02 Temmuz 2012

Başbakan malum, peki iş dünyası tahammüllü mü?

Hakkında yayımlanan bir haberden, bir yorumdan rahatsız olan bir reklamverenin ilan sopasını çıkarması âdettendir...

Murat Belge, “kültürün derin katmanları”nı irdelerken, “günah çıkarma” geleneği üzerinde durur. Bunu yaparken, önce Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Osmanlı’da ve genel olarak Doğu kültüründe fazla varlık gösteremeyen roman türünün Batı’da doğmuş ve gelişmiş olmasında Hristiyanlık’ta (onun Katolik kolu) ‘günah çıkarma’ diye bir kurumun varlığının payına işaret ettiğini” hatırlatır.

Kendisi de “tek” değil, “en önemli” değil, ama ‘bir’ etken olarak “günah çıkarma”nın Batı kültürü üzerindeki etkisini teslim eder. Kamusal bir olay karşısında bireyi iç sorumluluğu ile yüzleşmeye davet eden günah çıkarmanın “Ben günah işledim mi, işlemedim mi? İşlediysem niye işledim? Bunu niçin yaptım, nasıl yaptım?” gibi sorularla, hesaplaşmayı dışsaldan içsele havale eden bir anlayış olduğunu anlatır ve ekler:

“Bu tabii, bireyin kendini sorgulamasını, kendi sorumluluğu ve suçunu görmesini, bunu gereğinde (ki gerekir) kamu önünde söylemesini içeren, psişik bir süreçtir.

(…)

Sonuç olarak Batı’da ‘Ben yanlış yaptım’, ‘Ben kusur işledim’ demek ve bunun için özür dilemek bir erdem olarak anlaşılır, öyle değerlendirilir…”

Peki buralar?

“Ortadoğu” diye başlıyor Murat Belge, okuyalım:

“Tamamen tersine bir koşullanma içinde var olduğu için buna göre bir ‘etik’ geliştirmiştir. Dolayasıyla neredeyse içgüdüsel ‘strateji’ cemaat önünde ‘meaculpa’ (hata bende) demek değil, cemaat önünde ‘Ben yapmadım’ demektir.” (Radikal – 2 Ekim 2005)

 

‘Reklam almayı unutun’

 

Ali Sabancı’nın “Ferzan Özpetek kim? Ressam mı, yazar mı” sözlerini eleştirdiğim yazı nedeniyle çok sayıda meslektaştan gelen tavsiyelerin bana düşündürdükleri nedeniyle bu uzun girişi yaptım. Zira, bugüne kadar hiçbir yazım bu kadar çok dostane uyarı almadı. Uyarıların özeti şuydu:

“O yazı nedeniyle T24 artık o cenahtan reklam almayı unutsun!..”

Aslında ne aldığımız bir reklam, dolayısıyla ne de unutacak bir şey var. Ama bu uyarının, Türkiye medyası üzerinde inşa edilen bir hâkimiyetin ifadesi olduğunu inkâr edebilir misiniz?

Edemezsiniz, zira biliyoruz ki, şirketlerin ilan-reklam bütçeleri gazeteleri, televizyonları ve giderek internette haberciliği terbiye etme işlevini de icra eden çok kullanışlı bir araçtır. İlanı veya reklamı alan itaat etmelidir!

Hakkında yayımlanan bir haberden, bir yorumdan rahatsız olan bir reklamverenin ilan sopasını çıkarması âdettendir. O sopanın haberi, genellikle ekonomi veya ilan-reklam servislerinden gelir. Malum, acı haber tez duyulur, o sopa bazen haber veya yorum daha yayımlanmadan gelir! Hiçbir kıdemli gazeteci yoktur ki, çalıştığı kurumlarda anons edilen o sopanın ilanını duymamış olsun:

“Şöyle bir haber varmış, sakın girmeyin!..”

 

Tüketici köşeleri neden kalktı?

 

Hatırlamaya çalışın; gazetelerin en çok ilgi gören sayfaları arasında yer alan “tüketici köşeleri”ne ne oldu? Nasıl oldu da, bu kadar ilgi görmesine rağmen televizyonlar “tüketici” programlarından öcü gibi kaçtılar?

Neden, satışı, dolayısıyla ilan gelirleri yüksek “halk” gazeteleri, etkili bir tüketici köşesi yapmıyor?

Yapmaz, yapamaz! Çünkü reklamverenlerin gazabına uğrar. Çünkü bu ülkede herkes mükemmel! Ne bankalar eleştiri duymak istiyor, ne havayolu ve telekom şirketleri. Ne inşaatçılar tahammül edebiliyor tüketici şikâyetine, ne gıdacılar, ne hastaneler.

Temsilcileri arasında Başbakan’ın tahammülsüzlüğünden yakınanlar da bulunan iş dünyasının durumu bu.

Evet, yaklaşık 10 yıldır bu ülkeyi yöneten Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ciddi bir tahammül sorunu olduğunu biliyoruz. Kâh “taraf olmayanın bertaraf olacağını” söylüyor Başbakan, kâh “bazı gazetecileri tasmalarından kurtardığını” ilan ediyor, kâh makûl dış politika eleştirileri için bile “satılmış kalemler”den söz edebiliyor.

Ancak bugün önemli bir bölümü büyük sermayenin çatısı altında bulunan medyanın, siyasal gücün yanı sıra paranın gücünün de baskısı altında olduğunu görmezden gelebilir misiniz?

Üstelik madalyonun öbür tarafında, siyasal gücün şöyle ya da böyle parasal güce alabildiğine nüfuz etmesi var.

Mehmet Altan, Star gazetesindeki yazılarına son verildikten sonra T24 editörlerinden Hazal Özvarış’a verdiği söyleşide neler söylemişti, hatırlayın:

“Basın, parasını halktan veya habercilikten kazanmıyor. Gazeteler, satış fiyatlarının çok üstünde maliyete sahip. Para  daha ziyade nüfuz ticaretinden ve ilandan kazanılıyor.  (Maliyet ve satış arasındaki farkı kim, nasıl ödüyor, sorusu üzerine) Ya başka bir iş alıyorsun ya da siyasi baskıyla ilan topluyorsun.”

Siyasal baskıyla veya en azından etkiyle ilan toplamak herkesin harcı değil elbette. Misal; beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ama son yıllarda bu ülkenin en etkili yayını olmuş Taraf gazetesini açın, sayfalarında yolunu şaşırmış birkaç küçük numune dışında ilan göremezsiniz. İhtimal eskiden askerden çekinen reklamveren, şimdi de siyasi iktidara karşı Taraf’ın sayfalarında görünmek istemiyor!

Ne demiştik; herkes mükemmel bu ülkede, kimse su geçirmiyor!

Neredeyse herkes, paralel bir telefonun başına kurulmuş gibi sadece kendi egosunu dinliyor.

Ve bu topraklarda herkes, kendisinin değil, başkalarının günahlarını konuşarak aziz olmaya çalışıyor!

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?