08 Kasım 2012

Gidenin ardından…

Onu tanıdığımda henüz 15 yaşındaydım. O ise 14.

 

Onu tanıdığımda henüz 15 yaşındaydım. O ise 14.

Kabataş Lisesi’ndeydik. O küçücük yaşlarımızda bu ülkeyi daha yaşanılır kılmak idealimiz vardı.

Yatılıydı.

“Adam kafalamak” yani inançlarımıza bir kişi katmak için uzun uzun çene çaldığımız günlerdi. Kazanılacak olana “olumlu unsur” denirdi. O da önce “olumlu unsur” sonra “arkadaş” en sonunda da “can yoldaşı” oluverdi.

\

Birbirimize sırtımızı yasladığımız, ölümle ve çatışmalarla sınandığımız yıllardı. Hiç yalnız bırakmadı(k.)

Farklıydı. Her zaman güler, hayata hep eğlenceli yanıyla bakardı. Bizim ortodoks  yaşam ve alışkanlıklarımızın griliği yerine, o yaşı(mız)ın getirdiği canlılık, delikanlılık ve renkliliğe sahipti. Yaşanan en sıkıntılı anı bile öyle anlatırdı ki gülerdik.

Zaman geçiyor dostluğumuz derinleşiyordu. Artık sadece siyaset değil, günlük tasa ve heyecanlarımızı da konuşur olmuştuk. Evin “ikinci oğlu” olmuş, annem “bak, nasıl da yapıyor” diye nispet edecek kadar benimsemişti.

Bir kavgadan sonra Kabataş’ı bitiremeden gitti. Ama gidişi sadece diploma içindi. Hiç ayrılmadık. Öyle ki 34 yıl önce kumsallarında in cin top oynayan Anamur sahillerinde gençliğin efsunlu coşkusunu, rakı içmeyi birlikte öğrendik.

Lise bittiğinde “ayrılmaz üçlü” (bir de Şinasi’miz vardı) oluvermiştik. Ama onunla aynı şehre gidince birbirimize daha bir sarıldık. Ankara soğuk ve kasvetliydi (hala öyledir ya!)  dahası ürküyorduk. Bilmediğimiz bu şehirde indiğimiz bir Dikimevi durağından korkuyla Siyasal’akadar kovalandık. Sonra “en hızlı” olmanın en iyi koşmak anlamına gelir diye kendimizle dalga geçtik. Bir Hacettepe ziyaretinde ise arkamızdan atılan kurşunlara karşı paltosunun yakasını kaldırdığı için az eğlenmedik.

Gençtik ama ülkeyi kurtarma sevdasına başka sevdaları konuşamayacak kadar utangaçtık. Aynı evde kaldığımızda diğer ev sakinlerinin getirdiği “kızları tavlama sanatı” kitabının iki iyi hafızı oluvermiştik. O kitapta “kızların iki kaşının ortasına bakın, etkilenirler” nasihatını uygulayıp, kızların “sen şaşı mısın” diye sorması üzerine kitapla ilişkisini kesmiş, gülüvermiştik.

Anamurluydu. İçimizde en memleketine düşkün olan oydu. Okul ve ev hayatımızda en çok onun memleketten gelen paketleri beklenir olmuştu. Muzu, anacığının o harika tatlılarını, peynirini daha o paketin geldiğini bilemeden mideye indirdiğimiz çok olmuş ama o sadece “afiyet olsun” diyerek paylaşmayı öğretmişti.

Gençtik. Uzun felsefeler, hayaller kurduğumuz geceler boyunca içtiğimiz şarabın mezesi müzik olur ama ona söyletmezdik. Her zaman detoneydi. Marş bile söylese “aman ha!” derdik. İnadına söylerdi.

Gözaltılarla geçen  zamanlarda önce ben sonra o ailelerimize “içerde” diye haber verdik. Çıktığında saçları sıfır numara ama bi dolu anıyla geri geldi. Yine bizi güldürdü yine hayatı ti’ye aldı.

Sonra bana bir kazık atıp İstanbul’da başka okul kazandı. Resmen içerledim. O Ankara kasvetine onun için katlanmıştım. Gönül koyar gibi oldum ama ne mümkün, öyle bir dosttu ki adamı sarıp sarmalar yine kendine bağlardı.

Gitti. Ama ben Anamurlular ile yola devam ettim.  Artık annemin “biricik oğlu” oluvermişti. Tatillerde ve ziyaretlerde birbirimizi gördük. Sonra yeniden İstanbul’a döndüğümde birbirimize  sadece 500 metre uzaklıktaydık.

Ondan briç oynamayı, kıymaya limon sıkmayı, samsırayı, Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’nuöğrendim. Sadece okuduğumuz kitaplarla rekabet ettik.

Artık 20’li yaşlarımızı yaşadığımızda hala çocuktuk. Bir defasında karlı bir günde leğenle kayarken,oturduğu evi göstererek soran adama “yok, orada biz oturuyoruz” diyerek evi tarif ettik. Sonra o gece evi basıldığında evi tarif ettiğinin polis olduğunu sorguda öğrenmiş, bize anlattığında ise eğlenmiştik.

Ama o içerdeyken ben uyumazdım. Acaba beni de bulurlar mı diye kaygıyla sabahın olmasını beklerdim. Ama o sadakatin ne olduğunu bilir, öyle yaşardı.

Vefalıydı. Kim hasta, kim ziyaret edilecek, kime destek verilecek ondan öğrenirdik. Eleştirir ama  arkadaş çeşitliliğini gıptayla izlerdik.

Önce ben,  sonra o aşık oldu. Artık hayatımızın merkezinde dostluğumuz değil, sevdalarımız olduğunda da birbirimizle olacağımız her fırsatı değerlendirdik. 36 yıl boyunca birbirimizi kıracak ya da üzecek hiçbir davranış sergilemedik.

Sonra hayat, iş, geçim derdi, çoluk-çocuk derken aynı sıklıkta görüşemez olduk. Ama yine de birbirimize özel zaman ayıracak kadar ihtimamlıydık. Zaman onunla hiç geçmezdi. En son nerede kaldıysak oradan devam ederdik. Yaşlılığımız, kilomuz, kelliğimiz ile dalga geçerdik.

Bir minibüs onu oğullarından, sevgili eşinden, anasından, abisinden, sevenlerinden   ayırdı.

Bir kez daha Anamur’a hep beraber gittik. Adeta yoklama listesinde hiç fire vermeden onu seven hepimiz oradaydık. O ise öyle boylu boyunca yattığı yerden bize baktı. Yaşadığı her an iyilik ekmiş, dostluk biçmişti.

Sonra o ağır bedenini omuzumuza aldık.  Son yolculuğunda tanımanın onuru, ayrılmanın hüznüyle bir avuç toprakla ebedi istirahatgahına uğurladık.

Gençliğimin, hayallerimin, anılarımın, ideallerimin ortağı…

Canım kardeşim, yine buluşuruz. Geldiğimde sen cenneti örgütlemiş bile olursun…

Hakan Oktar- (1962-2012…)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Suna Kıraç'ın ardından: Yaşamı ve yaptıklarıyla ölüme inanmadı, ömründen uzun idealleri vardı…

Suna Kıraç’ın ‘teamüllere aykırı’ tek tercihi bir Koç profesyoneli olan İnan Kıraç’la evlenmesi olmadı. Çiftin aldığı bir başka karar, yine o dönem ve temsil ettikleri ‘sınıf’ açısından büyük bir devrimdi. Mademki çocukları olmuyordu onlar da bir çocuğu evlat edineceklerdi

Suriyeli mültecilerin hatırlattıkları (1)

Ensar’lıktan ‘halkta büyük tepki’ ya da ‘büyük sorunlar çıkması’ gerekçesine evrilen sürecin miladı, en kolay ikna edilebileceği öngörülen AKP tabanında bile yaşanan oy kaybı ve bu oy kaybında Suriyeli mültecilerin rolüydü. İdeolojik olandan pragmatik ve hak ihlallerini barındıran dönüşümde de bu anketlerin rolü vardı

Satın alınan demokrasi

Demokrasi için cebinden para harcayıp oy veren seçmen kazandı; devletin parasını ve demokrasinin değerlerini harcayanlar kaybetti.