29 Ekim 2014

Türkiye'de demokrasi ''makul şüphe'' altında

Artık Batı medyasında Türkiye analizleri “demokrasi-otokrasi” düzleminde yapılıyor

Fazla değil, bundan birkaç yıl öncesine kadar Batı medyasında Türkiye hakkında çıkan analizlerin çoğu ülkedeki siyasi ve sosyal dinamikleri yanlış bir şekilde basite indirgeyen “laiklere karşı İslamcılar” düzleminde yapılırdı. Bush döneminde neo-con şahinlerin gözünde AKP siyasi İslamcı ve tehlikeli bir hareketti. Ama New York Times ve Washington Post gibi daha bağımsız ve ideolojik bir ajandası olmayan objektif gazetelerin editoryal yazılarında Türkiye konusunda çizilen manzara farklıydı. Her iki gazete de, AKP'nin İslamcı gelenekten geldiğini teslim eder ama aynı zamanda bu partinin Türkiye'de askerî vesayeti ve ''katı laiklik'' anlayışını aşmaya çalışan, demokrat ve özgürlükçü  bir ''ılımlı İslam'' hareketini temsil ettiğini savunurlardı. Aynı nedenle bu prestijli ve objektif medya kuruluşlarının gözünde  AKP ve Erdoğan, Arap dünyası için iyi bir demokratik model olarak kabul edilirdi.

Bugünse durum çok farklı. Artık Batı medyasında Türkiye analizleri laiklik ve siyasi İslam kapsamında olmaktan çok “demokrasi - otokrasi” düzleminde yapılıyor. Ve bu analizlerde AKP otoriterleşen, yasakçı ve baskıcı rejimi temsil ediyor. Özellike Gezi hareketinin polis devleti yöntemleriyle şiddetli şekilde bastırılması ve sonrasında basın ve ifade özgürlüğüne getirilen yasaklar ve kısıtlamalar, AKP'nin ''demokratik ve özgürlükçü'' imajının yok olmasına neden olmuş durumda. Öte yandan böylesine baskıcı bir partinin seçim üzerine seçim kazanıyor olması nedeniyle, Türkiye'deki yadsınması imkânsız olan otoriterleşme kafa karıştırmaya devam ediyor. Bu bağlamda özellikle ABD’den bakınca Türkiye konusunda en revaçta olan analiz Washington Post'da yazan Fareed Zakaria'nın popüler hale getirdiği ''liberal olmayan demokrasi'' kavramı.

Son olarak ''Putinizmin Yükselişi'' yazısında bu kavramı Türkiye ve Erdoğan'a da uyarladı Zakaria. Putinizmi şöyle açıklıyor Zakaria: ''milliyetçilik, din, muhafazakârlık, devlet ihalesi kapitalizmi ve hükümet tarafından kontrol altına alınan medya.''  

Bu sistem size tanıdık geldi mi? Bakın Zakaria Putinizm yönünde giden Macaristan'da basın özgürlüğü konusunda nasıl bir örnek veriyor: ''medya üzerinde hakimiyet ve kontrol geleneksel sansür mekanizmasından çok daha sofistike bir şekilde işleme konuluyor. Viktor Orban hükümeti, ülkenin tek bağımsız televizyon kanalını iflas etmeye götürecek bir vergi paketini yasalaştırıyor.'' Gene soralım, tanıdık geldi mi ?

Size gelmediyse Zakaria'ya gelmiş olmalı, zira şöyle devam ediyor makalesine: ''Eğer biraz dünya geneline bakarsanız Putinizmin temel taşlarını kendine model edinmiş birçok ülke görebilirsiniz. Türkiye'de Recep Tayyip Erdoğan geçmişteki reformcu politikalarını çoktan bir yana bırakmış, şimdi baskıcı, muhafazakar ve İslamcı platforma geçmiş durumda. O da, basını kendi boyunduruğu altına almak için akıllıca vergi oyunlarına yatkın.'' Aynı yazıda Zakaria sadece Putin, Erdoğan ve Orban'dan bahsetmekle kalmıyor, aynı kategoriye seçim kazanma potansiyeli artan Fransa'nın aşırı sağcı Marine Le Pen ve Hollanda'nın Geert Wilders gibi popülist politikacılarını da ekliyor.   

İşte Erdoğan, AKP ve ''Yeni Türkiye'' böyle ele alınıyor artık Washington Post gibi gazetelerde. Aynı analizler ABD'nin bağımsız ve prestijli düşünce kuruluşlarında da yapılıyor. Benim de araştırmacı olarak çalıştığım Brookings gibi bir kuruluşta Türkiye konusunda yapılan değerlendirmeler eski ve yeni Türkiye arasında şöyle bir fark görüyor: eskiden askeri vesayet üzerinden giden bir otokrasi varken bugün artık daha geniş halk tabanı olan, seçim kazandığı için daha popülist, ama aynı derece otokratik bir çoğunluk diktası kuruluyor.   

AKP her ne kadar Batı'da kendisiyle ilgili oluşan bu imaja komplocu bir gözle ''algı operasyonu'' gibi ucube bir isim vermiş olsa da, izlenen politikalar ortada. Son güvenlik yasası paketi gösteriyor ki Türkiye'de demokrasi ve özgürlükler ''makul bir şüphe'' altında. Bilindiği gibi yürürlükteki kanunlara göre vatandaşların ev ve işyerlerinin aranması ile ilgili hâkimden karar çıkartabilmek için ‘somut delil’ şartı aranıyor. Ancak Meclis'e sunulan yeni taslağa göre ''makul şüphe'' duyulması arama kararı için yeterli görülüyor.

Topluma ''İç Güvenlik Reformu'' gibi bir adla lanse edilmeye çalışılan bu yargı paketi teklifinin, Meclisten geçtiği takdirde, ülkeyi askerî darbe dönemlerinin olağanüstü hal koşullarına fiilen geri sürükleyeceği de Türkiye'yi izlemeye alan insan hakları kuruluşlarının gözünden kaçmamış. Paketin pek de gizli olmayan bir amacının da, hükümet yanlısı olmayan, sorgulama ve eleştiri hakkını kullanmakta kararlı belli başlı medya kuruluşlarını sektörün dışına atmak, faaliyetlerini sıfırlamak olduğu da anlaşılıyor. Nitekim Human Rights Watch kurumunun son değerlendirmesi Türkiye'nin bu paket yasa çerçevesinde tam bir polis devletine döneceği uyarısını yapmakta gecikmedi.  Kurumun Türkiye araştırmacısı Emma Sinclair-Webb bu yasalarla ''hükümetin kendi yaptığı reformları ortadan kaldırarak karanlık bir geçmişe geri dönüş yolunu açtığını'' belirtiyor.

Öte yandan Batı basınında “otoriterleşen AKP'ye karşı bir demokratik muhalefet var mı” diye sorulduğunda cevap maalesef “hayır” oluyor. Demokratik cephe Türkiye’de adeta namevcut. AKP’lisi, Gülencisi, Kemalisti, Kürtçüsüyle herkes cemaatleşmiş durumda.  

Türkiye genelini kapsayan bir vatandaşlık bilinci ve demokrasi talebi neredeyse yok. Pederşahi bir siyasi kültür, akıllara durgunluk veren bir siyasi oportünizm ve bitmeyen bir kutuplaşma tüm ülkeyi ele geçirmiş görünüyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Washington'dan bir Türkiye analizi

Batı’nın çifte standartları veya artan İslam fobisi gibi konularda Türkiye haklı olsa bile, Erdoğan kendi sicili nedeniyle ciddiye alınmıyor

Trump'ın dünyaya mesajı: Kasabada yeni bir şerif var

Sürpriz faktörü Trump'un atacağı adımları öngörmeyi zorlaştırıyor

Trump ve popülizmin zaferi

Trump kabinesi, Türkiye'ye benzeyecek gibi görünüyor