01 Ekim 2023

Sana dünyanın resmini çizeyim: Sennur Sezer, bin cevapsız çağrı

Bilim insanı olmak güzel şey, faydası var zararı yok diyemesem de, ama şairler de sadece şiir yazmazlar. Evreni anlamaya çalışmaktan önce belki insanı anlamak gerek diye yaratılmış da olabilir şiir

Dokunduğumda çocukluğumu düşündüren
Gençliğim gibi sırrı açıklanmaz
Kumaşlar satılmaz çarşılarınızda.
Ağrılarıma göre tasarlanmadı giysilerinizin boyu.
Bir korku tanırsınız yalnız
Yaşlanmak ve bırakılmak.
Bende çeşidi var,
Ama bitişmiyor sizinkilerle,
Sevgiden doğuyor çoğu. 

İyi derecede fizik, kimya ya da matematik, mantık bilmek, neyi nasıl anlattığınıza bağlı olmakla birlikte, iyi derece bir dil bilmekle eşdeğer. Fiziksel fenomenleri (gözlemlenebilir ve fiziksel nitelikleri olan evren olaylarını) anlamak ve sonra da açıklamak için önemli bir yoldur bu. Süreçleri matematiksel denklerle, modellerle izah etmek evrenle ilgili birçok şeyin anlaşılmasına ve öngörülebilir olmasına yarar o dili de yaratır. Sayıların, sembollerin de birbirleri ardınca sıralanıp doğrulandıkça evrende insan için oluşturdukları birbirlerinden farklı yaşam kümeleri vardır, insanın varlığı gibi anlam dünyasını da güçlendiren... Bunları öğrenmek iyidir. Tüccarların, tacirlerin şekillendirdikleri müfredatlar yüzünden eli sopalı, ağzı bozuk, suratsız, bir anlattığını bir daha anlatamayan hocalardan öğrenmek zorunda kalsanız bile. Onların kendi şiirsel varoluşları evrenin şiirsel varoluşunu açıklamada ve anlamada diğer alternatif yollardan da biri ama edebiyatla beraberlerse, ancak o zaman her şeyin en iyisi. Sıra dışı bilim insanları üzerine kalem oynatırken, herkesin beklediği şey onların bilimle yarattıkları kıvılcımlardır kuvvetle muhtemel. Plütonyumlu, uranyumlu atom bombaları ya da ateşli kitle imha silahları gibi... İnsanı öldürecek kadar ışıl ışıl ve bazen de elma kokulu bir sis bulutu.

Bilimin Belirsizliği konusunda kalbin de bir duyarı olduğunu, onu da kullanmak, ona da danışmak gerektiğini, ancak her şey mahvolduktan sonra anlayan yirminci yüzyılın önde gelen fizikçilerinden ve yüklü parçacıkların etkileşimini tanımlayan, göreli kuantum teorisi ve kuantum elektrodinamiğine katkıları da olan Nobel Fizik Ödüllü Profesör Richard P. Feynman, Bilimin bir değeri var mı? sorusuna: Bence bir şeyler yapabilme gücü değerlidir. Sonucun iyi mi kötü mü olacağı, nasıl kullanıldığına bağlı Olsa da, gücün kendisi bir değerdir, dedikten sonra hayatının bir döneminde seyahat ettiği Hawaii'de ziyaret ettiği bir Budist tapınağında şu sözleri işitecekti: Her insana cennetin kapılarını açan bir anahtar verilir. Aynı anahtar cehennemin kapılarını da açar. Yani birçok konuda birçok bilgiye sahip olabilirsiniz ama 'sahip olmak' ona 'hâkim olmak' anlamına gelmez. Gücün kendisi'nin ne olduğunu gerçekte açıkça ifade edemediği için de bu böyle. Birçok bilim insanı henüz çocukluğunda bile çok bilinmeyenli denklemleri çözmüş olabilirler. Bu, insanın varoluş değerlerini anlamlı kılacak problemleri çözmeye yetmez. Hakeza Feynman da insani değerler konusunda yanıldığını, kullanıldığını, 1945'de kitle imha silahları çalışmaları ekibinde yer aldığı yıllarda evine geri döndüğünde, tüberküloz hastalığı yüzünden eşini kaybettiğinde, başka insanların ölümlerinin de ne anlama geldiğini anlamıştı, geç de olsa. Fakat artık bir parçasıydı insanı üzen bu düzenin, istese de istemese de.

Yani o bir deha mıydı? Evet, ama ne zamandan beri? Onu bir deha yapan çalışmaları mıydı, yoksa kitle imha silahlarıyla ilgili çalışmaları sonrası hatalarından duyumsadıkları mı? Duyumsamakla algılamak birbirinden çok farklı... Duyumlar basit, algı ise kendi içinde öğrenme, bellek gibi süreçlerin olduğu karmaşık bir süreçtir ve düze inmek çok da kolay değildir. Basite indirgenmiş şeyler ilgiye muhtaç bırakıldıkları için zorlaşırlar. Birçok bilim insanı basit şeyler karşısında bu yüzden düzenin ellerini ayaklarını bağladığı kişiler olarak kalır. Mantığın sadece IQ'su yüksek beyinlerce ortaya çıktığını düşünenler, Feynman'ın dünyayı mahvedecek ve insanoğlu hayatta olduğu müddetçe onun için hep bir tehdit olarak var olacak ölümcül silahlarla ilgili çalışmaya önce neden, "Hayır" ve hemen sonra neden, "Evet" dediğini düşünedursunlar. Ben de, niçin kalbin beyinden, iyi bir şairin birçok bilim insanından neden daha güçlü ve zeki olduğunu anlatayım: Bir bilim insanıyla bir şair arasındaki fark IQ (learnability quotient) ile EQ (emotional quotient) arasındaki farklarla belirlenmeye çalışılabilir. Fakat ortaya çıkacak sonuçlardan hangisinin diğerinden daha geçerli olduğu muğlâk kalacak. Çünkü insanın zaten bir tane zekâsı var. Çoklu Zekâ Kuramı'yla IQ'nun insanların kabiliyetlerine göre sıralanmış sekiz ayrı zekâ türü daha ortaya konmuş olsa da.

İnsanın zekâsını belirleyen şey sadece iyi bir matematikçi, sayısalcı ya da keman çalabiliyor olması gibi şeyler değil. Bunların hiçbiri tek başına insanın özel yetenek alanları değildir zaten ama bunları özel yetenek alanı yapan insanların zekâlarını bu alanlarda kendilerine özgü bir özgünlükle kullanabiliyor olmalarıdır. Bunun için insan zekâsının koşulsuz ve çok adaletli bir vicdanla çalışması yeterli. 'Vicdan' dediğimizde, çoğunluğun anladığı şey, "Tanrı'nın içimizdeki sesi..." Oysa doğruların doğruluklarını ispatlamaları için bir 'Tanrı' imgesine ihtiyaçları yoktur. Bu, insanların yetiştirilme biçimiyle mümkün. Keman ya da piyano, hayat boyu eğitimde her şeyden bağımsız felsefe ve şiir de matematik ya da fizik gibi zorunlu dersler arasında yer aldığında, sadece IQ'su değil, EQ'su yüksek insanlar da yetişmiş olacak. Yani duygusal bir zekâya sahip olmak da sayısal bir zekâya sahip olmak kadar önemli… İşe yarar olması içinse, ikisinin bir arada olması gerekli. Ancak o zaman sayıların da kelimelerin de anlamlarının kendilerinden çok daha büyük ve etkili olduğu daha anlaşılır bir hale gelecek, çünkü tek başına çok zeki olmak, başkalarının kaderini etkilese de, insanın evrende yapayalnız olduğu gerçeğini değiştirmez.

Düşüncelerden önce his vardır. Kalbi duygular dediğimizde, Bunun bilimsel hiçbir yanı yok, diyecekler. Oysaki var. Birçok şey gördüğümüz gibidir evet ama bildiğimiz gibi değildir. İnsan öyle. Birçok insan bu dünyada zaten ne biliyor musunuz? Aptallarla Abdallar arasında ya da ne aradığını bilen insanlarla ne aradığını bilmeyen insanlar arasında yanlışlıkla bir pencereden bir evin bir odasına girmiş panikle uçuşurken, kendini o duvardan bu cama çarpan bir kuş. Çıkışı bulduğunda artık kanatları bütün anlamını yitirmiş. Hevesi kırıldıkça kanatları kırılmış... Kalplerimiz de böyle değil midir? Göğüs kafeslerimizin içinde çarpar çarpar ve sonra yorulur durur. Üzüntülerin yarattığı streslerin kalbin fonksiyonlarını ve biçimini bozarak şekillendirdiklerini biliyoruz. Kalbe özgü duyu nöronların beyne giderken taşıdığı bilgiler onlar henüz kalbin içindeyken depolanırlar. Bu bilgiler sadece beyne iletilen biyolojik sistemin nasıl çalıştığına dair bilgiler değildir. Beynin kendisi hiçbir fiziksel acı duymazken, kalbin birçok duygu karşısında etkilendiği bir gerçektir. Kalbi çok kırılmış çok insan gördüğüm için rahatlıkla söyleyebiliyorum bunu. Kalbi hastalanınca insanın beyni de hastalanır. Diferansiyel geometri alanında çığır açan büyük matematikçi John Forbes Nash onlardan biri. Şizofreniye yakalandığında evrenden koparılmış gibi tek başına dönüştüğü o insana bakmaya başladığında iyileşti. Yani bir deha sadece beyniyle deha olmaz. Bir trilyon hücreye sahip beynin yaradılış itibariyle bir mühendislik harikası olduğu doğru, fakat onun sadece kalbe özgü duyu nöronlarından oluşan kırk bin akıllı hücreyle bağı kesildiğinde hayatın bittiği de ayrıca bir gerçek. Yeryüzünde para, araçlar, kişisel konfor gibi şeyler uğruna elde edilmiş hiçbir başarı, bir kalbe güzel bir his olarak yerleşmiş olmanın yerini tutamaz.

Bir deha olmak için acıdan da geçmek gerekir. Feynman da acıdan geçmiştir evet, ama acının anlamını kendi acısını çekmeye başladığında fark etmiştir. Onun zihninin aslında ne kadar karışık olduğunu çizdiği resimlerden, kalbininse yeterince gelişmediği yazmaya çalıştığı şiirlerden anlaşılabilir. Bir bakıma aslında başkalarının hayatına bakmadan yaşayabilmekten, başkalarının şiirlerini çalmadan da nasıl şiir yazılır, bunlardan sözler ediyorum. Feynman, doğanın bilimle çözünecek bir şey olduğunu söylediğinde, bilimi insanlığa karşı bir silah gibi tutuyor sanmıştım. Bir şeyin ikinci defa keşfedilemeyeceğini söylediğindeyse, o şeylerin zaman içinde değişemeyecek tek özelliklerinin isimleri olduğu kısmını atlamış gibiydi sanki. Zira Amerika'yı yeniden keşfedemezdik doğru ama zaman içinde o kıtanın parçalanıp dağılmayacağına Tanrı mührü vurulmamıştı. Sadece fizik ve matematikle harmanlanmış bir hayatın tek eksiği şiirin, şiirsel imgelerin eksikliği olabilir. Çünkü somut veriler elde etmek üzere soyut bir evrende dolaşmak bir yerden sonra insanın gerçeklikle bağını koparır. Yani onun, insanın ruhuyla olan anlamlı bağını anlama ve anlatmadaki yanıyla açığa çıkan dilin zekâyla bağlantılı vicdanla ortaya çıkardığı muhteva ile olan bağını. Hareketlerin ve sayıların da bir ahengi ve uyumu olduğu için evreni şiir gibi algılamaz mıyız zaten? Böylece daha sonraları daha çok resim yapmış, şiirler de yazmıştır. Fakat hiçbir zaman Sennur Sezer gibi Ağrımasa bilir miydim yüreğimin yerini diyerek, gösterememiştir kalbinin yerini. Evrene bakarak konuşurken, insanı görmezden gelerek sözler etmek bir başka şairin dediği gibi bir sonuç yaratabilir. Nedir o? Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği… 

Dünya oldum olası, hiçbir bilim insanı evrenin bütün resmini çizememiştir. Belki de öylesi muhteşem bir deha değillerdir. Dehalar acınası trajik öyküleriyle bilimsel çalışmalarıyla ilgilenen insanlardan çok daha fazlası tarafından tanınırlar. Bütünü bulamamışların parçaya varması uzun sürer bu yüzden. Oysa parçadan bütüne varmak çok daha kolaydır, evrenin yalnızca bir parçasını anladığımız zaman. Sennur Sezer, sadece bir şair; belki atomu parçalamadı, ama yürekleri parçalayabilecek şiirlerini nasıl yazdığını ben henüz çocukken Evrensel'de yazdığı bir köşe yazısında şöyle dile getirmişti:

Taşkızak Tersanesi'nde çalıştığım ilk yıldı sanırım. Karikatür gibi şişman bir ustabaşı vardı. Çok içtiği söylenirdi. Hem kilosu hem içkiciliğiyle alay konusuydu. Bir gün canına kıydığını duyduk. Söylendiğine göre, tersanede faizle borç veren bir başka işçiye borçlanmış, borcunu ödeyemeyeceğini anlayınca da fare zehri içmiş. Zehri içtikten sonra duyumsadıklarını yazmış bir deftere. Ölümün yaklaşmasının sarhoşluktan daha güzel bir baş dönmesi olduğu gibi güzellemelermiş bunlar. Şimdiye kadar kimsenin söylemediği, ölümün aşağılanarak yaşamaya yeğlenebileceği, bilseymiş yaşamaya zorla katlanmaktansa daha önce ölümü seçeceği inancıymış. Dakika dakika duygularını, gövdesinde duyumsadıklarını yazmış böylece. Ölürken neler olduğunu anlatmaya çalışmış. Kalemi elinden düşene kadar… Şişman ustabaşının imajı o gün değişti. Kimse şaka bile yapmadı kilosuyla ilgili. İçki de anılmadı ondan konuşulurken. Yazdıkları yinelendi bir söylence gibi. Yazmak, onun belleklerdeki görüntüsünü değiştirmişti. Yazmanın herkes için bir kendini ifade etme biçimi olduğunu o zaman, on altı yaşlarındayken anladım.

Bilim insanı olmak güzel şey, faydası var zararı yok diyemesem de, ama şairler de sadece şiir yazmazlar. Evreni anlamaya çalışmaktan önce belki insanı anlamak gerek diye yaratılmış da olabilir şiir. Boş bir uğraş da değildir. Şiir de gözlemlenebilir ve nitelikli olaylarla ilgilidir. İnsanın ölümden önce şiiri öğrenmesi de birçok şeyi değiştirebilir. Toplumun idrak edemediği, idrak ettiklerini ifade edemediği her yerde öncü hareketler yaratabilir. Dünyanın resmini çizmek gerektiğinde yeniden, bin cevapsız çağrı gibi yankılanan şiirlerin şairleri olarak anılsalar da aşağıdakilerin yükselen sesleridir, dünyanın bütün çocukları benim de çocuklarımdır, diyebilen şairler. Hiçbir bilim insanından duymadım mesela, otobiyografik bir şiirinde Sennur Sezer'in söylediklerini: 

Evliyim.
İki çocukluyum,
Ozanım…
İnsanın insandan korkmasına karşıyım.
İşte bunun için
Yazıp
Altına imza attıklarım.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim