24 Haziran 2017

“93 Yazı, benim kendi hikâyem”

Berlin Film Festivali’nden En İyi İlk Film ödülüyle dönen Carla Simon: Nuri Bilge Ceylan’ın çok büyük bir hayranıyım

93 Yazı filmiyle, Berlin Film Festivali’nden En İyi İlk Film ödülü alan ve İstanbul Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü kazanan yönetmen Carla Simon ile dolu dolu bir röportaj gerçekleştirdik. Filmin 6 yaşındaki kahramanı Frida’nın gözünden kendi hayatının değiştiği o yazı anlatıyor Simon ve bunu yaparken çok gerçekçi. 93 Yazı dün vizyona girdi, son zamanlarda izlediğim en kalbime dokunan film oldu…

93 Yazı, büyük tesadüf ki benim için de dönüm noktam bir yazdır. 92’de babam ölmüştü ve biz geride kalanlar 93’te başka bir yere taşınmak zorunda kalmıştık o yaz her şey değişmişti. Benim hayatımın filminin de adı olabilir, o nedenle film ve Frida beni çok çok etkiledi... Çok sevdim, öncelikle belirtmeliyim... Bütün ruhunuzu koymuşsunuz...

Çok teşekkür ederim...

93 Yazı ne kadar otobiyografik bir film?

“93 Yazı” benim kendi hikâyem. Frida gibi ben de annemi 6 yaşımda kaybettim ve babamı da 3 yaşımda kaybetmiştim. İkisi de o zamanlar İspanya’da yaygın olan AIDS’den öldü. 1993 yazında yeni ailemin yanına taşındım: Annemin erkek kardeşi, eşi ve çocukları. O yüzden ilk filmimi kendim yaşadığım bir durum üzerine yapmak istedim ve 6 yaşında bir kızın ölümle nasıl yüzleştiğini ve yeni bir aileye nasıl adapte olduğunu konu aldım.

Senaryoyu yazmaya başladığım zaman anılarımı bir araya getirmeye çalıştım. Fakat bir çocuk böyle bir durum yaşadığı zaman, ona yeniden başlamaya fırsat verebilmek için anıları siliniyor. Özünde duyguları hatırlıyorum ve bazı anlar gözümün önüne geliyor, ama anılarım son derece akıl karıştırıcı. Bu yüzden ailemle konuşmak benim için çok önemliydi. Onlar benimle pek çok anı paylaştı ve bu hikayelerin bazılarını filmde görebilirsiniz. Çocukluğumdan kalan fotoğraflar da hikayeyi kurmamda önemli rol oynadı, çünkü hikayenin atmosferi ve duygularını kurdular. Diğer yandan senaryoyu yazarken ölümle yüzleşen ve evlatlık alınan çocuklar üzerine uzun ve detaylı araştırmalar da yürüttüm. Bu sayede senaryonun yapısını oluşturdum ve Frida’nın psikolojik yolculuğunu şekillendirdim.

Son haliyle film gerçek anılar, ailemin hikayeleri, kurgulanmış sahnelerin karışımı. Neyin gerçek olup olmadığından çok emin olamıyorum. Örneğin Meryem Ana’nın heykeline hediye getirdiğimi hatırlamıyorum ama her gece dua ederdim, çünkü büyükannem öyle yapmamı söylemişti. Kız kardeşimi asla ormanda saklamadım, ama evden kaçtığım oldu. Oyun oynarken anne rolüne girdiğimi hatırlamıyorum, ama bunu yapmış olma ihtimalim çok yüksek.

Nasıl geçti peki 93 yazınız? Kelimelerle de anlatmanızı istesem...

O yaza dair spesifik anılarım yok, ama film benim için bir yaz üzerinden hayatımın çok daha uzun bir dönemini anlatıyor. Ama anlatmaya çalışabilirim… Garip bir yazdı. Çok sıcaktı. Çim kokusunu ve yeni evimin yanında yaşayan tavukların kokusunu hatırlıyorum. Bazen bu yeni kokular hapşurmama sebep olurdu. Ağaçların dallarında rüzgarın  ve geceleri çekirgelerin sesini duyabiliyordum. Günün ortasında kırsalın sessizliği çok derin ve yoğundu, ama aynı zamanda gizemliydi de. Çok fazla böcek vardı: sinekler, sivrisinekler, arılar, örümcekler… Onları bir tehdit olarak görürdüm. Suda olduğum zamanlar çok mutlu olurdum, çünkü suyun içindeyken özgür hissederdim. Yeni ailem köyün havuzunda çalıştığı için suda olmak kolaydı, orada saatlerim geçerdi. Hatırladığım şeylerden biri de sanki her an rüyadan uyanıp annemi göreceğim hissiydi, yani umudum vardı. Yengem (filmde Lola) ile beraber büyükannem ve büyükbabam bu yaz çok önemli roller üstlendi, hatta filmde gösterildiğinden daha da fazlaydı. Onlar sayesinde orası biraz daha “ev” gibi hissetti benim için. Bir de her an ailem beni istemeyebilir ve oradan kaçmam gerekebileceğini düşünürdüm… Ama aynı zamanda yeni annemin (filmde Marga) beni sevmesi için büyük bir arzum vardı. Yeni bir kız kardeşimin olması konusunda çok heyecanlı olduğumu hatırlıyorum, ama bende uyandırdığı duygular her zaman pozitif olmadı… Ve son olarak, duygusal anlamda yoğun bir yaz olduğunu hatırlıyorum. Bu sadece annemi özlediğim için değil, içimde çok fazla öfke olduğu içindi.

Ölümü nasıl algıladınız? Çocuklar, çocukluk çok özel değil mi? Ölümü algılamaları bile bir başka?

Çocukların ölüm algısı yaşlarına göre büyük farklılıklar gösteriyor. Mesela 4-6 yaş arasındaki çocuklar reenkarnasyona inanıyor. Onlar için ölüm uyku (yani işin içinde uyanma da var) ya da seyahat (yani sonunda geri dönüş de var) gibi bir şey. Bu yaş grubundaki çocuklar, ölen kişinin dua, büyü ya da dileklerle geri dönebileceğini düşünür. Fakat 6 yaşındaki bir çocuk –yani benim ve Frida’nın olduğu yaş- her canlının bir gün öleceğini ve bunun evrensel bir durum olduğunu algılayabilir. Yine bu yaşta çocuklar, ölen birinin tekrar canlanamayacağını, kayıpların geri dönüşünün olmadığını ve ailelerini kaybederlerse onları bir daha asla görmeyeceklerini anlayabiliyor.

Yetişkinler için ölümü çocuklara anlatmak korkutucudur genelde. Bu yüzden anlatırkan örtmece (edebi kelam) kullanırız. Bu film ile beraber 6 yaşında bir çocuğun duygularını kontrol etmesi zor olsa da ölümü anlayabileceğini göstermek istedim. Aslında ben, annemin ölüm haberini aldığım anı çok iyi hatırlıyorum. Yengem, yeni annem ve yeni babam (filmde Lola, Esteve ve Marge) ile bir terasta oturuyordum. Onları dinledim, duyduklarımı kabullendim, ve yeni okumaya başladığım için oradaki bazı posterleri okumaya başladım. Ağlamadığım için suçluluk duyduğumu hatırlıyorum, ama aslında kendi içimde duygularımla başetmeye çalışıyordum. İşte bu sebeple filmin son sahnesinden çok eminim. Terastaki o günden itibaren onlara “anne” ve “baba” diye hitap etmeye başladım. Ama bu, onların annem ve babam olduğu demek olmuyordu. Bunu hissedebilmem ve annemin yasını tutmam zaman aldı.

“Hikâyem, kişiliğimi de şekillendirdi”

 

Geçmişteki acılarımız, travmalarımız şu anki bizi ne kadar yaratıyor sizce?

Bence biz deneyimlerimiz, eğitimimiz ve ilişkilerimiz sayesinde olduğumuz kişi haline geliyoruz. Benim durumumda hikayem, kişiliğimi de şekillendirdi. Örneğin yeni bir aileye alışmak zorunda olmam yeni durumlara da çok hızlı adapte olmamı sağladı. Yine aynı sebepten ötürü zor durumlar ve ilişkilerle çok uzun süre baş edebiliyorum. Hayatı hep çok değerli buldum ve ölümden korktum, bu da genç yaşta yüzleşmek zorunda olmamla alakalı. Mesela boş boş oturmayı ve zaman kaybetmeyi hiç sevmem. Sürekli aktif olmak, zamanımı yeni şeyler üreterek ve dünyada izimi bırakmaya çalışarak geçiririm. Çocukken travma yaşadığınızda istediğiniz şeyler için savaşacak gücü de bulduğunuza inanıyorum. Yani benim hikayem daha farklı olsaydı, film çekecek gücü ve azmi bulamayabilirdim belki de. Geçmiş travmalarımız kesinlikle bugün olduğumuz insanı şekillendirir ve bu travmalarla nasıl baş ettiğimize göre de pozitif çıkarımlarımız bile olabilir.

Çocuk oyuncular çok başarılı, yaşları küçük olmasına rağmen. Sizi zorladılar mı? çocuklarla ilişkiniz nasıldır?

Çocuklarla çalışmak elbette oldukça zor ama bu filmi çekmenin en güzel yanlarından biriydi. Çocuklar çok “gerçek”. Onlara özgürlük verirseniz neyin işe yarayıp yaramayacağını hemen anlarsınız. Ama bence en önemli şey, onları yaptıkları şeye inandırmak. Ancak inanırlarsa izleyici de inanır. Bizim uzun bir prova sürecimiz oldu. Barcelona’daki provalarda hafta sonları ya da okul çıkışı bir araya gelip bir aile olmak üzerine çok basit doğaçlama egzersizleri yaptık. Yürüyüşe çıktık, alışveriş ya da yemek yaptık, oyunlar oynadık, kitap okuduk, müzik dinledik, doğum günü kutladık, akraba ziyaretine gittik… Yani çocukların gerçek aileleriyle yaptığı her şeyi filmdeki aileleriyle yaptık. Böylece çocuk oyuncular, ilişkilerinin daha gerçek olduğunu hissedebildi. Sonra filmi çektiğimiz la Garrotxa’da iki hafta geçirdik. Çekimleri yapacağımız yerlerde belirli sahnelerin provalarını yaptık. Böylece hem kızlar çekim esnasında ne yapacaklarını gördü, hem de ben onlardan istediğim şeyleri nasıl alabileceğimi gördüm. Çekimler başladığında çok vaktimiz yoktu, 6 hafta kadar sürdü ve günde sadece 6 ya da en fazla 8 saat çekim yapabildik. Belirli bir metodumuz yoktu. Bazı sahnelerde kızlara tam olarak ne yapmaları gerektiğini söyledim ve çekim boyunca onlara yol gösterdim. Ama bazı sahnelerde de onları özgür bıraktım ve kendi diyaloglarını doğaçlamalarına yer bıraktım. Laia (Frida) içgüdüleri çok kuvvetli bir kız. Tempo ve ortamın ruh halini hissedebiliyor ve diğer oyuncuların performanslarına çok güzel tepkiler veriyor. Paula (Anna) ise çok iyi hafızası olan çok zeki bir kız. Böylece o sahnede kendisi gibi davranırken paralel olarak ona söylediğim anda ondan istediğim şeyi de yapabildi. Tabii hayal güçleri ve yaratıcılıklarının da sınırları yok. Bana doğal olarak sundukları pek çok şeyi filme dahil ettim. Penim Laia ve Paula ile çok özel bir ilişkim var. Birlikte çok fazla vakit geçirdik ve onları kendi ailemmiş gibi seviyorum. Aramızda çok büyük bir güven de oluştu. Çalışırken her zaman eğlenmelerini sağladım ve onlara saygı duyduğumu hissettirdim.

Onları nasıl seçtiniz, inanılmaz doğallar? Ne kadar sürdü cast çalışması?

Kızları bulmak oldukça uzun sürdü. 6 ay boyunca casting üzerinde çalıştık. Yazdığım karakterlere yakın hayatları olan çocuklar bulmak istedim. Böylece senaryoyu hayata geçirirken rol yapmaktan ziyade kendileri gibi davranmalarına fırsat vermek istedim. Frida için kırsala alışkın olmayan bir şehir kızına ihtiyacım vardı. Bulmak istediğim oyuncu ailesini kaybetmemiş de olsa geleneksel aile yapısının dışında bir hayatı olmalıydı. Frida’yı bulmak çok uzun sürdü, görüştüğümüz bine yakın çocuk arasından sondan bir öncekiydi Laia. Anna için de bebek suratlı, masumiyet duygusunu aktarabilecek bir çocuk bulmak istedim. Ama o yaşta bir çocuğun cesur da olması gerekiyor, ondan bir şey istendiğinde donup kalmaması gerekiyor. Paula her duruma kolaylıkla adapte olabilen, pozitif ve önerdiğim şeyleri denemeye açık bir çocuk. Elemelerin sonunda kızları bir araya getirmeye başladık. Paula ve Laila tanıştığında senaryoda yazdığım ilişkiyi yaşayabilecekleri çok açıktı. Ama aynı zamanda onları yanyana görünce aslında ne kadar küçük olduklarını, ve birlikte çıkacağımız yolculuğu da fark edebildim.

İstanbul Film Festivali’ne de konuk oldunuz, Jüri Özel Ödülü aldınız... Nasıldı festival, izleyici? İzlenimleriniz neler festival ve İstanbul ile ilgili?

İstanbul’u çok seviyorum! Daha önce de gelmiştim ve Avrupa’da en sevdiğim şehirlerden biri. İstanbul Film Festivali’ni de çok seviyorum ve orada çok güzel bir deneyimimiz oldu. Özellikle gösterim benim için çok ilginç bir deneyimdi, çünkü seyirci çok küçük detayları yakalayıp güldü film boyunca. Belki bu kültürel bir durum ama şimdiye kadar filmin gösterildiği tüm ülkelerde en çok gülen izleyici Türkiye’deyi. Ama genel olarak da program çok güzeldi ve pek çok iyi film görme fırsatım oldu. Daha sonra Jüri Özel Ödülü’nü aldığımı öğrendiğimde buna inanamadım, çünkü yarışmada çok iyi filmler vardı! O yüzden bu ödül için son derece minettarız.

Festival benim için çok güzel bir deneyimdi. Bu sefer Türkiye’de seyahat edemedim ama daha önce geldiğimde güneye, sahile ve Kapadokya’ya gitme fırsatım olmuştu… Türkiye farklı kültürlerin zengin bir karışımı olan muazzam bir ülke! Sinemaya yatırım yapmaya devam etmeniz de bence çok önemli, çünkü çok büyük yetenekleriniz ve anlatacak çok ilginç hikayeleriniz var.

Filmin yolculuğu nasıl devam edecek?

Festivaller ve seyahatler devam ediyor. Farklı ülkelerden insanlarla soru-cevap yapmak çok güzel bir duygu, çünkü onların filme olan bakış açılarını duyabiliyoruz. Şimdi takvimimizde bazı önemli tarihler var: Film 23 Haziran’da Türkiye’de, 30 Haziran’da İspanya’da, 19 Temmuz’da da Fransa, Belçika ve İsviçre’de gösterime giriyor. Film ABD, Arjantin, Yunanistan ve Polonya gibi pek çok ülkede daha gösterilecek. Bu kadar kişisel bir hikayenin bu kadar farklı ülkeye yayılmasından o kadar mutluyum ki…

“Nuri Bilge Ceylan’ın çok büyük bir hayranıyım

 

Türk Sineması’yla ilgili neler biliyorsunuz? Kimleri tanıyorsunuz? Nasıl buldunuz?

Nuri Bilge Ceylan’ın çok büyük bir hayranıyım. Tüm filmlerini seviyorum ama favorilerim Bir Zamanlar Anadolu’da ve Üç Maymun. Bana göre o, en iyi modern yönetmenlerden biri. Reha Erdem’in Beş Vakit adlı filmini de çok seviyorum, o kadar güzel çekilmiş ki. Semih Kaplanoğlu’nun “Bal” filmini de çok dokunaklı buldum ve oyunculuğu gerçekten nefes kesiciydi. Son zamanlarda da Deniz Gamze Ergüven’in Mustang filmini beğenerek izledim.

Yeni jenerasyon genç yönetmenlerden de beklentim büyük. Mesela yeni filmi yakında çıkacak olan Emre Yeksan, ya da Anna Maria Aslanoğlu’nun yapımcılığını üstlendiği Ziya Demirel, Nazali Elif Durlu veya Cem Öztüfekçi gibi diğer tüm yönetmenler…

Dünya Sineması’nda kimleri seversiniz?

Bu çok büyük bir soru… Sevdiğim çok fazla yönetmen var… Claire Denis, Lucrecia Martel, Alice Rohrwacher… 93 Yazı filmini çekerken ilham aldığım yönetmenler de oldu:  Maurice Piallat (“L’Enfance Nue”), Jacques Doillon (“Ponette”), Morris Engel (“Little Fugitive”), Ray Ashley, Ruth Orkin, Dorota Kędzierzawska, Carlos Saura (“Cría Cuervos”), Víctor Erice (“El espíritu de la colmena”) Miguel Gomes (“Aquele querido mes de agosto”) bunlardan sadece bazıları…

Bundan sonra çekmek istediğiniz film için hazırlıklarınız var mı? Yine kendinize ait bir hikaye mi olur?

İki fikir üzerinde çalışıyorum ama daha hangisini önce yapacağımı bilmiyorum. Biri kişisel bir hikaye, hatta 93 Yazı’nın devamı gibi. Diğeri de ailemden esinlenen ama 93 Yazı kadar kişisel olmayan bir film. Bunların ikisi de aile ilişkileri ve kırsal hayat üzerine kurulu olacak.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ali Kemal Çınar: Zayıf yönlerini görüp bunun üzerine gitmek, ancak güçlü gördüğün yönlerinin varlığından cesaret alarak yapılabilir

Ali Kemal Çınar ile son filminden Kürt sinemasında birey olma sorunsalına, Diyarbakır'dan Türkiye Sineması'nın geleceğine uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik

Ulaş Tosun: Merhaba Canım'ın yarattığı etki, belki tasarlanmış estetiğin bir kere daha çöküşü olarak yorumlanabilir

Merhaba Canım benim için sansürün ve otosansürün tüm gücünü hissettiğim bir çalışma oldu