20 Şubat 2024

İliç’i kurtarmak bir seçim mi? Hayır, bir zorunluluk

Verilen izinler, burada madencilik ve altın araştırmaları yapmak isteyen şirketler, ister yerel ister yabancı olsun, ister yerel şirketler yabancı şirketlerle anlaşsınlar hepsinin külliyen işlediği bir suç vardır. Bu bilgisizlikten, cahillikten, “benden sonrası tufan” anlayışından kaynaklanmaktadır.  Ama devletlerin özel bir rolleri yok mudur?

İstanbul Üniversitesi'nin, İliç'te 20 milyon 160 bin metreküplük bir kütlenin kaydığını belirten ön inceleme raporundan görsel

Gittikçe ne olduğu anlaşılmaya başlanan bu olay şu anda Türkiye’nin yaşadığı bir felaketi ortaya koymakta. Sadece ekolojik yara değil.  Aynı zamanda insani bir hata söz konusu burada. Bir şey olmaz gibi, vurdumduymaz bakışın getirdiği bu büyük felaket sadece civar bölgelerde yaşayanları değil insanlığı ilgilendirmektedir. İnsanlık açısından bir bilgisizliği ve ehemmiyetsiz bakışın bir ürünü olduğu gözükmektedir. Burasının nasıl bir coğrafya olduğunun bilgisizliği bir yanda, diğer yanda ise bu coğrafyanın tarihi bilgisizliği ile karıştırdığında ortaya vahim bir tablo çıkmakta bizim karşımıza.

Tarihi olarak burasının, yani Mezopotamya kültürünün başladığı yer olarak görmek gerekecek öncelikle. Dicle ve Fırat nehirlerinin kültürü tarihi olarak insanlığın bağlandığı bir yer olması ise başka bir önemi vurgulamakta. İnsanlık tarihinin vaz geçilmez bir yeri olduğu bilgisinin eksikliği bugünkü sömürü makinasının işlemesine yol açıyor. Burasının insanlığın neolitik çağa girişinin beşiği olduğunu hatırlatalım öncelikle. İnsanın tarihinin nasıl insan olduğunun göstergesi olan bu yöre tarih ve coğrafya kitaplarında olduğu kadar paleontoloji ve etnoloji tarihinin de parçasıdır. İnsanların avcı-toplayıcı devrinden çıkışının imkânlarını sağlayan bir coğrafya-tarihinden söz etmekteyiz dikkat edilirse.  

İnsanlık tarihi tarım öncesi döneminde balıkçılık ve meye-sebzeleri toplayarak bir yerden başka bir yere giderek yaşamaktalarken neolitik dönemle birlikte yerleşik olmaya başladıkları coğrafya bu coğrafyadır. Bitkilerin ve meyvelerin toplanmasından itibaren özellikle buğdayın kendi kendisini döllemesinin sonuna gelinmesinin neticesi insanın buğdayı ekmeye başlaması ve tohumlamasıyla birlikte gerçekleşmiştir. Grupların eşit bir şekilde avlanmasının sonrasında toplumda bir hiyerarşinin başlamasıyla tarım toplumuna doğru dönerek yerleşik olan insanlık tarihinin coğrafyasından söz etmekteyiz.

Tarih-öncesi bir dönemden tarihi bir döneme geçildiği yer bu Mezopotamya bölgesinin iki nehri sayesinde tarihi bir sıçrama gerçekleşmiştir. Binlerce yıl sonra tarımın keşfiyle insanlık başka bir toplumsallığa evirilmiştir. Bir tarım devrimi gerçekleşmiştir burada. Bu geçiş ve bu devrimci sıçrama bir anda olmuş bir şey olarak durmamaktadır. Asırların birbiri ardına sıralanmasıyla bu devrim oluşmuştur. Önce bitkiler evcilleştirilmiştir. Buğday bu şekildedir. İnsan eli değmeden kendi kendine üreyebilen buğday insanlık tarihinde insanın müdahalesiyle döllenmeye başlandığında devrim ilerlemeye başlamıştır. Buğdayın evcilleştirilmesi ve domestik olarak kullanılması insanlık tarihinde söz konusu coğrafyaya aittir.

Fransız Antropolog Philppe Descola’nın bir konferansı bu coğrafya üzerindedir.  Ona göre Mezopotamya gibi Amazonlarda da benzer bir süreç bu şekilde yaşanmıştır, tıpkı Okyanusya’da olduğu gibi. Arpanın da benzer bir süreci var. İnsan elinin değmesiyle birlikte yeniden üretimi hızlanmakta olan başka bir ürün olarak arpa, buğday gibi bir süreçte insanileştirilmiş.

Bir kere bu iki ürünün insan eli ile üretilmesi bulunduktan sonra “Verimli Yarımayda” ehlileştirme ortaya çıkarılmıştır. Peki bu “Verimli Yarımay neresidir?” sorusu sorulduğunda hemen söyleyelim Dicle ve Fırat nehirlerinin mümbit topraklarına verilen bir ad olduğunun altını çizeceğiz. Arkeoloji ve botanik uzmanlarının verilerine göre bu bölge insanlık tarihinin önemli yerlerinden birisidir. İnsanlık yerleşik yaşama geçmiştir. Topraktan kil ve çamurdan ve samandan tuğlalarla ev inşa edebilmiştir. İlk köyler ortaya konulmuştur. Bitkileri ehlileştirmekten sonra, sepet yapmasını, battaniye örmesini, çatıya samandan dam yapmasını bulmuşlardır.

Tarih-öncesi çalışmaları bugünün kapitalist anlayışıyla karşı karşıya geldiğinde felaket ortaya çıkmaktadır. Verilen izinler, burada madencilik ve altın araştırmaları yapmak isteyen şirketler, ister yerel ister yabancı olsun, ister yerel şirketler yabancı şirketlerle anlaşsınlar hepsinin külliyen işlediği bir suç vardır. Bu bilgisizlikten, cahillikten, “benden sonrası tufan” anlayışından kaynaklanmaktadır.  Ama devletlerin özel bir rolleri yok mudur? Tarihini, kendisine ait coğrafyasını ve bunlarla birlikte insanlık tarihlerini korumak devlet adamlarına düşmez mi? Tarım tarihini korumak ve bu toprakları eskiden olduğu gibi yaşatmak bir görevdir. Hatta isterse bir coğrafya ve kültür turizmine açmak bile bir şeydir en azından. Bir devlet politikası olabilir: Bu buraya hotellerin ve lokantaların yapılmasını gerektirmeyen bir insanlık tarihi turizm bilgisi olarak da kalabilir. Ne kadar doğal bırakılır o kadar çekiciliği artacaktır. Hatta bu turizm bir anda araştırma laboratuvarlarına açılabilir.  Çeşitli devletler bu araştırmaları güncel hale getirebilirler.

Daha tarım başlamadan bile evvel bu coğrafya ilk yerleşik insanlığın yeri olarak durmaktadır. Bu iki nehir tarım kültürüne bu şansı vermiştir. Nasıl zehir akıtabilir? Nasıl mahvedilebilir? Hangi bilgisizlik bu izinlere imkân verebilir ve burayı öldürmek üzere bir doğa cinayetine neden olacak hareketi gösterebilir? Doğa katli sadece bugüne ait değil, hem geçmişi hem de geleceği yerle bir etmektedir.

Bu bölgelerde doğan insanlar ne kadar şanslı olduklarını bir bilebilseler o zaman belki devleti yönetenler de bu bilgiye sahip olarak yönettikleri coğrafyanın kaderinin şansını kullanabilirler belki de?

İnsan insan olalı böyle bir devrim yaptı ve bizim şansımız da bu topraklarda yaşayan insanları tanıyabilmemizdir. Erzincan ve bölgesi buradan zenginleşmektedir. Bu şansı yok etmemek lazımdı. Şimdi ne yapılabilecek? Canlar gitti, doğa gitti, kirlilik insanların hayatlarına bulaştı. Nasıl buna izin verilebildi? Ve nasıl hala insan yüzüne bakılabiliyor? Ayıplamaktan başka bir şey ne yapılabilir?

Ali Akay kimdir?

Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.

Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 

1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.

Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Vietnam-Gazze

Bugün 1968 ile kıyaslamalar yapılmakta. Vietnam Savaşı’na karşı çıkan bağımsızlık ve barış yanlısı göstericiler dünyada “Amerikan Emperyalizmine” karşı tavrı belirliyordu.  Ama bugün bu durum sanki “epsitemolojik bir kopuşun" göz ardı edilmemesi gerektiğini düşündürtüyor insana.

Dostluk üzerine

Siyasi partilerin seçim sonuçlarında aldıkları seçmen oyları, mümkün olabildiği kadar, oyların eşit dağılımı üzerine kuruludur. O halde, neden hâlâ bazı düşmanlık sözleri toplumun içinde yer bulabilmekte ve hak arama imkanları kısıtlanabilmektedir?

Seçimlerde toplumsalın vektörleri

İstanbul odaklı söylemlerin içinden geçen ve Türkiye bütününde siyasilerin ve devlet aygıtlarının medya ve kamusal alandaki aktörlerin sahada boy gösterdiklerini izledi