27 Kasım 2013

Medine Vesikası, Magna Carta ve Sivil Toplum

Bu gün Ortadoğu’da farklı ulus devletleri temsil eden ülkeler uzun bir süre Pax-Ottomana altında millet sistemi ile yönetildi. Vakıf geleneğinin yanı sıra canlı bir cemaat yaşantısının merkezi hükümetin gücü ya da güçsüzlüğü çerçevesinde var olduğu dönem ulus devletlerin kuruluşu ile sona erdi.

Geçtiğimiz hafta TÜSEV’in düzenlediği “Sivil Toplumda Yeni Yaklaşımlar Konferansı” küçük bir bölgesel sivil toplum zirvesi özelliğindeydi. Talimhane Eğitim Danışmanlık tarafından gerçekleştirilen “Sivil Toplumun Gelecek 10 Yılı” araştırmasının bulgularının paylaşıldığı toplantıya farklı ülkelerde uluslararası sivil toplum aktörlerinin katılımı ile sivil toplumun geleceğinin uluslararası bir boyutta ele alındı. Konferans katılımcılarının ortak bir temenni olarak öne çıkarttıkları “örgütlü sivil toplumun gelişmesi” önümüzdeki on yılın temel talebi olarak öne çıkıyor.

Konferansın açılış konuşmasını yapan Arap Düşünce Forumu üyesi ve Kahire Amerikan Üniversitesi siyasal sosyoloji Profesörü Dr. Saad Eddin İbrahim Mısır’ın Türkiye’yi demokratikleşme modeli olarak gördüklerini dile getirirken Müslüman ülkelerin demokratikleşeme süreçleri ile ilgili doğu batı karşılaştırması yaparak Magna Carta’ya karşın Medine Vesikası örneği ile son yirmi yıldır Türkiye’de de güncel olan tartışmaya farklı bir boyut kattı.  Müslüman ülkelerin değişen dünyanın dışında kalması ile ilgili sivil toplumun hayal kırıklıklarına değinen İbrahim Arap Baharı ile Müslüman toplumların demokratikleşme taleplerinin gündeme geldiğini belirtti. Medine Vesikası ile tarihi kökenleri olan İslami sivil toplum Magna Carta ile kökenlerini bulan batılı sivil toplumun gerisinde kalmamış oldu.

 

Hangi Sivil Toplum? 

Günümüzde Avrupa’da hakim sivil toplum yaklaşımı Alexis de Tocqueville’in bireylerin özel ve kamusal alanda örgütlenerek devlet erkinin sınırlanması, kontrol edilmesi ya da etki edilerek dengelenmesi ilkesine dayanır. Sosyal hareketlerden beslenerek Kant’çı “evrensel haklar”  sistemini geliştirerek işler. Toplumsal hareketlerin çabaları ve talepleri sonucunda her vatandaş için söz konusu olan haklar genişleyerek insan dışında diğer canlılar ve doğal denge için de uygulanmaya başlamıştır. Gücün sınırlanması ya da yönetime katılım açısından sivil topum batı demokrasisinin vazgeçilmez bir unsuru olarak görülür. 

Filantropist, sosyal ve siyasal hareketler, üçüncü sektör, dinsel kaynaklı örgütlenmeler gibi farklı sivil toplumların var olabilmesi için temel olan kapsayıcı bir kamusal alan ön şart olarak ortaya çıkıyor. Avrupa’da sivil toplumun dinsel içerikten kurtulup çeşitlenmesinde burjuva kamusal alanın hem toplumsal talepler nedeni ile güçlü olması hem ulus devlet çatısı altındaki yönetim kültürünün elverişli olması etkili oldu. Bu anlamı ile Magna Carta yönetim erkinin sınırlanması açısından bir milat olarak kabul edilir.

Müslüman ülkelerde sivil toplumun kökenlerini Medine Vesikası’na dayandırmak farklı soruları da gündeme getiriyor. Sivil toplum hangi kamusallıkta var oluyor?  Medine Vesikası yönetim erkine itaat ile ilgili sınırlamaların getirildiği bölümler içermekle birlikte “toplumlar” için geliştirilen ilkeler çerçevesinde bir kurallar bütününü getiriyor. Osmanlı millet sisteminde gündeme getirilen de benzer bir uygulamadır. Peki, ama farklı dini toplulukların kuralları dışında var olma hakkı söz konusu olduğunda hangi kurallar söz konusu olacak? Bu anlamı ile formel örgütlü sivil toplum gelişmesi için gerekli olan yasal sınırlar ve özgür bir kamusal alan eksikliği, farklılığın gelişmesinin önündeki engel olarak duruyor. Bu durum formel örgütlenmeler yerine enformel örgütlenmelerin gelişmesine kurumsallaşma yerine dini-sosyal cemaatlerin gelişmesi ile sonuçlandı. İktidar ile mesafeli ama sorunlu ilişkilerin gelişmesi; özel alana yapılan vurgunun artmasının nedenini de burada aramak gerek.

 

Hangi Haklar ve Kurallar?

Bu gün Ortadoğu’da farklı ulus devletleri temsil eden ülkeler uzun bir süre Pax-Ottomana altında millet sistemi ile yönetildi. Vakıf geleneğinin yanı sıra canlı bir cemaat yaşantısının merkezi hükümetin gücü ya da güçsüzlüğü çerçevesinde var olduğu dönem ulus devletlerin kuruluşu ile sona erdi. Gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri gerekse de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemlerinde sivil toplum örgütleri devlet tarafından ya da devletin güdümü ile kuruldular. Buna rağmen Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin var oldukları kamusal alan gelişerek günümüzde sivil toplumun gelişmesine katkı verdi. Devlet erkinin etkisine rağmen uluslararası insan hakları ilkeleri çerçevesinde çalışan bir sivil toplumdan söz etmek mümkün. Ortadoğu ülkelerinde sivil toplumun formel ve çoğulcu örgütlenmesinin Türkiye kadar gelişkin olmamasının temel nedenlerinden biri ortak ve dinamik bir kamusal alanın eksikliğidir.

Günümüz Türkiye’sinde gittikçe gelişen ve formel örgütlenmeler alanında sayısal bir varlık gösteren İslami sivil toplum kendi insan hakları alanını yaratma amacını farklı mecralarda dile getiriyor. Bu durum hangi insan haklarının uygulanacağı konusunda toplumun farklı kesimlerinde farklı tepkiler oluşturuyor. Dini referanslar ile oluşacak sınırlı bir kamusal alan ötekileştirmeyi ve dışlamayı beraberinde getiriyor. Örneğin kız çocuklarının evlenmesi, kadına yönelik şiddet ve LGBT hakları alanında birçok İslami sivil toplum örgütü temel haklar alanında çalışan diğer örgütlerle işbirliği yapmaktan kaçınıyor. Sorun görmezden gelinirken toplumsal tartışmaların siyasal zemine kaydığı durumlarda farklı varoluşlara karşın şiddetli bir itiraz gündeme geliyor. Türkiye’de insan hakları alanında devlet erkine rağmen oluşturulan kamusal alan ve dil bu anlamı ile yeni tartışmaları gündeme getirecektir. Çünkü beklenen, kamusal alanda farklılıklara ve ifade özgürlüğüne evrensel haklar perspektifinden bakılabilmesidir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sivil toplumun gözünden Pazarcık ve Elbistan depremleri

Depremin etkilediği illerde yerel, ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütleri koordinasyon toplantılarına davet edilmeli, tematik alanlarda deneyimlerinden faydalanılmalı ve güvenli çalışma yerleri sağlanmalıdır. Sivil toplumun denge ve denetleme rolü, farklı kesimlerin sosyal içerme süreçlerine katılmasına katkı vermesi, uzun dönemli normalleşme sürecinde kamu ile çalışması hayati olacaktır

Roman çocuklar, ruhsal engelli raporuyla okullarından uzaklaştırılıyor

Roman çocukları ailelerinin rızası alınarak, heyet raporları ile zekâ geriliği teşhisi ile engelli okullarına yönlendiriliyor

Çocuğun yüksek yararı yaklaşımı...

Çocuğun yüksek yararı yaklaşımı 2011 yılında düzenlenen Türkiye Çocuk Hakları Konferansında kamu ve diğer paydaşlar tarafından ilk defa kabul görürken uygulama aşamasında genel bir politika oluşturulamadı.