05 Aralık 2012

Böyle mi olacaktı?

İlk önlük giydiğim günü hiç unutmam. Hem siyah önlük, hem de Eylül ayında 35 derece Antalya...

 

İlk önlük giydiğim günü hiç unutmam. Hem siyah önlük, hem de Eylül ayında 35 derece Antalya. Unutulacak gibi değil.

Ama kendimi bir hoş hissettiğimi de itiraf edeyim. Bir havalara girdiğimi çok iyi hatırlıyorum. Adam oldum, normalde hiç giymeyeceğim türden katır kutur bir şey var üzerimde. Belli ki hayatımda yeni bir dönem başladı. Belli ki bir göreve gidiyorum. Belli ki kalabalığız. Yoksa tek ben olsam, neden forma giydirsinler? Komşuya gider gibi sarı ördekli pijamamla giderim okuluma.

O yaka işini anlamamıştım yalnız. Hadi elbise tek tip olsun, o bir amaca hizmet etsin, bir eşitlik falan, tamam. Aklım alıyor. İsmi de önlük, arkadan düğmeleri var, hakikaten önlük yani. Kollardan geçirip giyiyorsun, kuşağıyla bağlıyorsun falan. Belli ki pislenecek okulda. Pis işlere girilecek. Tebeşir tozu olsun, sulu boya lekesi olsun, arka sırada oturan yaramaz dediğimiz o arkadaşın ‘tüprüğü’ olsun; Yemek yaparken nasıl annemizin önlüğüne malzemeler sıçrıyorsa okulda da öyle bir durum var belli ki. Ve yaşımın getirdiği zibidilik gereği, o önlük beyaz olsa, Pazartesi sabah 08:00’de tertemiz giysem gitsem, saat 08:03’te tiksinç bir hal almış olacak, belli. Önlük işini, koyu rengini falan anladık.

Ama bu boynumdaki yaka ne işe yarıyor yahu?

Sormamışım. Bizim zamanımızda böyle şeyleri sorarak vakit kaybetmezdin. Belli ki takılacak o meret. Büyüklerin ‘yapılacak’ dediği şeyleri yaparsın, çok net. Belli ki o minik parmaklarınla, o incecik tehditkar beyaz ipliği o minnacık düğmeye denk getirip takacaksın. Ve bunu düğmeyi göremeden yapacaksın. Düğmeyi göremeyeceğini bildiğin halde o çeneni boynuna yapıştıracaksın, o gözleri devireceksin, o pastel boya lekeli pis ellerinle o minik gıdın acıyarak, büzük dudaklarınla... Ay yüreğim şişti yemin ederim anlatırken.

Biz Türk insanı olarak üzerimize taktığımız emniyet kemeri olsun, galoş olsun, işe yarar şeylerle bile barışamamış bir türüz. Sen al neye yaradığı belli olmayan bir şeyi bu geleceğin Türk büyüğünün boynuna tak. Ne beklersin? O yaka o minik düğmeye asılı bir şekilde akşama kadar sallanır durur. Bazen kaybolur o yaka, sen neye yaradığını bilmediğin bir şeyin yokluğunun yarattığı çıplaklıkla uzaylı gibi kalakalırsın mesela. Meğer seni şirinlik muskası yapan oymuş. Ne kadar da önemliymiş bu yaka mıdır nedir, çünkü bütün öğretmenler “Yakan nerde” diye peşinde düşmüş, falan. Olaylar, olaylar.

O yakayla barışamayan çocuğun, televizyonun üzerini dantelle örten annesinin aklını “Sevgili çocuğumun boynunu niye dantelle örtmeyeyim?” sorusu yalnızca bir-iki saniye kurcalar. Ertesi sabah dantel yaka çocuğun başucunda beklemektedir. Veyahut o yakanın pek kırıştığını dert eden başka bir emektar anne neden çocuğuna karton yaka almasın? Bunları hep yaşadık.

Kısaca o bumerang tipli melun yaka, herkesin aklını yıllarca meşgul etti durdu.

O kız çocuklarının kuşak derdine hiç girmiyorum. O oğlanların kuşak açma merakıyla geçen çocukluğumuz. Her açılan kuşakla tamamen pratik nedenlerden dolayı sinir krizi geçirdiğimizi hiç anlatamadık o pis oğlanlara. O önlüğe yapışık olarak yanlardan çıkan kuşakları yine küçücük kollarımızla arkada fiyonk yapmaya çalışırken yaşadıklarımız. Her birimiz birer Yetenek Sizsiniz yarışmacısı gibi bir köşede kuşak bağlıyoruz, dirseklerimiz kafamıza çıkmış, parmaklarımız arkamızda birbirine karışmış... Olaylar, olaylar.

O önlüklerin saten versiyonlarına da hiç girmiyorum. Neden saten önlük giyersin, madem onu giydirdiler neden tütülü pembe terliğin yok, bunlar hep düşünüp de soramadığımız sorular.

Bizden sonraki kuşaklar renkli önlük giydi. Biz mesela ter içinde ilkokulu bitirmiş Antalyalı çocuklar, ortaokula – liseye geçtiğimizde küçüklerin giydiği o sepserin mavi önlükleri imrenerek seyrettik. “Ohoo bende bu önlükten olsa okulu birincilikle bitirirdim,” falan. Saçmasapan abartmalar.

Neyse bu imrenme süreci çok uzun sürmedi. Daha önemli sorunlarımız vardı çünkü. Forma dönemine geçmiştik. Bilirsiniz, okul forması, normal kıyafet görünümlü haliyle insana önce bir özgürlük hissi verir. ‘Önlük’ten çıkmış bir çocuk olarak, sana normal-günlük bir şeyler giydirdiklerini zannedersin. Bir sevinirsin önce. Sonra aklına bu kıyafetle ilgili bir şeyler takılınca, “soru üretip sormamak” döneminden “sorun üretip homurdanmak” dönemine girmiş her ergen gibi, mızmızlanıp durursun.

“Hayır, ne olur biz de pantolon giysek, ne oluyor yani, anlamıyorum,” diyen benim gibi hayatında normal etek giymemiş kız çocukları. “Bu kravat nasıl takılıyor kardeşim, neden bu şeyi boynuma takıyorum ben aaaagghhh odamın kapısını çalmadan girmeyiiiin,” diye bağıran oğlan çocukları. Dantel yakaları hasretle anmakta olan analar. Evde manzara bu.

Beyaz gömlek, kareli etek, lacivert ceket. Yine giydiğim ilk gün, yine kendimi hafiften bir diplomat zannettiğim anı unutmam. Üzerimize büyük gelen ceketlerimizin kafamızın tepesine kadar çıkan vatkalarıyla az cebelleşmedik. “Üzerinizde okulumuzun forması varken sokaklarda serserilik yapmayacaksınız,” konuşmalarıyla az başlamadık her sabaha. Renkli çorabımız, spor ayakkabımız okul kıyafet kurallarına uymadığı için az zılgıt yemedik öğretmenlerden her sabah. “Kıyafet kontrolü” bizim için olağan bir şeydi. Hulk gibi üstünü başını yırtacak kadar hormonları hoplamış, isyanlardan sürekli sağa sola sataşacak yaştaki çocukların kıyafetlerini kontrol etmek garip değildi aslında. Hayır, kontrol bitince içeriye bir şekilde ceza almadan kapağı atmış o kot ceketli lise son öğrencisine neden öğretmenler kızmıyor? Bizim bütün sinirimiz bunaydı.

Velhasıl, çok özendik, yıllarca hayalini kurduk, okula serbest kıyafetle gitmenin biz. On küsür yıl boyunca her sabah bu fanteziyi yaşadık. Okula serbest kıyafetle gittiğimiz bazı karne günleri oldu mesela, o günlerde yaşadığımız özgürlük hissini büyüdükten sonra başka bir şeyden aldık mı, vallahi hatırlamıyorum.

Sonra büyüdük. Biz iş güç sahibi siyah önlük – kareli etek çocukları, Türkiye’deki okullardaki ortak kıyafet konusunu anladık. Yukarıda anlattığım kıyafet sıkıntılarını, “çocukken” yaşanan gariplikler gibi gülerek anar olduk. “Okul zamanı” diye anar olduk. Teknolojik eksiklik anekdotları gibi değil, tek kanal devri gibi değil, cep telefonsuz dönem gibi değil, “biz çocukken, herkes çocukken” diye; çocuk olmayı, okulumuzu özleyerek anar olduk.

Sonra birden, koca bir devir kapandı. Bir fantezi gerçekleşti. Bir zamanlar önlük giymiş, forma giymiş çocukların aklının alamayacağı bir çabukluk ve kolaylıkla, okullarda kıyafet zorunluluğu kalktı.

Çok istedik biz, nesiller boyu çocuklar, özgür olmayı çok istedik. İstediğimiz gibi giyinelim, çok hayal ettik. Hepimiz okula gidebilelim, çok istedik. İstemediğimiz derse girmeyelim, neye yeteneğimiz varsa çocuk yaştan oralara yönlendirilelim, güzel sanatlar okuyalım, psikoloji okuyalım, müzik okuyalım, sinema okuyalım, bunları okuyunca hemen iş bulalım, para kazanalım, çok istedik. Dünya bizim evimiz olsun, bütün çocuklar eşit olsun, hepsi gülsün, istediğimiz gibi seyahat edelim, gelişelim, burslar kazanalım, okula giderken hepimiz aynı güvenli evlerden çıkalım, aynı çiçekli yoldan yürüyelim, çok istedik.

Yani diyorum, ne bileyim, içime bir kurt düştü, sakın yanlış anlaşılmış olmayalım? Biz bunların hepsini istedik.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aşkım, Nur'um, Yengi'm

Gelişmiş bir deliydi bu, bana sorarsanız. 30 yaşlarında -veya 20’dir belki...

Bir şey soracağım, sen ağladın mı?

Canı istemeyen erişkin insanlar bilsinler ki son fırsat, çıksınlar sinema salonundan...

Hişt, beyaz yaka, bak bu da bizim en uzun gün

Yanağım sarkmasın diye sırt üstü uyumaya çalıştığım bir gecenin sabahıydı. Dolayısıyla firavun gibi altın sarısı ve elimde mızrakla gözlerimi açtım.