyi Türk kültür hayatından aforoz edildikleri 1930’lu yıllarda sahiplenmiştir.

Bunlar kadar önemli bir özelliği Cumhuriyet tarihinde “düşünce namusu”nu eleştirinin başat ilkelerinden biri haline getiren ilk yazarlardan olmasıdır. Dostlarının, yakınlarının eserlerini okuyup öven, birbirlerini tanıyıp sevdikleri için dostlarının eserlerindeki kusurları, zaafları görmezden gelen, ya da kişisel garezlerini, öç alma isteklerini edebiyat eleştirisine taşıyanların içyüzünü çekinmeden sergilemiştir:

“Hikâyeci dostumuz gösterdiğim sebeplere kulak asmayıp işin içinde birtakım şahsî garazlar, dolaplar aramakta haklıdır, çünkü kendisi tenkidin ancak öylesine alışmıştır. Bizim muharrirlerimizin çoğu dostlarının, yakınlarının eserlerini okumaz, öğer, okur, beğenmez, yine öğer. O eserin büyük bir meziyeti vardır: bir dost tarafından yazılmış olmak.” [4]

Edebi dostlukların bir tarikat ilişkisine dönüşmesine karşıdır:

“Çoğumuz tesanüd peşindeyizdir: Sen beni koru, ben de seni arkalayayım; aramızda birleştiğimiz bir tek nokta olmasa da ne çıkar? ... Mesela ben, bahsettiğim hikâyeciyi bir ahbap, bir dost olarak çok değilse de gerçekten severim. Ama güzel eser hakkındaki telakkilerimi ondan üstün severim.” [5]

Edebiyatta titizliğin, çalışkanlığın kendi başına saygıdeğer olmadığını; kafalarının ağır işlemesini gizlemek isteyenlerin bazen bunu bir meziyet diye kabul ettirmeye çalıştıklarını düşünür:

“Ne yolda, ne gibi şartlar içinde çalıştığını anlatan adam bizden eserini müsamaha ile karşılamamızı rica ediyor demektir. ‘Ben bunu özene bezene, uğraşa uğraşa meydana getirdim, öyle bildiğin baştan savma eserlerden değildir ha!’ diyen de yine rica ediyor demektir.” [6]

Ataç’ın yalnızlaştırılmayı, sevilmemeyi göze alarak sürdürdüğü ilkeli tutumu kibirli, üsttenci ya da dışlayıcı bir kişiliğin dışavurumu değildir. Tersine, oldukça eşitlikçi bir edebiyat anlayışı vardır. Edebiyatta, sanatta yeni-eski, genç-ihtiyar ayrımları yapmaz: “Ben şu eser gencindir, bu eser ihtiyarındır diye düşünmüyorum.” [7] (…) “Genç adamların büyük eserler yaratamayacakları doğru değildir. Büyük eserler meydana getirmek müstesna mahlûklara nasip olan bir şeydir, bunların arasında gençler de olabilir, Mozart gibi, Rimbaud gibi.” [8] Gençliğin eleştiri için daha elverişli bir yaş olduğunu düşünür:

“Çünkü genç adam içinde daha çok inan duyar, bir teoriye daha çok bağlanır ve hatır gönül dinlemeden düşündüğünü söyler. Ben bunun için, genç adamların o kırıcı, sert, çok yanılan, yanıldığı kadar da yeni görüşler yaratan tenkitlerini; şu akıllı uslu denen, insaf gibi hak gibi sanatta pek manası olmayan düşünceler güden tenkitçilerinkinden daha çok severim.” [9]

Ataç’ın “hak”, “insaf” gibi düşüncelerin sanat eleştirisinde yeri olmadığını söylemesi yalınkılıç bir “kabalık”, “saldırganlık” değildir. O, edebiyat eserinin yazarından, yazarının yaşı, cinsiyeti, kimliği, eleştirmenle yakınlık derecesinden bağımsız olarak değerlendirilmesinden yanadır:

“Benim tercümeihalim, yazılarımı okuyanları katiyyen alâkadar etmez. Bir insanın yazısında bizim arayacağımız şey, o yazının kendi kıymeti, içinde söylenen fikirlerdir. Bu sebepten yazılarımızın bile imzasız olması daha doğrudur… Karilerine kendi hayatlarından bahseden kimseler, gazetelerde, mecmualarda ikide bir resimlerini görmek isteyenler fikirlerinden, eserlerinden ziyade şahıslarına kıymet verenlerdir.” [10]

Ataç’ın edebiyat teorisiyle uzun boylu uğraşmadığını, eleştiride belli bir ekole bağlı kalmadığını söyledim. Öte yandan, edebiyat eserini yazarından özerkleştirme, yazarın kimliğini büsbütün silme önerisi, I. A. Richards’ın “Practical Criticism”le (1929) yöntemleştirdiği “yakın okuma” tekniğini, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Yeni Eleştiri ekolü içinde ortaya çıkmış “intentional fallacy” (niyet yanılgısı) gibi terimleri akla getirir. Asıl olarak Fransız edebiyatını takip eden Ataç’ın bu metinlerden haberdar olduğunu, Anglo-Sakson edebiyat teorisindeki gelişmeleri yakından izlediğini sanmam ama “eserin özerkliği”nde ısrar etmesi o tarihlerde edebiyat eleştirisinde ortaya çıkmış, “bilimsellik” iddiası taşıyan bir eğilimle tuhaf biçimde örtüşür. Tuhaf çünkü Ataç eleştiride bilimsellik ya da nesnellik peşinde değildir. Öznel yargılarına güvenir; “teknik” gibi sözlerden anlamadığını söyler:

“Ben, kendime göre bir sanat telakkim olduğunu sanıyorum. Ve eserleri o bakımdan tahlile çalışıyorum. Yani benim istediğim şey, o eserleri tanıtmak değil, kendi düşüncelerimi bildirmektir. Böyle olunca, tiyatro tenkidi ile roman, şiir tenkidi arasında bir fark yoktur. Zaten roman tekniği, tiyatro tekniği falan gibi birtakım sözler söylüyorlar. Bunları çok duydum, fakat ne olduğunu bir türlü anlayamadım.”[11]

Bu “anlamazlıktan gelme” bir düşünce tembelliği değildir, sanat alanında yapılmış bilinçli bir tercihtir. Ataç, teorik soyutlamalar yapan aklın “şiir” duygusunu, “şiiriyet”i öldürdüğü kanısındadır. İyi şiirin anlamla, “akıl”la, hele teorik akılla ilişkisi yoktur. Anlam, şiir için araç olabilir ama işte o kadar; hiçbir zaman onun temel öğesi olamaz. Okur, şiirin anlamından önce havasını sezmeli, şiir olmayan şeylerle muhabbetini kesmelidir. Ataç’a göre 17. yüzyılda Fransız edebiyatı, hatta bütün Avrupa edebiyatı Descartes’ın hükmü altına girmiştir. Descartes’la başlayan akıl çağının insanoğluna büyük hizmetleri olsa da, “bir nevi şiire de imkân bırakmadı[ğı] muhakkaktır”. [12] Descartes yüzyılı Valéry’nin “Akıl, şairin kafiyeyi akla tercih etmesini ister” demesini anlamamıştır.

Türk şiirinde ise bir kasideyi, gazeli, koşmayı idare eden akıldan ziyade kafiyedir, rediftir. “Bir Türk şairinin düşündüğü şunu veya bunu söylemek değil, falan kafiyeye, filan redife uyacak mazmun bulmaktır.” [13] Öyleyse, Valéry’nin tarif ettiği şiiri yazarak kafiyeyi akla tercih eden “Türk şiiri, bu bakımdan, son derece üstündür, biz Türkler, daha doğrusu bütün şarklılar (bilhassa İranlılarla Arapları kastediyorum) öz şiiri (poése pure) sezmek hususunda Avrupalılardan çok üstün olduğumuz gibi…” [14] Ataç, “Yahya Kemal” yazısında da benzer bir şiir görüşünü savunur: Yahya Kemal şiirinin “tesiri dışında kalmış olanlar şiirde hikâyeden, yavan bir mana endişesinden kurtulamamışlardır. Şiirin kelâm ile güzel şekiller kurmak, şiirde gayenin izah etmeyip ihsas etmek olduğunu anlayanlar ise muhakkak onun tesirinden geçmişlerdir.” [15]

Şiirde akıl karşıtlığına, “şiiriyet” duygusunun aklı dışladığına duyulan inanç edebiyatta “akl-ı selim”den ziyade “zevk-i selim”i kerteriz alan, “en doğru mikyasın zevk-i selim olduğuna” inanan Recaizade Mahmut Ekrem gibi geç Osmanlı “münevverler”inin modern öncesi sanat anlayışına dek götürülebilir. Bu anlayışa göre şiirin “ihsas edici”, hisler uyandırıcı havasını sezmek ancak “zevk-i selim” sahibi olmakla mümkündür. Recaizade gibi yazarlarda doğuştan gelmiş, Tanrı vergisi bir yeti olan “zevk-i selim”, Ataç’ta edebiyatta mükemmeli arayarak muhafaza edilen bir yüksek beğeni ve seziştir:

“Münekkit daima, muharrirden daha idealisttir. O, daima ‘mükemmel’i ister… ve okuduğu eserlerin ‘mükemmel’ olmalarına mâni olan noktalarını, kusurlarını arar, bulur, meydana çıkartır.” [16]

Ataç’ın edebi türler arasında yaptığı ayrımlar da mükemmellik arayışını yansıtır: “Her şey insanı, ancak kendi nev’inden şeylere alıştırır. Polis romanları okumaya başlayıp da bir gün Eflâtun’u okumaya hazırlanmanın imkânı yoktur… Tangoya, fokstrota alışan adam da günün birinde bunların mükemmelini arayabilir; fakat Beethoven’in eserleri tango ve fokstrot musikisinin mükemmeli değildir, ondan ayrı bir şeydir.” [17] Beethoven’den zevk alabilmek için doğrudan doğruya onun eserlerini dinlemekten başka çare yoktur. Sanat eserini anlamak ona alışmak, zamanla bütün inceliklerini kavramaktır:

“Şüphesiz evvelâ hayret ederiz, belki bunalırız; zarar yok, nihayet alışırız, zevk almaya hattâ günden güne her eserin inceliklerini, kusurlarını, fark etmeye başlarız ki anlamak da bundan başka bir şey değildir.” [18]

Ataç, güçlü bir edebiyat zevki için “büyük eserlerle temastan” korkulmamasını öğütler:

“… Avrupa edebiyatının büyük eserleri ile temastan korkuyor, evvelâ halk için yazılanları okumaya kalkıyoruz. Bu da, tango ve fokstrot musikisi ile Beethoven’e varmak istemek kadar garip bir şeydir. Doğrudan doğruya en yükseklerini okumalıyız. Onları yanlış anlasak, onlara tuhaf tuhaf manalar versek de zarar yok; zamanı gelir, alışırız ve o zaman onların özlerine de nüfuz ederiz.” [19]

Ataç’ın güzelliğin kaynağını halk edebiyatında arayanlara, “evvelâ halk için yazılanları okumaya kalkanlara” yönelik bu erken tepkileri 1950’lerde yazdığı “Prospero ile Caliban”da onu edebiyatta, kendi deyimiyle, “ayaktakımının beğenisi”ne uyulmasına; bütün o köy sevgisinin, ozansılıkların alıp yürümesine; çoğunluğun anlayışının, zevkinin (Caliban’ın seviyesinin) aydınlar, sanatçılar tarafından yüceltilmesine karşı çıkmaya yöneltmiştir. Sosyalist gerçekçiliğin eleştiri alanında hâkimiyet kurduğu 1960-80 arasında onun metinleri biraz da bu yüzden solcu aydınlar arasında pek rağbet görmemiştir.

Ataç’ta edebiyat zevki, doğuştan gelen, değiştirilemez bir yeti, mutlu bir azınlığa özgü bir lüks değil, terbiye edilebilecek bir alışkanlık, yüksek sanat yapıtlarını dert edinip okuyarak inceltilebilecek bir beceridir. Ataç, sanat eserinde güzelliği seçebilmenin çok okumakla, “muhtelif akideleri, estetikleri yaşayıp onları aşmakla, onları içinde mezcedip hiçbirinin hududuna kapılmamakla…” [20] mümkün olabileceğine inanır. Okuru, eleştirmeni işin kolayına kaçmadan, bulduğuyla yetinmeden sanat beğenilerini inceltmeye, sadece modaya uydukları için hoşa giden eserleri değil, “insanın canını” sıkan, okuma zahmeti talep eden eserleri de okumaya çağırır: “Sıkılmaya katlanmak lâzımdır. Umumi bir kaide olarak söyleyebiliriz: bizi biraz olsun sıkmayan hiçbir büyük, güzel eser yoktur. Homeros’u, Shakespeare’i, Gogol’ü, bir zabıta romanını okuduğumuz zaman duyduğumuz keyifle, iştiha ile okuyabileceğimizi hiçbir zaman ummayalım… Sıkılmaya katlanmak lâzımdır. İnsan ancak o şartla kendisini açabilir.” [21]

***

Edebiyatta birkaç kuşağı etkilemiş, eleştirileriyle kimilerinin korkulu rüyası olmuş, kimilerinde büyük öfkeler uyandırmış Ataç’ın görüşleri günümüz edebiyat-sanat ortamında değerini yitirdi mi? Başka bir yazının konusu olabilecek bu retorik soruya yanıtım hayır.

Ne Yalan Söyleyeyim’in Sunuş’unda Mehmet Can Doğan, Ataç’ın Montaigne tarzı denemeye yakınlığından söz ediyor. Ataç ile Montaigne’in hümanizmaya, eski Yunan ve Latin edebiyatına bağlılıkları, deneme sınırları içinde hemen her konuya el atmaları birbirine benzerdir. Ama Ataç, hiçbir zaman Montaigne kadar “centilmen” olmamıştır; kendi “sanat telakki”sine uymayan eserleri kimin ne diyeceğine aldırış etmeden eleştirmiş, edebiyatta mükemmellik, yenilik arayanların hep azınlıkta kalacaklarının bilinciyle yazmıştır:

“Her ne kılığa girerse girsin, günün en gizli özünü, yeniliği çıkarmak isteyenler, bunu kendileri bilse de bilmese de, Aristokratça, yani herkesin değil, çokluğun değil, ileri bir azlığın anlayacağı işler görürler.” [22]

Ataç’ın görüşleri değerini yitirmese de yalnızlaşmayı göze almak pahasına yenilikte, yüksek edebiyat zevkinde, sanat beğenisinde ısrar eden eleştiri anlayışı bugün epey aşınmış durumda.

 

NOTLAR: 


1 Nurullah Ataç, Ne Yalan Söyleyeyim-Salon Dergilerindeki Yazılar, Haz. Mehmet Can Doğan, Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2022.

2 Nurullah Ataç, Keziban’a Mektuplar, Haz. Mehmet Can Doğan, Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2020.

3 Memet Fuat, Aydınlar Sözlüğü, s. 71-72, Adam Yayınları, Şubat 2001.

4 Nurullah Ataç, Ne Yalan Söyleyeyim, s. 134.

5 a.g.e., s. 135.

6 a.g.e., s. 117.

7 a.g.e., s. 194.

8 a.g.e., s. 269.

9 a.g.e., s. 145.

10 a.g.e., s. 189-190.

11 a.g.e., s. 191.

12 a.g.e., s. 313.

13 a.g.e., s. 314.

14 a.g.e., s. 315.

15 a.g.e., s. 299.

16 a.g.e., s. 63.

17 a.g.e., s. 249-250.

18 a.g.e., s. 251.

19 a.g.e., s. 251.

20 a.g.e., s. 269.

21 a.g.e., s. 281.

22 a.g.e., s. 80.