22 Şubat 2018

Bir kedinin ölüm kalım savaşının hikâyesi ve ekonomisi

Hayvanların tedavi yükünün sahipleriyle devlet arasında bölüşüleceği bir sistem üzerinde düşünmenin zamanı geldi

“Kızım” adını verdiğim kedim, 17 yıl boyunca bir gün bile veterinere uğramadan uzun ve sağlıklı bir hayat sürüp öldükten sonra, geride bıraktığı boşluğu doldurabilmek için vakit yitirmeden yeni bir kedi arayışına girdik.

Kızım, tuttuğunu koparan, güçlü kuvvetli bir sokak kedisiydi. Yeni kedimizi bir arkadaşımın “British Shorthair” cinsi kedisinin yavruları arasında bulduk. İsmini Sofi koyduk.

Sofi sessiz bir kedi çıktı. Miyavladığını duymadan günler geçtiği oluyordu. Patilerini hayata geçiremeyen bir hali vardı.

Bir yaşını doldurduktan kısa bir süre sonra hastalandı. Yattığı yerden kalkamıyor, hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Yaşadığımız semtin ana caddesindeki bir kliniğe götürdük.

“Karaciğeri büyümüşe benziyor” dedi veteriner, röntgeni inceledikten sonra, üzüntülü bir ifadeyle. Detaylı tetkikler için İstanbul Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’ni götürmemiz gerekiyordu.

Eve matem havası çökmüştü. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ertesi sabah Sofi’yi kucaklayıp metrobüse atladık.

Veterinerlik Fakültesi’nin dahiliye kliniği, umutsuz vakalar oldukları her hallerinden belli hayvanlar ve onların kederli sahipleriyle tıka basa doluydu. Gözlerinin feri sönmüş yaşlı köpekler, yoğun bakım odasında seruma bağlanmış kediler...

Kırk liralık muayene ücretini ödeyip sıraya girdik. Neredeyse iki saate yakın bekledikten sonra birisi “Sofi!” diye seslendi.

Veteriner, yanımızda getirdiğimiz röntgeni inceledikten sonra yeni bir film istedi. Fakülte veznesine yaklaşık 100 lira daha ödeyip bu sefer radyoloji kuyruğuna girdik. Neyse ki, burada işler daha hızlı yürüyordu. Film on beş dakika sonra çıktı. Biraz önceki dahiliyeci, röntgeni şöyle bir inceledikten sonra Sofi’yi diyafram yırtığı şüphesiyle cerrahi servisine sevk etti.

Fakültenin batı kanadında yer alan cerrahi servisi, dahiliyeden bile daha kalabalıktı. Bir süre sonra “Sofi” diye bağırdı yine bir ses.

Filmi dikkatlice inceleyen cerraha göre diyafram yırtığı yoktu. Ama kesin tanı koyabilmek için bir de ilaçlı film çekilmesi gerekiyordu.

Vezneye yaklaşık 200 lira daha ödedik. Yeniden röntgen servisinin yolunu tuttuk.

İlaçlı film ilk teşhisi doğruladı: Diyafram sapasağlamdı. Dahiliye kliniğine geri dönmeliydik.

Dahiliyede ilk incelemeyi yapan veterinerin yanında bu kez orta yaşlı bir hekim, bir doçent veya bir profesör vardı. Filmi bir de o inceledi. Sofi’nin ciğerleri enfeksiyonla doluydu, dediğine göre. Bronşit olmuştu. Ama midesinde de büyük bir cisim vardı. Bir haftalık serum yazdı.

İlk serumu o akşam fakültede verdik. 80 lira daha ödememiz gerekti.

Sofi, sonraki altı gün boyunca, onu ilk götürdüğümüz mahalle kliniğinde seruma bağlandı. Bunun bedeli de 250 liraydı. (“O da eski hasta olduğunuz için.”)

Serum işe yaramışa benziyordu. Sofi canlanmış, ayağa kalkmıştı.

Ama altıncı gün kusmaya başladı. Sabaha kadar kustu, kustu. Yine hiçbir şey yiyemez olmuştu. Üstelik bu sefer su da içemiyordu. Biraz ayağa kalkacak olsa, çelimsiz birkaç adım atıp öbür yana devriliyordu.

Mahalle veterinerimiz aynı şeyi söyledi: Durum ciddiydi, fakülteye geri götürmeliydik.

Bir kez daha metrobüse atladık.

Veterinerlik Fakültesi o gün daha da kalabalıktı. Sofi’yi bir hafta önce muayene eden hekim izne çıkmıştı. Onun yerindeki veteriner, yeni bir röntgen ve detaylı kan - dışkı tahlili istedi. Vezneye bu kez 450 lira ödedik.

Yeniden röntgen sırasına girdik. Kendimizi en kötüye hazırlamıştık. “Umut yok” diyeceklerdi, "uyutmayı" önereceklerdi...

Ama beklentimizin tersi bir sonuç çıktı: Sofi’nin ciğerlerindeki enfeksiyon azalmaya yüz tutmuştu. Kan tahlili de temizdi.

Öyleyse neden kusuyordu?

“Galiba gastrit olmuş” dedi veteriner, “Bakın, mide duvarındaki kalınlaşmayı görebiliyor musunuz?”

Bir hafta daha serum verecektik. Seruma bu kez mideyi toparlayan bir ilaç da eklemişti.

Başlangıç noktasına, mahalle kliniğine geri dönmüştük. Seruma yeni eklenen ilaç biraz pahalıydı. Bir haftalık serum işlemi için bu sefer 350 lira ödememiz gerekiyordu.

Sofi, ikinci günün sonunda o güne kadar kusmadığı kadar kustu. Ama bu kez midesinden kocaman bir tüy topağı çıkardı. Mide iğnesi, sindirim sisteminin baş edemediği topağı yumuşatarak dışarı çıkarmasını sağlamıştı.

O akşam hızla düzelmeye başladı. Ertesi sabah ayağa kalktı, bir süre sonra yeniden yemek yemeye başladı. Kurtulmuştu.

Bu yazıyı yazarken ayağımın ucunda yatıyor. Kabus dolu günler geride kaldığına göre artık son iki haftanın hesabını çıkarabilirim.

Hasta olan eğer bir kedi değil bir insan olsaydı, tedavi yükünün önemli bir kısmını devlet üstlenecekti. Sosyal güvenlik sistemi bunun için var. Ama SGK haliyle, kedi ve köpeklerle ilgilenmiyor. Devletin insanların tedavi masraflarını zar zor karşıladığı bir ülkede evcil hayvanların sosyal güvenlik kapsamına alınmasını talep etmenin delilik olacağının farkındayım.

Ama insanlığın hayvanlara bakışı son yıllarda çok değişti. İnsanları hayvanlardan üstün gören bakış “türcülük” olarak damgalanıp tarihin çöp sepetine atıldı bile. Hayvanların tedavi yükünün sahipleriyle devlet arasında bölüşüleceği bir sistem üzerinde düşünmenin zamanı geldi.

Fakat bazı şeyler hemen çözülebilir: İstanbul Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’nin astronomik teşhis ve tedavi ücretleri gibi. Sofi’nin sahibi üniversiteli bir genç veya bir yaşlı olsaydı ne yapacaktı? Evcil hayvanlar bir zengin eğlencesi değil, Veterinerlik Fakültesi böyle görmemeli.

Sofi yerinden kalktı, gerindi, mama tabağına doğru yürümeye başladı. Ona artık sindirim problemi olan hayvanların yediği gastro mamalardan alıyoruz. Evet biraz pahalı. Ama kemerleri sıktık, varlığı buna değer.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Helalleşme yazısı

Helalleşelim. Ama ayrılmayalım

Cumhurbaşkanı Erdoğan faiz indirimi konusunda neden ısrarcı? Kafasındaki plan ne?  

Muhtemelen (İki aydır olduğu gibi) kur akışa bırakılacak, faiz indirimleri sürecek, seçim öncesi olası atakları karşı rezerv açığı kapatılmaya çalışılacak, inançla yola devam edilecek.

Anadolu burjuvazisi şimdi ne düşünüyor?

2018’e kadar amasız, fakatsız destekledikleri AKP’nin arkasında dimdik duruyorlar mı hâlâ? Yoksa ekonomideki, dış politikadaki maceracılıktan, beceriksizlikten bezdiler mi?