19 Kasım 2017

Yüzleşme: Meme kanseri ve ‘kadın’ın mücadelesi

‘Yüzleşme’ belgeselinin yönetmeni Nejla Demirci: Kadınların yüzde 95’i, meme kanseri yaşadığı zaman partnerleri tarafından terk ediliyor

7. Malatya Uluslararası Film Festivali, farklı coğrafyaların buluştuğu, organizasyonu başarılı bir festival oldu. Festivalin sorumluluğunu bu yıl alan yeni ekip, zaten sinemadan anlayan, sinemayı hisseden bir ekipti. Benim açımdan jüri kararları yine tartışılır nitelikte...

Ama Ulusal Yarışma’nın gerçekleşmesi, Uluslararası seçkinin beni tatmin etmesi, kısa filmlerin olması, yarışıyor olması, dünyanın dört bir yanında kısa filmci gençlerin buluşması, dünyanın dört bir yanında bol bol sinema konuşan kafa yoran insanları Malatya’da görmek güzeldi.

Yönetmenler ve yapımcılarla sohbetlerimde, şikayetleri ilk gösterimlerinin Yeşil Sinemaları’nda ve erken saatlerde olmasıydı. Açıkçası Yeşil Sinemaları’nın, her anlamda baştan aşağı yenilenmesi şart. Bir pasajın içinde mütevazı, samimi bir sinema ama teknik kalite yakalanmıyor ve bu koşullarda iyi filmler harcanmış oluyor. Uzun siyasi konuşmalar, film forumlar ve peki filmimizi nasıl çekeceğiz konusunda fena karanlık noktada, kör kuyulardayım yine…

Belgeselin, kurmaca filmlerle yarışıyor olması da tartışmaya çok açık, bence ayrı tutulması gereken bir durum...

***

Ulusal Yarışma’da yer alan, meme kanserini özenle seçilmiş karakterleri ile sömürüye açık bir konuyu tüm saflığıyla anlatan ‘Yüzleşme’ belgeselinin yönetmeni Nejla Demirci ile bir araya geldik, Malatya’da kurmacalarla yarışıyor olmaktan başlayıp, ‘kadın’ olmanın zorluğu ile tekrar yüzleştik.

Malatya’da Yüzleşme belgeselinizle ‘Ulusal Yarışma’da olmak neler hissettiriyor?

Yüzleşme, burada kurmaca filmlerle yarışıyor. Taylan Mintaş’ın Sessizliğin Kardeşleri belgeseli de var. Kurmacalarla, Ulusal Yarışma’da olmak bir yönüyle çok güzel, bir yönüyle çok büyük haksızlık. Belgeselin varlığını izleyiciye hissettirmek çok güzel. Çok fazla ilgi var. Ama bir yandan da bütçesi olmayan bir belgeselin, kurmaca filmlerle yarışıyor olması da çok haklı bir rekabet değil. Haksız bir rekabet yani. Yüzleşme, içerisindeki karakterlerin de desteğiyle, destek aramalarıyla devam edebilen biten bir belgesel, bir dayanışma ürünü. Bir belgeselin karakteri; belgeseli için çabalıyor, ona ekonomik kaynak yatırım arıyor, sunuyor. Düşünebiliyor musunuz, müthiş bir şey.

Yüzleşme’nin başlama hikayesi nedir? Meme kanseri ile ilgili bir belgesel yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Aslında kanser benim, ekoloji mücadelesi verirken çok dikkatimi çekti. Çünkü bu ekolojik yıkımların olduğu, özellikle endüstriyel kirliliğin yoğun olduğu bölgelerde, o ekolojik çalışmayı yaparken her evden bir kanser hikayesi dinledim. Bu alanda yapılan, birçok farkındalık çalışmaları vb. var ama sinema, belgesel alanında bir destek beklediğini gördüm. Buna ilişkin bir film yok, insanlar, izlemekten de kaçınıyor bu konulardaki viral çalışmaları dahi.

“Kadınların yüzde 95’i, meme kanseri yaşadığı zaman partnerleri tarafından terk ediliyor”

Yüzleşmekten kaçıyorlar…

Yani, üzülmek istemiyorlar. Çok fazla acı imajlar görmek istemiyorlar.  Benim de bunlara dair sorunlarım var. İlla bir meseleyi anlatmak için çok acı imajları dayatmamak gerekiyor izleyiciye. Ben de izlememeye çalışıyorum. Hemen hemen birçoğumuzun meme kanserine ilişkin travmaları vardır., yakınlarımızdan, annemizden, teyzemizden… benim de var… bu süreçte bir de meme kanserinin kadınlar tarafından çok başka yaşandığını gördüm.  Bir hastalık gibi yaşanmadığını gördüm. Kadınlar, meme kanserini kadınlığına bir saldırı gibi yaşıyor. Başka psikolojik süreçler, başka acılar yaşamaya başlıyor. O beden bütünlüğünün bozulması, iş hayatının sekteye uğraması, bunlara dair yakın tanıklıklarım oldu. Birtakım araştırmalar da diyor ki bize; kadınların %95’i hatta daha fazlası, meme kanseri yaşadığı zaman partnerleri tarafından terk ediliyor. Burada birçok şeyi sorgulamaya başlıyorsunuz. İş hayatı, çocuk bakımı, yaşlı bakımı, evin bütün sorumluluğu… böyle bir zamanda  bütün bunlar sekteye uğruyor ve bütün bir aile bu kaosu yaşamaya başlıyor. Büyük bir yıkım.

Konuya karar verdikten sonra, nasıl bir yol izlediniz?

O zaman işte, o düşünme zamanı çok zordu. Çünkü birincisi, izleyicisini çok düşünmek zorundaydı bu belgesel. Bu insanlar sosyal hayatta sorun yaşıyorlar, bedendeki değişim yüzünden. İkincisi, toplum onlara ölecekmiş gibi baktıkları için izole ediyorlar kendilerini. Üçüncüsü, hangi doktora gideceğim, nasıl besleneceğim, zaten gıda endüstrisine dair çok ciddi bir güvensizlik var. Şimdi ne yiyeceğim, ne içeceğim diye düşünüyorlar. Onkoloji endüstrisinin nasıl çığ gibi büyüdüğüne hepimiz tanıklık ediyoruz. Onun masumiyetini sorgulamaya başlıyorlar. Bütün bunları düşünerek nasıl bir şey çıkartmalıyım diye bir ön çalışmaya koyuldum. Bu ön çalışmada yaklaşık 400 kişi ile görüştüm. Bu 400 kişi sadece hastalık yaşamış insanlar değil, hastalığı yaşamakta olanlar, çeşitli zamanlarda geçirmiş olanlar, yakınlarına tanıklık edenler, meme kanserli kadınların farklı yaşlardaki çocukları, eşleri, hekimler gibi çok geniş bir yelpazeyle konuştum. Bir arkeolojik çalışma gibiydi, konuştukça daha çok ‘nasıl yapmalıyım, yöntemim ne olmalı’yı düşündüm. Bu 400 kişiyle görüşmeden de filmin planını yazamadım. Daha sonra karakterlerimle doktorlar aracılığıyla tanıştım. Ve onlarla yakınlaştıkça oluşmaya başladı. Ana karakterim Ebru’yu da tanıdıktan sonra o dönem hastalara ne iyi geliri düşündüm. O dönemde egzersiz, hareket yapılması gerekiyor örneğin, ve o kasvetli zamandan uzaklaşmak, motivasyon gerekiyor…

Belgeselin zeminini de hastaların o hareketleri oluşturuyor…

Evet, dansla terapi diye bir şey buldum. Dansla terapinin yurt dışında birçok kanser hastası tarafından yapıldığını biliyorum. Yumuşak hareketler, kendi bedeniyle ruhuyla müzik eşliğinde teması, başkalarının olması, paylaşımın olması, evinden uzaklaşıp başka bir yerde bunu yapıyor olması, bir iyi hal getiriyordu. Ben de bir 10 seans dans terapi yaptım. Dans terapi yaptıran arkadaşımız Michal Bardavid çok emek harcadı. Hiçbir beklentisi olmadan yüreğini koydu, zamanını ayırdı, bize sevgisini verdi. Çok güzel bir enerjisi var. Sonra terapiyi önce amatör bir kamerayla kaydedip karakterlerime izlettim, onlar da çok sevdi. Çok istedim sevmelerini, çünkü az konuşan ama istediğini anlatan bir film yapmak istedim. Oradaki imgelerle anlatmak istedim. Önce Ebru’yla başladık.

Neden Ebru’yu ana karakteriniz olarak seçtiniz?

Çünkü her şey Ebru’nun etrafında dönüyordu. Ebru yeni öğrenmişti meme kanseri olduğunu.  Ebru ameliyata girdi ondan sonra kemoterapi süreci başladı, dolayısıyla diğer arkadaşlar geride bırakmışlardı hastalığı. Ebru için yüzleşmek çok erkendi ama Ebru için şöyle bir anlam ifade ediyordu:  Çekimlere başlayınca dans terapide hareketler yapacaktı, bir yandan ona iyi gelen insanlarla deneyimlerini paylaşacaktı, bir dayanışma olacaktı. Yeni tanıştı bütün karakterler, ben karar verdim onların karakterlerim olmasına ama birbirlerini sevecekler mi diye de düşündüm, riskliydi ancak her şey çok güzel gelişti. Dostluk, arkadaşlık, dayanışma çok güzel gelişti, çok eğlendiler. Nasıl yapmalıyım kısmında dans terapiyle karşılaşmak bana da karakterlerime de çok iyi geldi. Böyle olunca bunlar da filme yansıdı.

Sizin ailenizde meme kanserine dair tanıklığınız nasıldı?

Ben çok yakın bir arkadaşımı kaybettim. Ablam gibi birisini… Bu bütün kadınların korkulu rüyası, burada erken teşhis gerçekten çok çok önemli. Korkudan, doktora gitmeyen kadınlar var. Ya da utandığı için memesini doktora açamayan kadınlar var. Bizim gibi kapalı toplumlarda çok yaşanıyor. İleri evrede çok daha zor oluyor, koltuk altı lenfleri alınıyor, metastaz olabiliyor o yüzden erken teşhis çok önemli. Mesela Ayşen diye bir arkadaşımız var, saç kesim sahnesinde bir yerde görüyoruz Ayşen’i. O çok erken fark etti, kitle denmeyecek kadar küçükken alındı. Hem beden bütünlüğü bozulmadı, hem de kemoterapi, radyoterapi gibi o ağır süreçleri yaşamamış oldu.  Böyle olmasını çok isteriz bu sürecin.

Az önce konuştuk, kadının bir işi varsa aslında o hayatta iki defa işçi oluyor. Bir dışarıda işi vardır, bir de o kadının evde işi vardır. Çocuğu varsa üçüncü bir işi var demek. Bir de yaşlı bakımı varsa dördüncü bir işi var demek. Yani bugün kadının yaşamının ekonomi politiği yapılırsa işi olan evli bir kadının kendine ayıracak hiç zamanı olmadığını çok rahatlıkla görebiliriz. Bu da kendine yabancılaşmayı getiriyor. Kendi bedenine bakmaktan uzaklaşmayı getiriyor. Buralara dikkat çekmek istedik.

Saç kesim sahnesi nasıl ortaya çıktı? Nehir kenarında çekmeniz çok etkileyici olmuş…

Özellikle tercihimiz oldu. Bir başka karakterimiz Nurcan çok pozitif bir kadın. Nurcan ile Ebru tanıştığında, ona saçların dökülecek ama zaten yüzün çok güzel dedi. Ben de, senin saçların dökülmeye başladığında ben de kestireceğim dedim. Yok canııım dedi. Benim de saçlarım çok uzundu. Zaten ilk saçını kestiren de benim. Şaka yaptığımı sandı. Bütün arkadaşlar saçlarını kazıtmak istiyordu. Bir de artık sağlıklıyken kendimizi kel görmek istiyoruz, Ebru’yla dayanaşabiliriz dediler. Sonra tam Ebru’nun saçlarının dökülmeye başlayacağı zaman, ,Riva Deresi, endüstriyel atıklardan dolayı balık ölümleriyle gündeme geldi. Bunu konuştuk hızlıca aramızda. Orada yapalım dedik. İnsanlar söyleşilerde, siz burada biraz doğayı protesto etmişsiniz diyor. Evet doğru. Başka biri diyor ki, Siz burada bir ayinlenme yaşamışsınız.  Müthiş bir dayanışma olmuş, evet doğru. Kel kafalar çok güzel olmuş, evet doğru. Hepsi doğru. Çok eşsiz bir an yaşadık. Mesela Ebru, gerçekten kendini duygularını kapatmıştı, benim saçlarım kesilirken Ebru’nun gözlerinden yaşlar aktı. Sonra hiç inanamamıştım kestireceğine dedi. Belki işte burada bizim çok özel dostluklarımız başladı. Birbirimiz için bir şey yapmak, birbirimizin en zor zamanlarında,  elinden tutmak, bunlar çok önemli şeyler ve karakterlerim bunu yaptılar.

Bir de erkek meme kanseri hastası var filmde, onu nasıl ve neden dahil ettiniz?

İlk olarak 400 kişilik ön çalıma esnasında, çokça karşılaştım erkek meme kanseri kişilerle. Çok azı bunu ifşa ediyor. Kadına ait bir hastalık olduğunu düşünüyorlar, ki öyle… Orada erkek olma halinden ötürü tuhaf bir ruh haline girip bunu sakladıklarını gördüm.  Kadınların terk ediliyor olmaları, o süreçte yalnız kalıyor olmaları, erkek dünyasının bu kadar zayıf olması, bencilliği gibi şeyler sadece beni değil hekimleri de çok sinirlendiriyordu. Ben de duygusal bir birikme olmuştu. Yani hemen terk etmese bile 1 yıl sonra mutlaka terk ediyor. Ben de bir erkek karakter aramaya başladım. Sergun’un bu meseleyi anlatmak için nasıl yanıp tutuştuğunu gördüm. Hem bakın siz terk ediyorsunuz kadınları ama erkekler de yaşıyor bu hastalığı demek, hem de erkekler için çok daha riskli sonuçlar yarattığını anlatmak için. Sonra Sergun da bizim yakın arkadaşımız, kadın arkadaşımız, babamız, abimiz gibi oldu. Çok güzel yemekler yapar, hatta dans terapide yoktu ama hep kamera arkasındaydı bize özel meyve sularını getirdi.

“Kadınların birer yaşam savunucusu olmalarını isterim”

Yüzleşme’nin insanlarda nasıl bir değişim yaratmasını istersiniz?

Başımıza gelebilecek her türlü olumsuzluktan korkmamalarını isterim. Her şey hayata dair, bu da hayata dair. Bir engel ve o engeli aşmak için çabalamak gerekiyor. Böyle bir değişim yaratmasını isterim. Aynı zamanda şunu da yapmasını isterim.  Endüstriyel kirliliğin, gıda zinciri içerisindeki hayatımız üzerindeki  etkilerini görmek… İlla bilimsel bir araştırmaya bakmamız gerekmiyor. Bizim soframıza gelen meyvemizin, sebzemizin, neyle sulandığını hangi toprakta yetiştiğini bilmemiz yeterli.  Ekolojik mücadele değişimini yaratmak isterim. İnsanların yaşamlarını savunmalarını, onları birer yaşam savunucusuna dönüştürmek isterim. Bir araştırmada diyor ki: meme kanseri yaşamış kadınlar, 5 yıl içinde ciddi bir duygusal travma yaşamış oluyorlar. Hangi kadınla konuştuysam bir örnek dışında, bir travmasından bahsetmeyen kadınla karşılaşmadım.  Bu da bizi kadın sorunlarına getiriyor. Kadınların kendi yaşamlarına sahip çıkmasını, bedenini, kendini politikleştirmesini, hayata sıkı sıkıya bağlı olması değişimini yaratmasını isterim.

Meme kanseri olunca kadınlar terk ediliyor, bu çok acı. Bu meme başımıza çok iş açtı. Bin yıldır mememiz üzerinden araba dahi sattılar şimdi de onkolojiyi satıyorlar. Kadınların, kendisi, kadın hakları için mücadele etmesini isterim. Her gün üç kadın, sevdiği adam tarafından öldürülüyor. Meme kanseri olduğumda sevgilimin beni terk etmesi aynı şey. Bu nedenden ötürü terk edilmek kadında neleri neleri öldürüyor…

Bu filmin yaygınlaştırılmasını, meme kanseri teşhisi konan bir kadınının bu belgeseli hemen izleyip onu güçlendirmesini, yeniden kendini var etmesinin ipuçlarını vermesini isterim. Evet festivaller şahane, çok da izleyicisi var. Malatya 4. festivalimiz ve gerçekten salonlar tıklım tıklım. Ama en çok istediğim memesinde kitle olduğunu öğrendiği an, doktorun ona bu belgeseli vermesi. O başlangıçta izlemesini çok isterim.

Kadına şiddet için neler yapmalıyız?

Bunun değişmesi için, gerçekten biz kadınların köylüsüyle, kentlisiyle, eğitimlisi, akademisyeni, sanatçısıyla bir araya gelip, el ele tutuşup çok ciddi karşı duruşlar oluşturmasını isterim. Az değiliz toplumun yarısını oluşturuyoruz. İşte o zaman bu günde 3 tane cinayet işlenmez. Bunu başardığımızda, o meme kanseri olup evinde yemek yapmak zorunda olan kadına devlet destek göndermek zorunda kalır.

Türkiye’de belgesel yapan bir kadın olmak nasıl?

Türkiye’de kadın olmak her anlamda zor. Mesela çekimlerde saçlarımı kazıttığımda metrobüse bindim, kafama bir şey takmamıştım. Metrobüsten inerken bir grup erkek bana: “Hele tipe bak tipe, lezbiyen bu” diye bağırdı. Arkamdan laf atanları gördüm, kaç kadın sevgilin var diyenleri… ben bu belgesel için, Ebru için saçlarımız kazıttım ve böyle şeyler yaşadım. Ya da çekimlerde, mekanlarda kadın olmak zor. Sadece belgesel değil bu ülkede her yerde her şehirde kadın olmak zor. Belgesel yapmak başlı başına zor ve trajik bir şey. İstenmiyor çünkü belgesel yapılması. Belgesel dünyanın acısını, derdini anlatmak istiyor. Gerçekliğin sunulması istenmiyor.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ali Kemal Çınar: Zayıf yönlerini görüp bunun üzerine gitmek, ancak güçlü gördüğün yönlerinin varlığından cesaret alarak yapılabilir

Ali Kemal Çınar ile son filminden Kürt sinemasında birey olma sorunsalına, Diyarbakır'dan Türkiye Sineması'nın geleceğine uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik

Ulaş Tosun: Merhaba Canım'ın yarattığı etki, belki tasarlanmış estetiğin bir kere daha çöküşü olarak yorumlanabilir

Merhaba Canım benim için sansürün ve otosansürün tüm gücünü hissettiğim bir çalışma oldu