21 Ağustos 2012

Prof. Vefa Tarhan: AKP ekonomi politikaları bir illüzyon gösterisi!

Prof. Dr. Vefa Tarhan 1967’de mezun olduğu Darüşşafaka’dan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi okudu

European Economic Association tarafından dünyanın en önemli 1000 ekonomisti arasında 107. sırada gösterilen Prof. Dr. Vefa Tarhan 1967’de mezun olduğu Darüşşafaka’dan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi okudu. Fulbright bursuyla gittiği University of California’dan ekonomi doktorasını aldı. 1990-1999 yılları arasında Loyola University Chicago’nun finans bölümü başkanlığını yaptı. 1999’da, aynı üniversitede ‘Ralph Marotta Chair Professor of Finance’ kürsüsüne seçildi. 1988-1990, 1997-1999 ve 2008-2010 senelerinde Northwestern Üniversitesi’nin Kellogg Graduate School of Management bölümünde ‘Visiting Professor’ olarak görev aldı. Ayrıca Türkiye Forbes’da köşe yazarlığı yaptı.

Hayatına doktora için gittiği ABD’de yön vermesine karşın zamanının önemli bölümünü Türkiye’nin ekonomik sorunlarının çözümüne ayıran Tarhan, Haziran 2011’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun ekonomi danışmanlığını üstlendi. Nisan 2012’de ise kendi isteğiyle bu görevden ayrıldı. Kamuoyunda geniş yankı uyandıran istifa tartışmalarından dört ay kadar sonra CHP, AKP ve ekonomi politikaları üstüne  konuştuk:

Haziran 2011 ile Nisan 2012 tarihleri arasında 9 ay kadar Kemal Kılıçdaroğlu’na ekonomi danışmanlığı yaptınız ve “Ekonomi ile ilgili analiz, eleştiri ve önerilerim CHP tarafından beğenilse de yeterince kullanılmıyor, bu durumda, bu pozisyonu işgal etmemin hiçbir anlamı yok” diyerek istifa ettiniz. İstifanız basında çok yankı buldu ve bir söyleşinizde “Şu anda olaya çok yakınım ve nedenlerini bilimsel olarak tahlil edemiyorum” diyerek fazlaca detaya girmediniz. Daha sonra sözlerinizin medyada çarpıtıldığını da okuduk. Şimdi aradan 4 ay geçtikten sonra bütün bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında istifam konusunda birbirine bağlı iki neden vardı. Yeterince kullanılmadığı doğru ve bu beni rahatsız etti. Kamuoyunda CHP’nin ‘ekonomi’ konusunda zayıf olduğu ve bunun üstüne yeterince eğilmediği izlenimi vardı. O yüzden bizzat Kılıçdaroğlu’na danışmanlık yaparak bu eksikliğin giderilmesinde katkım olacağını düşünmüştüm. Kendilerine, ekonomi konusunda çözüm önerilerini de içeren çok sayıda rapor hazırladım. Bir nedeni bunların kullanılmaması.

Diğer neden de benim bu görevi üstlenmemle kamuoyunda oluşan olumlu tepkinin ve beklentinin altında ezilmek istemememdi. Çünkü böyle bir pozisyon üstlendiğinizde size belirli bir süre verirler “bakalım ne olacak” diye. Raporlarım kullanılmadığı için “Vefa Tarhan’ın CHP’ye katkısı olmadı” diye düşünülecek olması benim üzerimde baskı ve stres oluştumaya başlamıştı. CHP’nin tutumunun değişmeyeceğine ve çalışmalarımın yerinde ve zamanında kullanılmayacağına ikna olduğum zaman da istifa etmeye karar verdim.

Basında çıkan ve sizin de ‘çarpıtıldığını’ söylediğiniz haberlerden sonra CHP’de size karşı bir kırgınlık oluştu mu? Ya da siz CHP’ye kırgın mısınız? Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile ya da CHP grubu ile ilişkiniz devam ediyor mu?

Benim ilişkim zaten doğrudan Sayın Kılıçdaroğlu ile idi. Ben, kendisinin özel danışmanlığını yapıyordum. Eskisi kadar sık olmasa da temasımız devam ediyor. Zaman zaman önemli gördüğüm konularda kendisine görüşlerimi yollamaktayım. Nitekim, daha birkaç gün önce bir rapor yolladım kendisine. İstifa sonrasında da geçen ay Ankara’da uzun bir görüşmemiz oldu. Yani aramızda herhangi bir kırgınlık yok. Benim bu göreve talip olma amacım, uzman olduğum bir alanda ülkeme katkı sunmaktı. Bunu da ancak benim politik felsefemi temsil eden CHP aracılığıyla yapmam mümkündü. Sayın Kılıçdaroğu çok dürüst, etik seviyesi çok yüksek ve son derece iyi bir insan. Karşılıklı olarak temasımızın devam etmemesi için bir neden göremiyoruz.

Ahmet Altan, 17 Ağustus tarihli yazısında “Akıllı biri bana, ekonomisi bu kadar iyi giden, ekonomik verileri neredeyse mucizevî parıltılar gösteren, bütün ülkeler işsizlikten kırılırken işsizliği azaltan bir ülkenin, neden siyaseten bir iğneli fıçının içinde yaşamak zorunda olduğunu anlatsın. Bütün dünya ekonomik bir kaosun içinde çalkalanırken biz bir ‘cennet adası’ gibi huzurla yolumuza devam edebilecekken neden böylesine faşizan bir baskıyla ve bütün ülkeyi yaralayan gerginliklerle yaşamak zorundayız?” diye bir tespitte bulunuyordu.

Gerçekten de Türkiye ekonomisi bu kadar iyi mi gidiyor? Siz, CHP’den ayrıldığınız dönemde “Özellikle ekonominin sağlıksız büyümesi ile ilgili ciddi endişelerim var” demiştiniz ve giderek artan ‘cari açık’ sorununa dikkat çekmiştiniz?

Ekonominin bu şekilde görülmesinde belki de Sayın Babacan’ın MBA diplomasını ‘pazarlama’ konusunda almasının etkisi var! Ekonomi konusunda başarılı olduklarını iddia edemem ama ‘olumlu’ izlenim yaratma konusunda başarılı oldukları kesin.

Türkiye’nin ekonomi konusunda bir takım kronik problemleri var. Bunların en başında cari açık geliyor. Ayrıca, işsizlik, kayıt dışı ekonominin boyutu, dış finansman bulma konusunda sağlıklı iki kaynağı temsil eden net doğrudan yatırımlar ve iç tasarruf konularıdaki başarısızlık, vergi sisteminin (en azından dolaylı/dolaysız kompozisyonu açısından) çarpıklığı, sermaye piyasalarının cılızlığı, vs.

Bunlara ek olarak, son 9 yılda ortaya çıkan problemler var: Portföy yatırımlarının, yani sıcak paranın İMKB'deki hakimiyeti (hisse senetlerinin yüzde 62'sine sahipler), özel sektörün döviz borcu, büyümenin yüksek ancak sürdürülemeyecek bir hızda olması gibi. (Bu problemleri ilerideki söyleşilerimizde detaylı olarak tartışabiliriz.)

Cari açığın ana kaynağı ekonominin büyüme hızı. Hem “çok hızlı büyüyen” ülkeyim diyerek prim yapacaksın hem de bu hızlı büyüme günün sonunda ‘cari açık’ verecek ve bu açığı kapatma konusunda zorlanacaksın. Bunun bedeli ağır olur; bu bedeli kim ödeyecek? AKP iktidarı, “cari açığımızın nedeni enerji ithalimiz” savunması yapıyor. Enerji ithalatı cari açığin en önemli kalemi, bu doğru. Ancak, benim yaptığım hesaplar, 2003-2011 arasında enerji ithalatı sıfır bile olsa, iki münferit yıl dışında ekonominin yine de cari açığı olacağı yönünde. Suçu enerji ithalatına yüklemek iyi bir halkla ilişkiler stratejisi olabilir, ancak enerji dışındaki sorunları hasıraltı ederek, cari açık problemimizi çözemeyiz.

Hızlı büyümenin cari açığı tetiklediğinden bahsettiniz. Ama büyüme aynı zamanda bütçe açığının ve kamu borcunun düşük olmasından, yani mali disiplinin sağlıklı olmasından kaynaklanmaz mı?

Haklısınız. Gönül isterki ‘büyüme'nin hem cari açığa, hem de mali disipline olumlu etkisi olsun. Ancak maalesef ekonomimizde büyüme bu iki makro ekonomik değişkende bir takası içeriyor: Büyüme hızı ne kadar yüksek olursa, ihracat ithalatı karşılayamadığı ve bu tablo giderek kötüleştiği için cari açık da o derecede yüksek oluyor.

Ekonominin büyümesi ‘iç talep kaynaklı’ olduğu için toplam vergi gelirlerinde ‘dolaylı’ vergilerin payı yüzde 70. AB ülkelerinde bu oran tam tersi. Bu da vergi tahsilatlarında artışı tetikleyerek, bütçe açığının düşük ve bu açığın finansmanı için gereken kamu borcu ihtiyacının da az olması sonucunu doğuruyor. Yani çok övünülen 'mali disiplin' bu konudaki aktif bir politikanın değil, vergi sistemi ve büyümenin niteliğinin bir ürünü.

Kaldı ki mali disiplin 'başarısının' yükünü, regresif niteliği olan dolaylı vergiler aracılığıyla, düşük gelirli vatandaşlar taşımış oluyor.

O zaman, özellikle Avro bölgesinde yaşanılan problemlerin yarattığı küresel belirsizlikler nedeniyle büyüme hızında bir düşüş yaşanması cari açık açısından iyi ama mali disiplin yönünden olumsuz bir durumumu temsil ediyor?

Evet, bahsettiğiniz nedenle 2011'de yüzde 8.5 olan ekonominin büyüme hızının 2012'de yüzde 4 civarında olacağı tahmin ediliyor. Bu yıl için dış finansman ihtiyacımızdan bahsederken 2011'de 77.2 milyar dolar olan cari açığın, 2012'de 60 milyar dolar civarında olacağını tahmin ediyorum.

Buna, vadesi gelen ve ödemek zorunda olduğumuz 140 milyarlık döviz borcumuzu da eklediğimizde 2012 dış finansman ihtiyacımız 200 milyar dolar civarında olacak. Bu da bir ‘rekor’ ama Yunanistan’ın durumuna düşmek istemiyorsak bunu ödemek zorundayız.

 

‘Almanya'nın yüzde 81 borç oranı Türkiye’nin yüzde 40 borç oranından daha düşük!’

 

Yani, ileriye dönük olarak ekonomideki en önemli kırılganlığının dış finansman bulma konusunda yaşanacağınımı düşünüyorsunuz?

Kesinlikle. Öte yandan yılın ilk 6 ayında, mali affın yarattığı ek vergi kaynağına rağmen bütçe açığı 6.7 milyar dolar olarak gerçekleşti. Yılın son 6 ayında, çeşitli nedenlerle bütçe açığının artması ve buna paralel olarak da şu anda yüzde 40 olan Kamu Borcu/GSYH oranının da yükseleceğini düşünüyorum.

Bu arada ülkenin kamu borç oranı hakkında halkta yaratılan yanlış bir izlemi düzeltmek isterim. Borç oranımızın düşük olması sık sık bir başarı göstergesi olarak kullanmakta. Bu görüş ülkemizde yüzde 40 olan oranın, gelişmiş ülke borç oranlarından düşük olmasından kaynaklanıyor. Ancak karşılaştırmayı bizim gibi 'yüksek gelirli gelişmekte olan' ülkeler sınıfında yaptığımızda, borç oranımızın bu kategorideki ülkelerin ortalamasına yakın olduğunu görürüz.

Ekonomik verilerimizi işimize geldiğinde gelişmekte olan ülkelerle; veriler bizim lehimize olacaksa gelişmiş ülkelerle karşılaştıramayız. Bu, problemlerin teşhisini engelleyen istikrarsız bir tutum.

Ben şunu iddia ediyorum: Almanya'nın yüzde 81 olan borç oranı Türkiye’nin yüzde 40 olan borç oranından daha düşük! İsteyen varsa bunun hesabını bir dahaki söyleşide yaparım.

 

‘Krizden çıkmamız zaman alacak’

 

Başbakan, Avro Bölgesi krizi için “2008'deki mortgage krizi ekonomimizi teğet geçecek demiştim,  bu teğet bile geçmeyecek” diyor. Siz, ekonomistlerin ‘daha da derinleşip, yaygınlaşacağı’ tahmininde bulundukları bu ‘kapıdaki kriz’ hakkında ne düşünüyorsunuz?

Herşeyden önce mortgage krizinin ekonomize etkisi hakkındaki görüşünün doğru çıkmadığını belirtmek isterim. Krizin etkilerinin hissedildiği 2009 yılı AKP döneminde ekonominin daralmış olduğu tek yıl. Bu yılın büyüme hızı yüzde -4.7 olarak gerçekleşti. Aynı zamanda 2008’de yüzde 11 olan işsizlik oranı 2009’da yüzde 14’e yükseldi. Ancak, tüm yıl için geçerli olan bu rakamlar, yıl içinde çok daha kritik seviyelere ulaştı. Yani teğet geçmedi!

Geleceğe yönelik her tahmin, bilhassa yüzlerce değişkenin rol oynadığı ekonomi konusunu kapsadığında kolay bir iş değil. Buna rağmen, ben yine de bir tahminde bulunayım: Bu kriz, son krize kıyasla ekonomiyi daha derinden etkileyecek, daha da yaygın niteliği olacak ve krizden çıkmamız daha da uzun zaman alacak

Bu ‘karamsarlığınız’ ne gibi faktörlerden kaynaklanıyor?

Ana hatlarıyla üç neden var bu krizi bir öncekinden ayrıştıran.

Birincisi, Dünya Merkez Bankalarının (MB), bilhassa FED, Avrupa Merkez Bankası (AMB), İngiltere gibi gelişmiş ülke MB'lerinin, önceki krizin olumsuz etkilerini nötralize edebilecek çok sayıda silahı varken, bu krize cephaneleri tükenmiş olarak girecekler.

Son krizde kullandıkları en önemli politika aracı para politikası idi. Para politikası faizleri rekor seviyelere düşürebilmelerini mümkün kıldı. Ayrıca FED, Hazine ile birlikte problemli bankaları kurtarmaya yönelik çok büyük boyutlu programlar uyguladı. Bu durum, bir yandan finansal sistemi daha sağlıklı hale getirdi, faizlerin düşürülmesi ve finansal kuruluşların yeniden yapılandırılmaları, küresel finansal sistemi yoğun bakımdan çıkardı ve durumu stabilize etti.

Olası Avro kaynaklı krizde ise, tüfeklerindeki mermiler neredeyse tükenmiş olduğu için MB'lerin her iki cephe de yapabilecekleri fazla bir şey yok. Örneğin ABD hazine bonosu faiz verilerine bakıldığında faiz oranlarının çok düşük olduğu görülüyor: 2 Ağustos itibariyle 3 ay vadeli hazine bonosunun faizi,yüzde 0.04 (yani yüzde 1'in 25'te 1'i), 1 yıl vadeli faiz: yüzde 0.168 (yüzde 1'in 6'da 1'i) 5 yıllık vadeli: yüzde 0.608 ve 10 yıl vadeli faiz: yüzde 1.48. Almanya’nın 10 yıl vadeli tahvil faizi yüzde 1.25, İngiltere’nin ise %1.5

Durum böyle olduğuna göre MB'ler tüm pratik amaçlar için zaten ‘yüzde sıfır’ olan faizleri daha ne kadar düşürebilirler? Sonuç olarak, faizleri düşürme opsiyonları artık yok.

Diğer bir neden ise, faizleri daha da düşürmek mümkün olsa bile, şirketlerin reel sektör yatırımlarına sıcak bakmamaları; finansal yatırımcıların ise,bizim gibi riskli ülkelere para verme eğilimlerinin olmaması. Bir başka deyimle, küresel belirsizlikler nedeniyle riske olan iştahın neredeyse kurumuş olması. Nitekim ABD şirketleri hem rekor seviyede kâr etmekteler, hem de rekor miktarda nakit fazlaları var. Üstelik bankalar, kredi notu yüksek şirketlerin peşinde koşup, bu şirketelere borç almaları için neredeyse yalvarıyorlar. Tüm bu olumlu finansman koşullarına rağmen, bu şirketler yatırım yapmıyorlar. Tabii bunun nedeni faizlerin yüksek olması değil.

Finansal pazarlar notu yüksek şirketlere kısıtlamalar getirmediğine ve faizler çok düşük olduğuna göre, niçin bu şirketler yatırımlara sıcak bakmıyorlar?

Küresel belirsizlikler o kadar yüksek ki (örneğin Avro-sistemi her an çökebilir ya da kronik problemlere çözüm bulma süreci daha da uzayarak maliyetler artmaya devam edebilir) önlerini göremiyorlar. İki yıl sonra, dünyayı sarsacak bir resesyon ihtimali bu denli yüksekken, faizler ne kadar düşük olursa olsun, 20 yıl ömrü olacak bir fabrika kurmaya nasıl cesaret edebilirler?

Sonuç, kapıdaki krizin daha şiddetli olacağının bir başka nedeni de küresel belirsizliklerin varlığı ve bunun yarattığı endişeleri giderecek bir politika aracının olmaması.

İsterseniz, bu krizin olası etkilerini tartışmaya devam etmeden önce İstanbul Sanayi Odası'nın en büyük 500 şirketi inceleyerek (İSO 500) ekonomimizin durumunu değerlendiren çalışmasına bakalım. Geçen hafta açıklanan raporda, 2011 ile ilgili olumsuz izlenimler edindim. Örneğin rapor, her 4 şirketten birinin zarar ettiğini, 2010'a oranla kȃr marjlarının düşerek, şirketlerin kredi kullanım oranlarının arttığını, finansal giderlerde büyük bir artışın yaşanmış olduğunu vs. gösteriyor. Siz İSO’nun çektiği bu fotoğrafta neler görüyorsunuz?

Bahsettikleriniz ve diğer konularla ilgili bir kaç rakamsal veriyi vurgulamak isterim: 2007 yılına oranla 2011'de zarar eden şirket sayısı ikiye katlandı. 2010 oranlarına ilaveten 54 şirket daha zarar etti. 2010'da yüzde 7.6 olan net kȃr marjı 2011'de yüzde 5.6'ya düştü. Yüzde 26'lık bir düşüş, bu veri için büyük bir rakam.

Ayrıca, İSO 500 çalışması 2010'da bile sağlıksız olan şirketlerin sermaye yapılarının 2011'de daha da bozulmuş olduğunu gösteriyor.

ABD ve AB ülkeleri şirketleri çeşitli nedenlerle Türk şirketlerine kıyasla daha düşük iş riski taşıyorlar. Buna rağmen ABD şirketlerinin borç/özsermaye oranı yüzde 50, AB şirketlerinin yüzde 70 civarında iken, Türk şirketlerinde bu oran 2010'da bile yüzde 120 idi. 2011'de ise İSO çalışması, bu oranın yüzde 141'e ulaşmış olduğunu gösteriyor.

2010'a oranla şirketler finansman giderlerinin yüze 102.5 artmış olduğu da belirtiliyor.

İSO Başkanı Sayın Tanıl Küçük 2011 verilerini şu şekilde özetledi: "Sonuç parlak değil ve şirketlerin sermaye yapısı gittikçe borca bağımlı hale gelmekte."

İSO 2011 calışmasına ek olarak Ağustos başında 2011'in son 6 ayını, 2012'nin ilk 6 ayı ile karşılaştıran ‘Ekonomik Durum Tespit Anketi’ de yayımlandı. Hatırladığım kadarıyla bu rapor da 2011’deki olumsuz gidişatın devam ettiğini gösteriyor. Örneğin anket sonuçları, iç satışlarda sorun yaşayan şirketlerde artış olduğunu, ek olarak her üç şirketten ikisinin  finansman bulmakta zorlandıklarını gösteriyor. Siz bu verileri nasıl yorumluyorsunuz?

Anket sonuçları 2012'nin ilk yarısında, 2011'in ikinci yarısına kıyasla iç ve dış satışlarda, siparişlerde ve istihdamda azalmaların yaşandığını gösteriyor. Ekonominin büyüme lokomotifi iç talep olduğu için, iç satışlarda hissedilen zayıflık büyüme konusu için önemli bir olumsuz gösterge.

Belirsizliklerin hakim olduğu küresel finansman ortamında, Türk şirketlerinin finansman konusunda sıkıntı çekmeleri şaşırtıcı değil.

Rapor, 2012’nin ilk yarı verileri ve ikinci yarı ile ilgili tahminler konusunda iç açıcı olmayan bir tablo çiziyor. Örneğin geçen senenin anketi, şirketlerin yüzde 48.5'inin 2011'in ikinci yarısında yatırım yapmayı planladıklarını gösteriyordu. Bu yıl 2012'nin ikinci yarısında yatırım planlayan şirketlerin yüzde 41'e düşmüş oldukları görülüyor. Ayrıca, 2011'in ilk yarısında şirketlerin yüzde 47'si yatırım yapmadıklarını belirtirken, 2012'nin ilk yarısında şirketlerin yüzde 58'i yatırım yapmamış olduklarını açıklamış...

 

‘Hükümete puan vermekte zorlanıyorum’

 

Bizde son  krizin etkileri sadece reel sektörde izlenmişti. Finansal sektörü etkilememişti. Sizce, bir kriz yaşadığımızda bankacılık sektörü yine kendini koruyabilecek mi?

Finansal sektörün son krizden etkilenmemiş olduğu konusunda haklısınız. Ekonomi yöneticileri de bu gerçeği tekrarlayıp, bu konudaki başarılarıyla sık sık övünmekteler. Ancak, ben bu konuda hükümete puan vermekte zorlanıyorum, çünkü bu sonucu iki faktöre borçluyuz:

İlki, Kemal Derviş döneminde sağlıksız bankaların tasfiye edilip, kalanlara da sermaye oranlarının yüksek tutulması koşulunun getirilmesi. Diğeri ise Türk bankalarının, batı bankalarının yatırım yaptığı ‘esotorik türev ürünleri’ içeren işlemlere girmemesi ama bu hükümetin bir öngörüsü değil, bankaların kendilerinin almış oldukları bir karardı.

Bence bahsettiğimiz olası kriz reel sektörün yanında finansal sektörü de yakından etkileyecek. Bunun da birkaç önemli göstergesi var. Tüketici kredilerinin çığ gibi büyümekte olduğunu biliyoruz. Geçen yılın tümünde bireysel borçlarını ödemeyenlerin sayısı 538 bin iken 2012'nin sadece ilk yarısında bu rakam geçen yılın toplamını geçerek 580 bin’e ulaşmış.

Türkiye'de kredi kullanımı, özel sektörde de, bireysel krediler olarak da yüksek ve tehlikeli seviyelerde. Kamu sektörü borcu ise sanıldıği kadar düşük değil, üstelik yavaşlama nedeniyle daha da artması beklenmeli.

Bir ülkenin bireysel, kurumsal, hazine seviyesinin her üçünde de yüksek seviyede borç kullanmakta olması olası bir krizin olumsuz etkilerinin önüne konulmuş bir büyüteçi temsil eder, yani olası bir krizin şiddetini arttırır.

Sizin çok sık kullandığınız bir terim var, AKP ekonomi politikaları için ‘İstatistiki Şehir Efsaneleri’  terimini kullanıyorsunuz, bununla ne kastediyorsunuz?

Buna “Doğru verileri kullanarak  yanıltıcı birizlenim bırakma sanatı” diyebiliriz. Yani verilen rakamlar doğru, ancak o rakamların altındaki gerçeği anlatmamakla ya da verilen rakamlarla birlikte okunması gereken başka rakamları vermemekle, yanlış izlenim yaratmak; kısacası halkı yanıltmak.

Örneğin, ekonomiden sorumlu yöneticiler ve başbakan senelerdir kişi başına düşen milli gelirin 3 kat artmış olduğunu tekrarlıyorlar. Ancak bu bilgi yanlış, en azından yanıltıcı. Ama kimse çıkıp bu yanlışı açıklamıyor.

 

‘Halkın gözü boyanıyor’

 

Hatırladığım kadarıyla 2002 de milli gelir 3 bin 500 dolardı, 2010 da ise 10 bin dolar olarak açıklanmıştı. Burada yanıltıcı olan ne?

Söylediğiniz rakamlar gerçeğe yakın: 2002 sonunda 3 bin 516 dolar iken, 2010'nun sonunda 10 bin 068 dolar oldu, yani 2.86 kat arttı. (Dostlar arasında 0.14 kat'ın lȃfı olmayacağı için, ben 3 kat rakamını kabul edeceğim). Ancak 2011 öncesi TL aşırı değerli olduğu için bu kur oyunundan kaynaklanan sanal bir durumu temsil ediyor.

Yani bu sonuç, sokaktaki vatandaşın satın alma gücünün 3 kat artmış olduğu anlamına gelmiyor. 3 katlık artış ancak geliri TL bazlı, harcamaları ise dolar bazında olan kimseler için geçerli. Türkiye’de böyle kaç kişi var? Eğer sokaktaki vatandaşın geliri üzerinden konuşacaksak, enflasyondan arındırılmış, sabit fiyatlarla ve TL olarak hesap yapmamız gerekiyor. Bunu yaptığımızda, söz konusu 8 yıl içinde toplamda yalnızca yüzde 32 artmış olduğunu görürüz.

Ama, 'istatiki şehir efsanesi" yöntemiyle, 3 kat artmış olduğunu iddia ederek, halkın gözünü boyamaktan çekinmiyorlar.

İhracatta sürekli artış olduğuna dair haberler de var. Bu çok olumlu değil mi? Basında sürekli kırılan rekorlardan bahsediliyor.

Evet ama bu da başka bir şehir efsanesi. Mesela, 2010 yılı ihracatımız 120 milyar dolar iken 2011'de rekor bir miktarı temsil eden143 milyar dolara yükseldi. Biz medyada ihracatın yüzde 20 artarak yeni bir rekor kırdığını okuyoruz.

Ancak, bu iki yılda gerçekleşen ithalatın ne kadar olduğundan bahsedilmiyor. (Konuyla ilgilenenler, TCMB'nin 'Ödemeler Dengesi' tablosundan, bu ve coksayılı istatiklere ulaşabilirler). Nitekim, bunu yaptığımızda, 2010'da 177 milyar dolar olan ithalatın, 2011 yılında yüzde 31 artarak 252 milyara ulaşmış olduğunu görürüz. Bu demek oluyor ki ithalat-ihracat farkı, yani dış ticaret açığımız 2010'da 56 milyar dolar iken 2011'de 84 milyar dolara çıkarak yüzde 49'lık bir artış kaydetmiş.

Bu durumda, 2010'na kıyasla, bulmaları gereken 28 milyar dolarlık ek finansmanı hangi kaynaklardan finanse edecekleri konusunda problem yaşamış olmalılar.

Basından takip ettiğimiz kadarıyla 2012 Mart ayında 91 milyar dolar olan Merkez Bankası rezervleri Haziran’da 96 milyar dolara, Ağustos başında da 103 milyaradolara yükselmiş. Yani, bu kadar kısa sürede yüzde 13 artmış. Bu bilgiler ışığında neden endişelenelim?

Malesef bu da şehir efsanesi. Verdikleri rakamlar brüt rezervler. Önemli olan net rezervler. Manşetlerde görünen rakamlar TCMB'de mevcut ama bu rakamların tümü MB'ye ait olmadığı için, MB bu paranın hepsini harcayamaz. Çünkü MB'nin döviz yükümlülükleri de var; Türk ve yabancı bankaların, yurt dışında yerleşik olanların mevduatları v.s. gibi.

Yukardaki tarihlerdeki altın dahil net rezervler sırasısıyla 36.5 milyar, 36.6 milyar ve 37.7 milyar. Altın hariç net rezervler yine sırasıyla 25.3 milyar, 24.3 milyar ve 22.4 milyar.

Sonuç olarak, TCMB'nin rezerv seviyesi çok sıvı ve ileride sermaye pazarları daha da kötüye giderse, çok kısa zamanda tükenecek durumda. Eğer, geçen senenin ikinci yarısında olduğu gibi sermaye piyasalarından yeteri kadar döviz bulamazsak, bu rezervleri de eritme olasılığımız yüksek. O yüzden IMF’nin kapısını çok yakında yeniden çalabiliriz.

 

‘AKP’nin Türkiye Ekonomisi tam bir illüzyon gösterisi!’

 

Merkez Bankası ve medya niçin brüt rezerv rakamlarını manşet yaparak MB'nin yüksek miktarda rezervi olduğu izlenimini veriyor?

En başta sormuş olduğunuz “ekonomideki mucizevi parıltılar ve iyi gidişat” algısını ancak bu tür illüzyonlarla sağlayabildikleri için! Mesela dikkatimi çeken bir şey var. Eskiden net rezervleri ‘Merkez Bankası Para ve Banka İstatistik Raporu’nda yayımlarlardı. Birkaç hafta önce baktığımda, 2004'ten itibaren yayımladıkları net rezervlerle ilgili rakamların tamamını geriye dönük olarak silmiş olduklarını farkettim. Bu, benim gibi konuyla yakından ilgilenenlerin bunu hesaplayabilmesini engellemiyor elbette. Ama yine de bu verileri silmelerini ‘manidar’ buluyorum.

Merkez Bankası rezervlerinin 103 milyar dolarlık rekor bir seviyede olduğu yalnızca bir illüzyon. Zaten AKP’nin Türkiye Ekonomisi tam bir illüzyon gösterisi!

 

‘Türkiye’de durum iyiyse yabancı aptal şirketler neden yatırım yapmıyor?’

 

Doğrudan yatırımlar konusunda sınıfta kaldığımızı söylediniz. Ancak, Sayın Çağlayan geçen hafta “Doğrudan yatırımların sene sonuna kadar 20 milyar dolar olmasını beklediğini” açıklamıştı?

 

Böyle bir rakam tarihimiz de hiç olmadı. 2006-2007 yılında 19 milyara ulaşmıştı ama o zaman küresel koşullar çok iyiydi. Dünya ekonomisi ‘Lale Devri’ni yaşıyordu. Şimdi tam tersi.

Bu konuda yine yanıltıcı açıklamalarda bulunuyorlar. Birincisi Sayın Bakan sadece döviz girdilerini temsil eden verileri kullanıyor. Önemli olan döviz girdileri değil, net döviz girdileridir. Net Doğrudan Yatırımlar (NDY) 2011'in söz konusu ilk 6 ayında 5.459 milyar iken 2012'nin aynı döneminde 5.703 milyar olmuştur. 5.459 milyarın, 5.703 milyara yükselmiş olması NDY'deki artışın sadece yüzde 4.5 olduğunu gösteriyor. Yüzde 4.5 nerede, yüzde 21 nerede? Bir başka yanıltma egzersizi.

Aynı konudaki ikinci efsane ise,2003-2010 arasında dünyada yapılan doğrudan yatırımın yüzde 1’inin bile Türkiye’ye gelmemiş olması ile ilgili. Bu dönemde bu oran sadece yüzde 0.8 idi. Yani ‘küresel doğrudan yatırımlar’ı bir pasta olarak düşünün (2007'de pastanın boyutu 2 trilyon dolar, 2011'de ise 1.5 trilyon dolardı). Bu pasta dilimlere kesilip, ülkelere dağıtılıyor. Bize bırakın ‘bir dilim’ pasta ayrılmasını, dilimler kesilirken oluşan kırıntıların bile çok ufak bir kısmı geliyor. Bu nedenle zaman zaman DY’de çok yüksek yüzdeli artışların olduğu şeklinde beyanatlar anlamsızdır.

Buna rağmen, bizim Başçı, Çağlayan, Babacan, Şimsek'ten oluşan ‘Devlet Musiki Korosu’ hep aynı şarkıyı söylüyorlar: "Biz dünyanın en istikrarlı ülkesiyiz, ekonomisi en iyi yönetilen ülkeyiz, potansiyelimiz çok yüksek!"  Eğer öyleyse bu ‘aptal’ yabancı şirketler Türkiye’de neden yatırım yapmıyor?  Üstelik, bizim ekonomi yöneticilerimiz bu nankör yabancılara ekonomiyle ilgili problemlerini 3 ayda çözme teklifi yapmalarına rağmen!

Sayın Çağlayan, yabancışirketleri Türkiye’ye yatırım yapmaya ikna etmek için dünyayı dolaşıyor. Bu konuda Japonları ikna edemediği için “Japonlar çok cimri,” diye açıklama bile yaptı. Bir ekonomi bakanının ülkesine, küresel koşullar nedeniyle yatırım yapmayan bir başka ülkenin bakanını ‘cimrilikle’ nitelendirmesi -cimrilik ülkeler arasında kullanılacak bir kavram değildir- çok enteresan.

 

‘Türkiye şımarık çocuk gibi’

 

S&P Türkiye’nin notunu ‘pozitif’ den ‘durağan’a çevirdiğinde de  hükümetten son derece ‘duygusal’ tepkiler gelmişti. Siz bu ‘hassasiyet hali’ üstüne ne düşünüyorsunuz?

S&P gibi kurumlar hata yapmama konusunda hassastırlar. Kredi notu değişimine Türkiye’den başka hiç bir ülke gururu kırılan çocuk gibi kapris yapmaz. Spor Bakanı Suat Kılıç bile bununla ilgili ‘gocunarak’ beyan verdi. Hatta Başbakan “Kendi kredi notu değerlendirme şirketimizi kuracağız” diyor. Bunun bağımsız olması gerektiğini söylemeye gerek var mı? Bu komik bir şey. Bir de Sayın Şimşek şöyle dedi “Zaten kimse bu kuruluşları kale almıyor.” O zaman siz neden kale alıp bu kadar tepki gösteriyor ve gocunuyorsunuz?” diye sormak lazım.  Ben takip ediyorum, yabancı basın bunları hayretle karşılıyor, açıkçası gülüyor. Aşırı hassasiyet hali. Ne diyelim.

Yazarın Diğer Yazıları

Ne anlatayım ben sana?

Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?