04 Ağustos 2017

Hep en üst kattan düştü Cumhuriyet...

"Sonunda her şey iyi olacak. Olmamışsa, sonuna gelmemişiz demektir..."

Hep en üst kattan düşmek... 
Didem Madak, "Pollyanna'ya Son Mektup" şiirinde söyler bunu.
Hayatım bir mutsuzluk inşaatıydı Pollyanna
Çimento, demir, çamur...
Duvarlarımı şiir ve türkü söyleyerek sıvardım.
En üst kattan düşerdim her gün
Esmer bir işçi gibi dilini bilmediğim bir dünyaya

Geçen hafta beş gün boyunca Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde sanık sandalyesine oturtulan Cumhuriyet'in davası 24 Temmuz Pazartesi günü başladı. 
Bir başka 24 Temmuz'da, 24 Temmuz 2011'de, Türkiye şiirinin son dönemdeki en gür seslerinden Didem Madak, henüz 41 yaşındayken hayata gözlerini yummuştu.

Madak'ın, kendi serüveninin kuytularında demlenen dizeleri, sizce de hem Cumhuriyet'in, hem cumhuriyetimizin hikâyesine değmiyor mu?

Gözaltılardan 9 ay, iddianamenin hazırlanmasından 3 ay sonra, İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayabilen Cumhuriyet davasının beş gün süren ilk duruşmasında İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, Yayın Danışmanı ve yazar Kadri Gürsel ile muhabir Ahmet Şık'ın tutukluluğunun devamına karar verildi. Mahkeme, ikinci duruşmanın 11 Eylül'de Silivri'de yapılmasına karar verdi. 

Fotoğraf: Doğan Akın / T24

Âdet olduğu üzere, Cumhuriyet dosyası da, yeni duruşmaya kadar kapanmış mı oldu? 
Cumhuriyet davasını, o dava üzerinden cumhuriyetimizin, adalet sistemimizin durumunu tekrar düşünmek için yaklaşık beş hafta sonra yapılacak ikinci duruşmayı mı bekleyeceğiz?

Cumhuriyet davasında ateş, düştüğü yeri bile yakmıyor! Davanın takibini, her gün Cumhuriyet gazetesinin logosunun yanında gün sayan başlıklara bırakırsak en üst kattan atılan sadece Cumhuriyet mi olacak sizce? 
Kimin eline geçerse "öteki"ne acımayan bir devletin, cumhuriyet tarihi boyunca ateş düşürmediği ev, pranga vurmadığı mahalle kaldı mı?

İddianameden söz etmeyeceğim; çok söz, azaltıyor görmeyi. Nihayet, Ergenekon davaları sırasında başyazarı ve Yayın Kurulu Başkanı 83 yaşındaki İlhan Selçuk sabahın kör karanlığında evi basılarak gözaltına alınan Cumhuriyet, bu kez o davalarda kumpas kurmakla suçlanan "FETÖ"ye yardımcı olmakla suçlanıyor! 

"Devlet", hukukun yanılsaması olageldi bu ülkede. Ve Cumhuriyet yazarlarıyla yöneticileri, nereye kadar gideceği bilinmeyen bir hoyratlığın gününü sayıyorlar. Ancak bu mahkûmiyeti yaratanlar da; dinci bir örgütlenme içinde, bir asırlık varlığını "laik cumhuriyeti korumak"la gerekçelendiren Cumhuriyet'i aramak gibi çılgınca imkânsız bir arzunun mahkûmu olduklarını unutmasınlar.
 

Yüzlercesi içinde bir Cumhuriyet hikâyesi

Yaşar Kemal'in, Cumhuriyet'te 3 Temmuz 1951'de yayımlanan ilk röportajı

İstanbul'da "Yenigün" adıyla yayımlanırken Milli Mücadele'ye katılmak üzere Ankara'ya geçerek "Anadolu'da Yenigün" adıyla yayınını sürdüren bir gazeteden söz ediyoruz. 7 Mayıs 1924'ten itibaren, bu cumhuriyetin kurucusunun, Atatürk'ün arzusuyla "Cumhuriyet" adını alarak İstanbul'a dönen bir gazeteden. Binlerce gazetecinin yanı sıra bu ülkenin yüzlerce yazarının çatısı altında yazdığı bir gazeteden.

Misal, Yaşar Kemal'in, Cumhuriyet gazetesinde nasıl yazmaya başladığını bilir misiniz?

1984'te yayımlanan "Babıali'nin Şu Son Kırk Yılı" kitabı için Demirtaş Ceyhun'a konuşan Yaşar Kemal'in kendisinden dinleyelim:

"... Bak olay nasıl oldu? 1951'in Nisan ayıydı. Ben Adana'dan geldim. Orhan Kemal'i bekliyorum. Öyle anlaşmışız, o da gelecek, birlikte bir araba satın alıp, İstanbul'un sokaklarında sebze satacağız. İşte, onu bekliyorum. Ama param da yok, sürünüyorum İstanbul'da. Gülhane Parkı'nda yatıp kalkıyorum.

Bir ay kadar sonra Orhan Kemal de geldi çoluğu çocuğuyla. Hapishane arkadaşı Teğmen İzzet'in Kasımpaşa'da bir göz evi vardı, oraya sığındılar.

Orhan Kemal'e babası Abdülkadir Kemali beyin mirasından 600 lira kalmıştı. İşte o parayla sebzecilik yapmaya karar vermiştik. Fakat, yol parası filan derken, bir iki ayın içinde para suyunu çekti gitti, sermayemiz filan kalmadı.

Artık birlikte iş arıyoruz. Kahvelerde garsonluk, ocakçılık filan yapmaya da razıyız. Ama düşün, o sıralar Orhan'ın Varlık dergisinde hikâyeleri çıkıyor. Hatta, birlikte gitmiş, Varlık'tan birikmiş birkaç kuruş telif ücretini de almış yemiştik.

Lakin iş bulmak ne mümkün. O günlerde bana Hıfzı Topuz yardım etmişti. Bir köfteci bulmuştu, arada bir gider, öğlenleri karnımı doyururdum.

Artık iyice umudumuzu kesmiştik sebzecilikten. Tek umudum Arif Dino'nun İstanbul'a gelmesindeydi, gayri onu bekliyordum. Arif Dino, hem Nadir Bey'in (Nadi), hem de Berin Hanım'ın çok yakın dostuydu, biliyorum. Ayrıca Adana'da da bana, sen beni İstanbul'da bekle, ben seni Cumhuriyet'e aldırırım demişti. İşte, Cumhuriyet'le ilişki kurmam böyle oldu.

Arif Dino geldi. Birlikte Nadir Bey'e gittik. Benim 'Bebek' hikâyesini verdik ona. Vallahi, sanırım birkaç gün sonraydı. Nadir Bey'den bana bir mektup geldi. Hemen Cumhuriyet'e gittim. Hikâyeyi çok sevmiş Nadir Bey. Cevat Bey'e (Cevat Fehmi Başkut) vermiş. Hikâyeyi gazetede yayınlayacağız, ama aslı sen bize röportajlar yaz dediler. Doğu Anadolu'ya git, Diyarbakır'a git, oradan röportajlar yaz, dediler. İşte, benim röportaj yazarlığım böyle başladı..."

Yaşar Kemal soluğu Doğu Anadolu'da alır, birkaç ay sonra Cumhuriyet'e dönüp daktilosunun başına oturur. Röportajlarını yazarken, herkes kendisini şaşkınlıkla izler. "Üstüm başım dökülüyordu" diyen Yaşar Kemal, Cumhuriyet'çilerin kılığına kıyafetine baktığını zanneder. Yıllar sonra öğrenir ki, röportajlarını yazarken kendisini şaşkınlıkla izleyenler, üstüne başına değil, daktilosuna bakmaktadırlar. Zira o güne kadar Cumhuriyet'te kimsenin daktilosu olmamıştır. Oysa Adana'da yıllarca "arzuhalcilik" yapan Yaşar Kemal, daktilosuyla gelmiştir Cumhuriyet'e.

Atatürk'ün Cumhuriyet'e tahsis ettiği İttihat ve Terakki Cemiyet'nin merkezi Kırmızı Konak'ın bugünkü hâli (Fotoğraf: T24)

Gazeteciliğe düşman bir gazetecilik

 

Neredeyse 100 yıllık bir gazetenin bütün tarihinden sadece yıldız tozları serpilmiyor elbette. Cumhuriyet'in ilanından itibaren inşa edilen basın, hep devletin dilini kullandı bu ülkede, kullanmaya zorlandı. Koca bir yüzyılın sonunda aynı lisana bugün, görüşleri nedeniyle Cumhuriyet'i hedef alan yayınlarda tanık oluyoruz. 
"Gazetecilik", bu topraklarda sadece "yayın politikası" nedeniyle en üst kattan atılmak istenen asırlık bir gazeteye karşı düşmanlık olarak da icra edilen bir mesleğin adı olabiliyor.

Judi Dench, "The Best Exotic Marigold Hotel"de, zamanın dört mevsimiyle kumlanmış sesiyle der ki; sonunda her şey iyi olacak. Olmamışsa, sonuna gelmemişiz demektir.

Gün, ne yapar eder alır kendini geceden, evet sonunda her şey iyi olacak.

Bugün 90 yaşına basan Turgut Uyar'dan eylül yolundaki Cumhuriyet davasına gelsin...
Yan yana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum...


VİDEO - "Çağlayan'a savunma yapmaya gelmedik, Cumhuriyet çalışanları savcıları yargılıyor"

Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?