10 Eylül 2023

"Tanrım, sana kalbimin kırık parçalarından bir sunak yapacağım"

O kadar susmuş ki, bir insanın söylediğinde dünyanın omurgasını kıracak sözcükleri dünyayı değiştirecek, insanı iyileştirecek çocuklar gibi doğurmuştur

İnsanlar dizili inci bir tespihte,
İnci ne kadar değerli,
İplik o kadar ince.

Sezen Aksu, bir söyleşisinde Onno Tunç'un şu sözlerini aktarır: Bizim sektörümüzde, kelimelerle her şeyi değiştirmeye çalışma eğilimi çok fazla. Yani süsleme, giydirme, güzelleştirme… Bu pop müziktir. Ciddi müzik başka şeydir, pop müzik başka şeydir. Bu sanat manat değildir. Bu edebiyatın tamamı için de geçerlidir. Kültür yazarlığı tanıdıklarımızın, arkadaşlarımızın kitapları 'satılsın, birileri biraz daha para kazansın' diye yapılacak iş değildir. Bu bir vicdan meselesi… Dünyanın görüntüsünü değil, kendisini değiştirmek için yazarız biz. Kazananlar, yeterince kazanmıştır zaten. "Bu kitap da şöyle güzel, bu yazar da böyle iyi," deyip geçildiğinde, her şey bir anlığına görünüp sonra da kaybolup gitmeli. Gidecek de. Tanıtmanlar böyle yapmaya devam edebilirler. Gösterdikleri resim silinip gittiğinde, onu tuttukları yerden onlar da silinmeye başlayacaklar. Zaten her yazıdan sonra hissettikleri ama söylemeye de utandıkları duygu, bu değil mi? Ne iş yaparsam yapayım, dünyaya gelmiş olmam bir ödev olmalı benim. Gazeteci olsaydım eğer, savaş muhabiri olurdum. Onu da yapamazdım aslında. 'Meslek etiği' denen şey, "işini yap müdahale etme,"  beni durmaya ikna etmeye yetmezdi çünkü. Kevin Carter öyle yapmıştı. Akbabanın başında beklediği siyah bir çocuğun fotoğrafına Pulitzer Ödülü'nü sığdırmış, sonra da bunun ağırlığına dayanamamıştı. Demek ki neymiş, hiçbir şey bir insanın hayatı kadar değerli değilmiş. Hem çok hassas hem de çok gaddar olmak arasında dönen dünyanın, insanı canının istediği yere yuvarlamasına boyun eğemezdim. Kameramı, mikrofonumu bırakır, dünya ve insan için tasarlanmış o ebedi plana müdahale ederdim. Duydum, gördüm, biliyorum ve tecrübe edilmiş her şeyin onu, 'sadece öğrenmiş' olmaktan daha değerli kıldığına inanıyorum. Bu delilikse eğer; delilik, Tanrı'yla hiçlik arasında bir yer… İnsan bazen sadece bu yüzden muaf tutulabilir, her şeyden. Dünya her akşam masamda bugün çekilmiş bir fotoğraf gibi duruyor. İçinde ziyan olan da insan, ziyan eden de. Ona bakmaktan kaçmak için sık sık geceleri göğe bakarım. Bunu çocukluğumdan beri yaparım. Tanrı'nın gözleriyle göz göze gelebilmek, delirmemek için yaparım. Peki, delirttiklerimizi nereye kusacak bu varoluş?

Homeros, Odysseia'da, Yeryüzünde insandan daha zayıf hiçbir şey yoktur, der. Erich Fromm ise, İnsan, doğanın ucubesidir, diye devam eder. Buna meydan okuyan yazarları seviyorum. Bir köşede pıtır pıtır bir şeyler yazmaya benzemez bu. Bazen Tanrı yokmuş gibi değil, Tanrı'nın bu dünyadan haberi yokmuş gibi düşünüyorum. Biraz da bu yüzden, okunduğunda insanı rahatsız edecek kadar gerçek hikâyeler, okuyanı başladığı yere geri döndüğünde olması gereken kişi yapacak güçte metinlerdir. O kitabı yazan da başladığı yere böylesi muhteşem geri dönebilmişse eğer... "Ya işte dünya böyle bir yer, insan da böyle bir canavarmış," dedirtmeyecek hayret duygusunun yoksa başka ne anlamı olabilir? Çünkü şaşkınlıklar geçicidir, sevinç içerir. Uzaktan da olsa bir bilseler insanı nasıl nasıl severim, ne incinsin ne üzülsün isterim ama Şule Gürbüz'ün de dediği gibi, İnsan, üzülerek öğrenir. Bütün derinlikler, o üzüntünün içinde her şeyi düzeltecek güçte bir ayarlı anahtar gibi ona uzanacak eli bekler. Geleceği görmek için teknoloji harikaları yaratmaya çalışanların belki de geçmişe gidip her şeyi düzeltmek için bir şeyler yapması gerekir. Her şeyi gördükten sonra sanki bütün dünyayı gözlerinin içine sığdırmış Marie Rose Balter gibi. İnsanın başladığı yere dönüp bir zamanlar zehir gibi acıyken, bal olmaya çalışması başkalarının da yarınlarını etkileyebilir. 

Bizim edebiyatımızda bugün için ve tiksinerek söylüyorum bunu -bilenlerin böyle şeyleri hemen fark edeceğini de bir not olarak iliştiriyorum bir önceki cümlemin yanına- bir satır, bir ima olsun, otobiyografik öğe içermeyen kitaplar birer kopyadır. Bu bir şiir yahut bir roman da olabilir. Bir şeyin kopya olması hemen de anlaşır. Onlar hiçbir şeyi değiştirmeye çabalamazlar çünkü. Hakikatli işler uzun sürer diye sanırım ve dayanılması güç, meşakkatli. Hakikatli şeyleri kavramaktan daha ürpertici olansa sahte anılarla, hikâyelerle zaman kaybetmiş olmaktır. Evet, edebiyat bir yaratım işidir, içimizdeki Tanrısallığın hakikatlerden yapılmış isyanları eyleme geçirsin diye yaratma girişimleriyle ortaya çıkmış bir alandır. Fakat neyin neyden yapıldığı soyut olarak da önemli… Hissettiğimiz şeyler dokunduğumuz nesnelerden daha tesirlidir. Yazan biri, yaşadıkları kadar gördüklerini de anlatacak cesarete sahip olmalı. Yazmak, insanın önce kendisiyle konuşabiliyor ve bunu başarmış olmasıdır. Bunun sanatsal tarafı üslubuna kalmıştır. Yani insan, ağzında pas tadı duyduğunda kan yuttuğunu anlamalı, anlatmalı. Her şey, toplumumuzda hiç önemsenmeyen kitaplar bile insanın kendine yaptığı bir yatırımdır. Cüzdanları şişiren paçavralardan çok ruhu geliştiren, değiştiren şeylerden söz ediyorum. Bu kitaplar bazen kitapların en ağırı olsa bile. İçinde koşmaya başladığınızda koridorları aydınlanan bir labirent gibi. Zor değilse, size hiçbir şey vermeyecek, yol da göstermeyecektir. Marie Rose Balter'ın (ve ona bu çalışması için yardım eden Richard Katz) Hiç Kimsenin Çocuğu, o zor kitaplardan. Bir başarı hikâyesi değil, çünkü Balter yazarlık iddiası olan biri değil. Herkesi affettim, derken bile, bütün insanlığı cezalandıran bu kitapta kendi kendinin tanıklığını yapmıştır. Kimse yaşadıklarına kendinden daha emin tanıklık edemez. İnsanların hukuk anlayışındaki 'suç ve ceza' eşitliğini bozan da budur aslında.

Açık konuşurum, acı konuşurum. Anlamayanın işine gelmiyordur ve ben bunu da anlarım. Acının insanı bilgeleştirdiğine inananlardanım. İnsanın içindeki zehir gözlerinden akmaya başladığında aklının, kalbinin, ruhunun temizlendiğine inanırım. Bu kitabı özetleyip geçemem, bu masalara bunun için oturmuyorum. Ben de yeryüzüne Tanrı'nın bana verdiği irade ile gerektiğinde onu da sorgulamaya geldim. Yeryüzüne bir iyilik olsun diye kurulmuş yetimhanelerin, akıl hastanelerinin aslında nasıl yerler olduğunu anlatan bu kitabı, insanları aptal yerine koyan kişisel gelişim kitaplarından kutsal bir kitapmış gibi de üstün ve ayrı tutarım. Yeraltı edebiyatından daha korkunç olan yukarıda yaşadıklarımızdır çünkü. 19. yüzyılla birlikte modern çağın başladığını ileri sürenler kavimler göçünün tekrarlandığını, evlerin, şifahanelerin, yetimhanelerin, huzurevlerinin insanlığa bir armağan olmadığı gibi iktisadi döner sermayenin değirmenleri olduğunu unutturabilirler mi? Hani bizim vergilerimizle birer değirmen gibi dönen o yerlerde insana edilmiş muameleleri? Oralara insanın fırlatılıp atıldığını, terk edildiğini? Savaşlar, salgınlar şöyle dursun, normal şartlarda bile gidip oralarda, ne oluyor, diye merak etmediğimiz yerleri? İnsanların bir nesne gibi seçildiği yetimhaneler ve artık gereğini yitirdiğinde fırlatılıp atıldığı dirilerle dolu mezarlıklara benzeyen akıl hastanelerini? Çağ değişir, koşullar değişmez. Buralar, hüsrandan yapılmış birer tekkedir. Çünkü öyle. Dört duvar, bir çatı, 'yuva' demek değildir her zaman. Her fırsatta eleştirdiğimiz Avrupa'nın insana yaptıklarını yapıyoruz biz de bugün insanlarımıza. Bundan ki, yarısı yetimhane, yarısı akıl hastanesi olmuş dünyanın bir kıyısı da burası da. 

Marie Rose Balter'ın hikâyesi, 1930'lu yıllarda büyük buhranın yarattığı koşulların ortaya çıkardığı bir hayat hikâyesi aslında. Hayatlarımız henüz doğmadığımız yıllarda şekillenmiş hayatlardır. Onun hayatı gibi. Yine de Marie Rose Balter beş yaşında insanla, dünyayla tanışmanın hikâyesini hiçbir suçu yokken var olmanın cezasını çekmiş olmasına rağmen öfkelerle dolu bir eleştiriyle yapmaz. Ben bunları yaşadım, derken, Bunları başkaları da yaşamasın der aslında. Benim, o her fırsatta dövüşe davet ettiğim Tanrı'yla bağını hiç koparmadan, ondan başka kimseyle konuşmadan, ondan başka hiç kimseden hiçbir şey istemeden yazmış bütün bunları. Onun hikâyesi, varoluşun kendisi. Dünyayı, evleri yönetenlerin yanında diğer insanların yaşamak zorunda kaldıkları… Bir romandan daha katmanlı onun anlattıkları. Hayatta kalmak için bir kılavuz doğrusu. Hayatta kalmak isteyenler için tabii. Ödül alacak bir metin ya da bir fotoğraf için hiç kimseden vazgeçilmesin diye yazılmış sanki. İnsanın başladığı yere güçlenip döndüğünde hesap sormaya değil, başkalarını da kurtarmaya çalışmasının hikâyesi. Bu, işte o vicdan meselesi… Dünyanın görüntüsünü değil, kendisini değiştirme girişimi. Bir ders kitabı da değil bu yüzden ya da ibretler silsilesi. İnsanın insana ettiği ama bulduğunda artık onu hak etmediği bir hikâye. Sadece bir anı ya da gözyaşı ve ıstırapla dolu bir günce de değil. Her şeyi içine aldığı için onu bir türe haps edemeyeceğimiz bir kitap. Bu dünyanın kelimeleriyle ifade edilemeyecek bir nefes alma biçimi. Hani koştura koştura bir tepeye çıktığımızda haykırırız da ciğerimiz yırtılır gibi bir acı duyarız ya kaburgalarımızın arasında, bu öyle de değil. Bu, o tepeye vardığımızda hayatımız boyunca aradığımız huzuru bulmuş gibi başlarımızı kaldırıp, sanki Tanrı'yla buluşmuş, her şeyi çözmüşüz gibi sakince ruhumuzun genişlemesi. 

Marie Rose Balter, bir zamanlar terk edildiği yere bir şifacı olarak değil, bir tanık olarak dönüyor. Çünkü kurduğu son cümle şöyle diyor: Tanrım, sana kalbimin kırık parçalarından bir sunak yapacağım ve o sunağı inşa etmeyi de başarmış. Balter, Sartre'ın, Albert Camus'nün varoluş imgelerini yıkacak bir varoluşçu olarak tarihe geçmeli. Sokrates'in, İnsan her şeyin ölçüsüdür, cümlesine ilham olması gereken kişi de sayılmalı aynı zamanda. O kadar susmuş ki, bir insanın söylediğinde dünyanın omurgasını kıracak sözcükleri dünyayı değiştirecek, insanı iyileştirecek çocuklar gibi doğurmuştur. Bazı kelimeler insanın zihninde görüntüler yaratan düğmeler gibidir. O düğmelere bastığımızda, Balter'ın yaşadığı her şeye rağmen insanlığı affetme biçiminin bir ceza olduğunu anlamamak mümkün değil. Okurken, insanın kendini içinde bulduğu bütün o sahnelerin kelimelerden yapıldığına inanmak, Balter'ın merhametinin kaynağını ve onun bu dünyadan geçerken edindiği bilgilerin kurumlara, kişilere bakarkenki bakış açılarımızı değiştirmesini umarım. Yetimhaneden edinilmiş her çocuğun göğüs kafeslerimize nakledilmiş bir yürek olduğunu bilelim. Hepimiz birbirimizin bir parçasıyız. 'Medeniyet' denen bu şeyin, çok gelişmiş bir vahşet olduğunu unutmayalım. Birçok insan yaşasın diye birçok insanın ölümüne neden olan atom bombası da bu medeniyetin bir sonucu. Yetimhaneler, akıl hastaneleri, huzurevleri de bu medeniyetin ortaya çıkardığı yerler. "Buralar sokaklardan iyidir," diyecekler, içerinin dışarıdan görünmediğini bilsinler. Marie Rose Balter, Hiç Kimsenin Çocuğu değil. Diğerleri gibi. Hepimizin çocuğu.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 


Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim