07 Ocak 2018

Vektörlerin değişimi

Bugün politika; kendi özünü hatırlayıp, ayaklarını yere başabilirse, ancak o zaman politika kavramının ve söylemlerinin içi dolmaya başlayacaktır

1980’li yılların ortasında yazdığım  bir yazıda  toplumda ve politikadaki işaretlerin değişiminden söz etmiştim, geçen yıl yeniden basılan Konu-m-lar kitabının başında. Burada sadece İdris Küçükömer’in sağ ve sol ayrımındaki işaret ve yerlerin değişmesini değil, ilericilik ve gericilik gibi iki vektörün, modernleşme ve modernliğe karşı çıkış üzerine olan bakışın değişikliğe uğradığından bahsetmiştim. Tarihin ilerleyen bir tarih fikrine bağlı olmasından uzaklaşan yapısalcı düşüncenin antropolojik bakışının, tüm tarihe ait “diyalektik” bakışımızı bir kenara koyduğunu söylemiştim.

Bugün, bu işaretlerin yer değiştirmesinden değil, bunların birbirlerinin içine girmesinin yanında, vektörlerin değişiminden söz etmek  gerekmekte diye düşünüyorum. Bu anlamda, bunun ne olduğunu açmadan önce hemen söylemek istiyorum: Politik olarak “gerçek-sonrası” enformasyon dünyasına girmemizden  çok politik olanın anlamını ve içeriğinin yitirildiğinden söz etmek gerekecek. Bazı düşünürlerin popülizm diye adlandırdığının, aslında içerik ve öz yitimi üzerine oluşan politik söyleme reaksiyon olduğunu söylemek istiyorum. Aslında, sanki değerlerin değil de, gerçekte politika olan söylemin ve onun pratiklerinin anlamlarının kaybedilmesinden söz etmek daha yerinde olacak; çünkü, bunların özü yok olmuş durumda. Doğru, gerçek, adalet, erdem ve hakikat arayışlarının bu kadar çeşitlenmesinin ve olguların bun kadar farklı aktörler tarafından farklı bir biçimde algılanmasının izahını başka türlü yapmak imkansız gibi gözükmekte. Bu sadece popülist bir söylemin başarısı veya Passolini’nin avam olarak adlandırdığı sınıf fraksiyonunun gericiliği değil, aynı zamanda avamın yaslandığı ve zemini yere basmayan politik söylemlerin ve reaksiyonların Politika olmaktan çok uzak olup da, Politika olarak adlandırılmasından kaynaklanmakta.  Yani, popülizmin, politik söylemin ve pratiklerinin içi boşalıp, ayakları yere basmadığı zaman yükseldiğini görmek gerekecek.

Ayakları yere basmayan bir politika gerçekleşmekte dünyamızda. Bu anlamda, havada sallanıp durmakta. Doğudan Batıya, Kuzeyden Güneye, vektörlerin birbirlerine aynı şekilde girişinin, küresel olan ile yerel olan arasındaki gerilimi arttıran gerici söylemlerin, adaletsizlik pratiklerinin, geleneği ve geçmişi bir “kök” diye adlandıran modernizmin ve postmodernizm diye adlandırılan bir küreselleşmenin ve de sözde-ilerici olarak geçen siyasi pratiklerin çıkmazını yaşamakta değil miyiz ?

Durkheim’den daha ziyade İranlı düşünür Cemalettin Afgani’den beslenen (İslam harsı ve medeniyet)  Ziya Gökalp’ın “hars ve medeniyet” ayrımı üzerine kurulu ideolojik bakışının da, Niyazi Berkes’in “200 yıldır neden bocalıyoruz ?” sorusunun da  çok uzaklarında durmaktayız artık. İdris Küçükömer’in sağın sol ve solun da sağ olduğu ayrımı üzerine “sayıkladığı” bir dünyanın da ötesine geçtik. Batı ve Doğu diye adlandırılan bir ayrımı da, Şerif Mardin’in “merkez ve çevre” arasında kurduğu siyasi gerilimi de çok geride bıraktık. Bütün bunlar kalkınma politikaları olarak adlandırılan paradigmanın parçalarıydı. Artık paradigma söylemleri olarak bu geride kaldı bugün. Sürdürmeye çalışanlar hangi siyasi kanattan olursa olsun yere basamıyorlar. Dünya-Toprak ana artık kalkınma politikalarına el veremiyor; tükendi. Bunu görmezsek, yere basmayan ayaklarımızla konuşmaya ve tartışmaya devam edeceğiz.  O kadar kalkınmacı modernliğin sahteliğine kapılmışız ki, modern olmadığını savunduğumuz da, modern olarak ileri sürülen kavramlar da ayaklarını yere basamıyor. Bunlar “içi boş dişler” gibi işlemeye başladı ve olduğu yerde dönüp durarak, patinaj yapmaya devam ediyor. Ve biz bunu  böylece seyretmekteyiz.

Öncelikle politik olanın ayağı yere basmayan pratiklerinin ötesine geçmeyi düşünmeye başlamak lazım. Bu sadece bizim coğrafyamız için değil, dünya coğrafyası için düşünmek gerekecek. Sadece dezenformasyon değil aşırı enformasyonun getirdiği kafa karışıklığı, yerlere basmayan söylemlerin ve lafların uçuştuğu bir yer haline sokuyor tüm coğrafyayı ve diğer coğrafyaları. Olaylar ve olgular kendi içlerinde patinaj yapan söylemlere bağlı olarak aynı boşluktaki ritmin içine girmiş vaziyetteler.

Bu durumdan çıkmanın yolları arasında, hiç kale alınmayan  ve ekoloji olarak adlandırılanın ne olduğunu neredeyse fark etmez bir şekilde geliştirilen söylemlerden hakiki vaziyete geçmenin zamanını kaçırdık; ama, daha da vahim hale gelmesini önlemenin yollarını aramakla başlayacak olan “ortak söylemi” bir hakikat olarak görmek gerecek; çünkü hepimiz aynı yerdeyiz ve aynı havayı koklamak, aynı toprağın suyunu içmek zorundayız. Bu anlamda çıkarlarımız da aynı. Bu dünyada beraberce yaşayabilmek için dostluğa ve müzakerelere ihtiyacımız var. Topraktan gelecek besinlerle varlığımızı yeniden üretmek zorundayız. Ortak beslenme duygusunu kaybetmemeliyiz. Ekonomi kalkınma veya büyüme olmaktan çok önce kullanma ve mübadele etme olarak vardı. Yoksa ne biz, ne bitkiler, ne de hayvanlar kalacaktır geriye !  Bunların başımıza geldiğini ve bunun gerçek olduğunu kabul etmek zorundayız. Yeşilin ve ormanın ve de ağaçların bize lazım olduğunu, sadece ekonomik bir büyüme pahasına bunların terk edilemeyeceğini anlamak zorundayız. Ormanların “yaşamın akciğerleri” olduğunu kabul etmek, görmek ve anlamak zorundayız. Eğer oksijen vermezse bizim de yaşayamayacağımızı hatırlamak zorundayız. Oksijen nereden alınır ? Rengi ve kokusu olmayan karbondioksit nerden verilir ? Ve, bunu hangi bitkiler, yapraklar, ağaçlar yapar ? Bunları öğrenmek zorundayız. Bitkiler gündüz CO2 alır O2 verirler; gece ise O2 alır ve CO2 verirler. Doğanın ve toprağın işleyişini ve önemini algılamak zorundayız. Toprağın; üzerine sanayiinin, madenlerin, nükleer santrallerin yerleşeceği bir zemin olmaktan çok daha fazla ayaklarınızı basacağımız, üzerine oturup enerjisinden faydalanabileceğimiz insanın, hayvanın ve bitkilerin olduğu kadar minerallerin organik ve inorganik nesnelerin de yaşayabileceği bir zemin olduğunu düşünmek ve anlamak gerekecek. Kalkınma veya büyüme için bizim ve bizden sonra geleceklerin hayatını feda etmekte olduğumuzu görmek zorundayız.

Bugün politika; kendi özünü hatırlayıp, ayaklarını yere başabilirse, ancak o zaman politika kavramının ve söylemlerinin içi dolmaya başlayacaktır; çünkü yere basmayan, toprağı, havayı, suyu kale almayan bir politika insanlara hitap edecek bir öz olarak adlandırılamayacaktır. Politika ayaklarını yere doğru indirip,  koyup,  yere bastığında, dünyanın toprağının  ne olduğunu fark ettiğinde, tarihi olan ve güncele taşınan ve hatta ters çevrilen adaletsizlikler, eşitsizlikler, hukuksuzluklar şu anda gitmekte olduğu yönü terk edip, evirilip, ancak yerine oturmaya başlayacaktır. Tehlikeli olan bu virajı dönemeyen bir şekilde sonsuz bir girdaba girebilecek politikayı göze almamak gerekmektedir. Önce içinin dolması lazım politika olarak adlandırılanın, bugünkü koşullar içinde. Yerini bulması ve kıvamının doldurulması gerekecektir. Hepimiz aynı toprağa bağlıyız. Bu toprağın ismi ise bir ülke adı olmaktan çok dünyadır. Toprak anamız tüm dünyadır. Ne yereldir ne de küresel. İkisinin kesiştiği yeni bir vektörün yönlendirdiği yerde durmaktadır.

Yazarın Diğer Yazıları

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır

Özgürlükten kulluğa

Antropolog Pierre Clastres, inanılmaz bir şekilde La Boetie’den yola çıkarak özgür toplumlardan boyun eğmeyi tercih eden kulluk toplumlarından söz etmekteydi: Bu ayrım sonunda devlet mekanizmasının oluşturulması ve devlet mekanizmasının oluşmasına karşı çıkan ve tarihsiz olarak adlandırılan toplumlar arasındaki fark ortaya çıkartılmaktaydı

Kim ne sanıyor?

Küreselleşmekten uzaklaşmaya başlayan dünyamızda artık homojen olmayan farklılıklarla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Göç-sonrası toplumsal vaziyet bunu öngörmekte ve fiili olarak yaşatmakta