03 Eylül 2023

Uzak Deniz Küçük Yağmur: Ah seni bekleyeli belki on dört bahar geçti

Otuz üç öykü, otuz üç kurşun gibi yaralayıcı

Mesleki bilgi, sadece mesleki bilgi değildir. Su katılmış sütten güzel tecrübeyle o artık başka bir şeydir. Ben bunu ilk stajımda görmüştüm. Aşkın Leyla'ya, Mecnu'na çevirdiği insanları, köpek bağlasan durmaz tımarhane koğuşlarında gördüğümde. Savrulup duruyorlardı, yeni bir dünya gibi kurulan geçmişin içinde. Düşünmeden edemem hâlâ bazen, anadan üryan soyunup incelikli davranışlarla camın arkasındaki duvardan su akıyormuş gibi abdest alan Tomris, hayatta mıdır acaba?

Aşkın, insanın içini kaplayan kara bir veba olduğunu anladım o zaman. Bu öyle kök salar içine insanın. Gidenler, geri dönmezler, dönemezler diye. Umursayan insana ne olduğunu, dünyanın güzeli nasıl heder ettiğini gördüm. Belki o günlerden beridir dümdüz bir cümle kurmadım hiç. Söylenecek şeyler dümdüz söylenecek şeyler değiller zaten. Dünya da böylesi bir düzlüğü hak etmiyor çünkü. Zaten insan dümdüz söylenecek şeyler görmüyor, tecrübe etmiyor çoğu zaman. Denize bakınca uzağa gitme isteği bundan. Bu yüzden bir kitabın iki kapağı arasına hapsetmiyor muyuz kendimizi? O aşkın yarattığı aşkınlık küçücük bir çekirdeğin içine sığıp kalmıyor mu yani sonunda? Bir tahta kutuya sığmışız gibi. Sığdırırlar. Bildiğimiz her şey bilmediğimiz bir tek şeye yeniliyor. O, dünyanın en büyük tutkusu, en sarsıcı duygusu, küçültüp gözlerden ırak bir şeye döndürmüyor mu sonra insanı? Aslında her şey siliniyor ama geçmiş silinmiyor diye galiba…

Her şeyi insanın uydurduğu bir dünyada biraz daha metafiziksel dertleri mesleğine insani tecrübelerle de katabilmiş hekimlerle çözmek gerekir. Bir psikiyatr, kardiyolog yahut bir beyin cerrahı fark etmez. Halden anlayacak ki, durup önce bir halinize sonra da derdinize bakacak… Neşteri de böyle tutacak, kalemi de. Kendini de iyileştirebilmiş bir hekim insanlar arasında denk gelebileceğimiz sahih bir mucize gibidir. Kalbinin nasıl ağrıdığını dünyanın çöküntülerine dökülen bir ırmağı tarif eder gibi tarif edenleri, ırmağın nereye nasıl döküldüğünü bilen biri anlayabilir çünkü. Denize baktığımızda ufka sığmayan şeyin gözlerimiz olduğunu bilen biri... Sadece reçete yazmayan, şiir, öykü de yazan hekimler, onların bir kısmı sadece. Talat Kırış, o hekimlerden biri. "İnsana dair bir iş yapıyorum, insanı anlamam lazım" diyor bu yüzden. Beyne Giden Yol'da hastane koridorlarının da bir sesi olduğunu duyduğumda, intiharın boynunu tek hamlede kıran ben, daha uzun ömürlü bir çare arayan ayaklarımın sesini de duymuştum.

Gittiğim yerin nasıl bir yer olduğunu anlatan, durmuş ayaklarımın sesinde. Ölümle hayat arasında bir bekleme odasındaymışım gibi duymuştum. İki ayrı deniz gibi iki ayrı dünyanın seslerinin de birleşip ayrıldığını. Her şeyin, herkesin birbirinden ayrıldığında ortaya çıkan duygunun yarattığı o sessiz fırtınada. İnsanın en çok ağrıyan yerinde. Ruhunda. Ruhunu insanın kalbinin içinde sanırız ya. Değil aslında. Ruhumuz kafamızın içinde. Dertte belki orada. Orada bembeyaz küçücük bir nokta, simsiyah gösterir dünyayı insana. Sadece neşter tutup reçete yazan ellerin bile, bazen iyileştiremeyeceği bir şey bu. Birden görünüp yine birden kaybolduğum zamanlarda daha iyi anlıyorum artık bunu. Başka bir dil olduğuna inandığım o dili bilenlerle başlarımızı kaldırıp göğe bakabiliyoruz biz. Bizim sözcüklerimiz tükendiğinde onların sözcükleriyle devam edebilelim diye yola. Yani dünya ile ilgili her şeye doymuş ama içine yerleşmiş o sıkıntının ne olduğunu her şeyi öğrenebilse de öğrenemeyenler. Tasavvufi bir şey? Değil sanırım tam olarak ama bu dünyayla da ilgili değil. Şehvetsiz bir şefkatten söz ediyorum. Hekimlerden iyisinin hep bir şair olduğuna inandım bu yüzden. Hiç değilse, şiirden anlamalı. Ancak havada savrulup duran birileri halinden anlar diye havada kalmış birilerinin. Psikiyatrların, kardiyologların, "kafanda çözeceksin" dedikleri şeyi, "o halde bir beyin cerrahı çözebilir" diye karara bağladığımdan beri…

Hayatım boyunca dertlerimin çaresini kitaplarda aradım. Yazanlarda. Cehenneme gitmekten korktuğum için değil, cehennemi söndürmek istediğim için de. Belki aynı sıkıntıyı bölüp dağıtmışlardır diye bize, ancak biz anlarız birbirimizin halinden diye. Bu biçimde tahayyül ettiğimiz yazarların büyük bir kısmı hayal kırıklığıdır oysa. "Ya eliniz, ya kalbiniz boş kalır..." Dostoyevski de böyle söyler.
Talat hocayı T24'ün yıl sonu yemeğinde tanıdım. Ben kalabalıkta nasıl oturup kalkması gerektiğini bilen biri değilim. İnsana da doymuş olacağım ki, "bir beş dakika görünür çıkarım" diyerek, Doğan Akın'ın ince davetini kabul edip gitmiştim o gece oraya. Herkes gelene kadar ilk on beş dakika içinde bir büyük rakıyı galiba tek başıma içmiştim. Derdin ne değil mi? Dünyaya yerleşemediğim için başka yerlerde de yerleşik hissedemediğim için sarhoş olmasam da çocukluğumdan beridir tuhaf hareketleri kötü alışkanlık edindiğim için ve kendimden başka kimse de olamadığım için insanların elini sıkmaktan bile imtina eden ben, o gece elimi sıkmak için bana yönelen herkese sarılmıştım. Sonra da üç gün kendimle konuşmamıştım. İninden çıkmış, ışıktan ürkmüş bir hayvan gibi… İnsanlar arasında bir ucube gibi hissettiğim için kendimi hep, birden başımı göğsüne yaslamıştım Talat Hoca'nın. Ben pek yapmam böyle şeyler aslında. Kalbi, babamın kalbi gibi atıyordu. İnsan babasının göğsüne de böyle yaslayabilmeli başını hayatta. Adam gerçekten de etil alkolden çok deniz kokuyordu. Yorgunluğun hem acı hem tuzlu kokusuydu bu. Sonra birden başımı kaldırıp yüzüne baktım. Doktor ayağına gelmiş hastaydım; kafamın içindeki bu dünya yıkılsın diye sordum hemen, "Profesör, geçmişi silebiliyor musunuz?" Saniyelik bir donakalış, hemen cevap verdi, "Hayır" dedi, "Hımmm… Bu mümkün değil." Çekildim kenara, oturdum en yakın masaya. Edip Cansever'in dediği gibi, "Masa da masa ha!" Uzak Deniz Küçük Yağmur'daki Balerin gibi, "Sağ elini ağacın kabuklarına daldırmış, ağaçtan yaşam almaya çalışır gibiydi. Sanki bir iki adım daha atması gerekiyordu da güç bulamıyordu" halim, işte öyleydi.

Uzak Deniz Küçük Yağmur'daki son hikâyeye kadar düşündüm bunu. Bütün öyküleri birbirine bağlayan özlem duygusu, onları ortaya çıkaran şiirlerin kemikleştirdiği şey geçmişin kendisiydi. Oysa ben geçmişi silmek istedim hep. Çünkü geçmiş, dünyanın en ağır çekiciyle vursan çatlamayacak kadar sağlam bir zemin, kazmaya çalışsan dibi yok sonsuz bir dehliz. Kaynağı belirsiz bir deniz yahut yağmur gibi... Aldığımız her yeni nefeste ona yeni fırtınalar ekleriz. Hayat gibi ölüm gibi bir bilinmez. Nasıl başladı, nasıl bitecek? Aslında yanıtı da biliriz. Bu yanıttan kaçmak için geçmişlerimizi silecek hekimleri, teknolojiyi aradım hep. Yazıp yazıp üstünü karaladığımız satırlara dönmesin diye de buna kendi başıma kalkışmadım hiç. Oysa geçmişin insanı nasıl da hayatta tuttuğuna tanıklık eden sözlerle doluydu kitap. Herkes gitmiş, bomboş bir istasyonda bir başına bekleyen bir adamın giden trenlerin ardından denizlere, yağmurlara fısıldadığı sözlerden yapılmış yeni bir dünya gibi var olmuştu geçmiş. Yani elbette yağmurlar da denizleri etkilermiş!

Hayatta neyi, kimi yitirdiyseniz onu kitaplarda bulursunuz. Bazı yazarları bu yüzden ruhun şifacılarından sayarız. Çok sevip kaybettiklerimizi, hayatımız boyunca uzlaşamadığımız babalarımızın da şiirden anladığını, içimizdeki şairin kitaplarda dirilip bize bizden yana sözler ettiğini görürüz kitaplarda. Denizi, yağmuru, şiiri, fotoğrafların arkasını, insanın içini görmüş bir hekim daha iyi gösterir diye belki. İnsanın sadece bir yığın et, kemik ve kandan ibaret olmadığını bilen biri Talat hoca. Geçmişi silerseniz, geçmişin içinde sizin olan her şeyi sileceğinizi söylerken; kötüler, kötülükler yok olsun tamam ama, onların karşısında anlamlı olan iyilerin, iyiliklerin de silineceğini söyleyen bir kitabı bir reçete gibi yazıp elinize verdiklerinde anlıyorsunuz, geçmişi aslında neden silmemeniz gerektiğini. Geçmişi silince artık hatırlayacak hiçbir şeyimiz de olamayacak ve bizi başkalarına hatırlatacak şeyler de. Kitaptaki bir öykü, Su Damlalarında Hayalin'de şöyle diyor bunun için: "Bu yazdıklarımı okuyacaksın. İnanılmaz gelecek sana. Olmamış ve olmayacak gibi. Hâlbuki bugünlerde her şey mümkün. Gergin bir yayın üstünde yaşıyor herkes. Bacaklarımdan hayat çekilmeye başladı. Kollarım ağırlaştı. Son sayfayı yazıyorum. Diğerlerini güvenli bir kovuğa sakladım. Bu da sonsuza kadar avucumda kalacak ben öldükten sonra…"

Yani geçmişi silmenin bir yolu sayılacaksa bu eğer, başka bir geçmiş yaratacak, kaçırdığınız trenlerin arkasından ağlamayacak, özleyecek, özlemle yaşamayı öğreneceksiniz. Ölümlerin en yavaşı bu olsa gerek. Olsun. Geçmiş sadece kötü anılardan ibaret değildir ya, o karanlık zaman tünelinin içinde, "Sevdadır" diyen Arkadaş Zekai'yi, Ankara Rüzgârı'nı, Udi Refik Kara'nın Hikâyesi'ni, Metin Eloğlu'nun "Çılgar" şiirinden doğmuş bir öyküyü, sizi boğan şehirlerden, insanlardan kaçmak için bile denizin bir yolunu bulacaksınız. Talat hoca, nazik ve çok kibar bir melankolik… Bu işi ayarında, kararında bilenlerden biri olduğunu göstermiş Uzak Deniz Küçük Yağmur'da.

Anlatıcının kendisi olarak elbette yazara bakıyoruz; donanımlı, birikimli ama en zayıfı insanların. Elini ateşte tutması çok kolay şey değil insanın. Ama denize bakmak, yağmurun altında durmak da çok kolay değildir. Doğrusu ben her şeyin en yıkıcı biçimini seviyorum. Aşkın hakikati de bu değil mi? Her şeyi bilen birini bile her şeyin cahili, zalimi bir Ebu Cehil yapmıyor mu aşk? İnsanın aklını başından alıyor da içini ölmek arzusuyla doldurmuyor mu sonra? Otuz üç öykü, otuz üç kurşun gibi yaralayıcı. Ben olsam tek hamlede ölmek isterdim ve birini öldürmek gerektiğinde yine tek hamlede öldürmenin daha az acı vereceğini düşünürdüm.

Kitabın sonunda Talat Hoca'nın bu öyküleri yazarken dinlediği şarkıların bir listesi var. Uzak Deniz Küçük Yağmur'a küçük bir fırtına ve o listeye bir şarkı da ben ekliyorum şimdi: Melih Görgün, "On dört bahar."

Saçlarıma vurdu ayrılık ayları
Bir seni çok sevdim bir de baharları
Saçlarıma vurdu ayrılık ayları
Bir seni çok sevdim bir de baharları

Bir seni özledim
Bir seni bekledim
Unuttum gidenleri
Gidenler dönmüyor geri

Yollarıma çıkma çıkarsan hiç acımam
Gözlerime bakma bakarsan dayanamam
Bilirsin sen beni ne çok sevdim seni
Ah seni bekleyeli belki on dört bahar geçti.

TIKLAYIN - Uzak Deniz Küçük Yağmur: Yelkenci beyin cerrahı Prof. Talat Kırış'tan 33 yıla yayılan 33 öykü

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim