03 Nisan 2018

Ağacın yasını tutsan ne çare!

Sevdiğim, anlam verdiğim, özel bulduğum şey için hangi sorumluluğumu almadım?

“Şöminedeki odunlar keyif verici biçimde çıtırdadığında, bir kayın ya da meşenin cesedi alev alev yanmaktadır."

Peter Wohlleben

Bu alıntı, 2015 yılında Peter Wohlleben’ın kitabına ait. Wohlleben ormancılık eğitimi almış ve orman bakanlığında yirmi yıl çalıştığı sırada edindiği fikirleri uygulamak için tahsis edilen Hümmel köyünde yürütmeye başlıyor. Gözlem ve araştırmalarını da “Ağaçların Gizli Yaşamı” isimli kitabında yayınlıyor. 

Wohlleben, kitabında ağaçların kökleriyle birbirlerine destek olduğunu, yavru ağacın anne ağaç tarafından sevgi ve şefkatle büyümesi için desteklendiğini anlatıyor. Aynı zamanda ağaçlar bir tehlikenin geldiğini birbirlerine haber veriyorlar, zamanı hesaplıyorlar, belli sinyalleri algılayarak köklerine zarar verecek alanlara girmiyor, etrafında dolanıyorlar. 

Tüm bu bilgiler sadece Wohlleben’e ait değil. Bonn Üniversitesi Botanik uzmanları, Batı Avustrulya Üniversitesi bu konuda araştırmalar yapıyor. Hepsinin uzandığı yer aynı, ağaçların sosyal ve gelişmiş canlılar olduğu. 

Bizler, her zaman yaptığımız gibi, kendimizi daha üstün, daha gelişmiş, daha güçlü ve analitik sanıyoruz. Sanırım buna en çok neden olan şey, sesimizin olması ve anlamlı sandığımız sesler çıkarabilmemiz. Bunlara kelimeler ve konuşma diyoruz. 

Osho der ki: 

“Ancak zararlı bir şey yapmak için güce ihtiyacın olur, aksi takdirde sevgi yeterlidir, merhamet yeterlidir.” 

Doğaya zarar veriyoruz, anlamıyoruz filan diyerek beylik ve üstünlük cümleleri kurmak istemiyorum. En derinde doğaya zarar veremediğimizi, sadece verdiğimizi sandığımızı biliyorum. 

Kendinizi gerçekten hissetmeye, anlamaya açarsanız, bir ağacının bilgeliğini, acısını ve yasını hissedebilirsiniz. Aynı zamanda onun sabrını ve şefkatini de bilirsiniz. Kendinizi bu alanda eğitebilirsiniz, tabii yüreğiniz insanlığın zalimliğini, cehaletinin sınırsızlığını kaldırmaya yeter mi, orası muamma. Çünkü bilmek ile hissetmek arasında ciddi bir fark var. 

Özellikle barışı, iyiliği savunanların üzerinde düşünmesi gereken bir kavram: Güç 

Gücün enerjisini düşündünüz mü hiç? Ne için güçlü olmaya çalışırız? Hangi durumlar ve koşullar için güçlü olmamız gerekir? 

Güç ancak çatışma için gerekir. Barışı savunurken güçlü olmak gerektiğine inanıyorsanız, çatışma enerjisini besliyorsunuz. 

Bunu da bir kenara koyalım: bir şeyi savunmakla, o şey olmak arasında da ciddi fark var. 

Savunmakta sorunlu bir kavram değil mi? Savunduğumuz zaman da çatışıyoruz, savaşa giriyoruz. 

Nasıl olacak bu iş, savunmayacağız, güçsüz olacağız da nasıl barış ve sevgi rüzgarları estireceğiz? 

En zoru başaracağız: ilk önce kendimiz sevgi ve barış olacağız. Devrim kendimizde başlayacak. Kitleleri değiştirmek yerine, kendimizi değiştireceğiz. 

Herkes hep bir ağızdan aynı şarkıyı söylüyor: “Sevgiye ihtiyacım var.”

Bence çoğu insanın sevgiye değil, sevmeye ihtiyacı var. Gerçekten sevmeyi denedik mi hiç? Sevilmek istediğimiz gibi sevmeyi, almak istediğimiz gibi vermeyi denedik mi hiç? 

Bir iki denemeden bahsetmiyorum, sevgi yolunda karamsarlığa kapılmadan sevmeyi denedik mi? Kendi adıma emin değilim. Gerçekten tüm istediğim durumlar, inandığım değerler, sevdiğim kişiler için sonsuz ve sınırsız sevgiye güvendim mi, emin değilim. 

Bir haftadır düşünüyorum. Gökova’nın imara açılma haberini okuduğumdan beri kuduruyorum. Öfke, kızgınlık, acı ve pişmanlık, her şey iç içe geçti. Çok üzgünüm. 

Neden böyle hissediyorum? 

Durum böylesine netleşmeden önce taşlar üst üste oturuyor, ben o bölgede yaşıyordum. 

O taşlar şöyleydi: 

İlk önce tarım vergi uygulamaları ile tütün ekmek yerli halk için anlamsız oldu. 

2006 yılına girerken dediler ki: “Orman alanında otel yapmak için arazi bakıyorlarmış.” 

2007 yılında orman yolu yeni bir güzergah ile yeniden oluşturuldu ve yasal düzenlemenin dışında genişletildi. 

2008 yılında topraklar satın alınmaya başladı. 

Şimdi ise imara açılıyor. 

Çok üzgünüm.

Kendimden fazla kimseye kızmıyorum. 

Kendime soruyorum: Sevdiğim, anlam verdiğim, özel bulduğum şey için hangi sorumluluğumu almadım? Yapabileceğim neydi de yapmadım? 

Daha da acısı, o yıllarda orada yürütülen, bölgeyi araştıran ve korumaya yönelik plan oluşturan projenin çalışanıydım. Ne acı, ne dram ama! 

Bunu düşünürken fark ettim ki, aslında sorumsuz insan yoktur. Sadece bir işin, bir durumun önceliğini, önemini ve gerekliliğini kavrayamamış, anlamını çözememiş insan vardır. 

İşte bu yüzden, bilincin kendi içinde dönüşümü ve yükselmesi önemli. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yetişkinlikte mutlu ve özgür olmanın yolu nedir?

Yolunda gitmeyen durumlara neden olan yaklaşımları bulup onları daha anlamlı, daha yaşanabilir biçimde yaşamımıza yerleştirdiğimizde var olana katkı sunmuş, üretken bir kimliğin içine girmiş oluyoruz. Buna ise yetişkinlik deniyor

En az üç çocuk ve ekonomik kriz

İktidara duyulan güven ve onun teşvikleri ile üç ve daha fazla çocuk doğurmuş aileler için krizin boyutları çok daha ağır hissediliyor

Düş görenleri uyandırma zamanı geldiyse açılsın perde

Belki de olması gereken bir hikâyenin parçalarını tamamlıyoruz hep beraber, bir şey ya da biri eksik kalsa bozulacak hikâye