17 Şubat 2016

Hem dersini şaşırmış, hem herkesten iddialı

Savaş politikalarına sunduğu bu destekle uluslararası hukuk kavrayışını kaybetmiş bir siyasetçi profili çiziyor Baykal

Deniz Baykal'ın, CNN Türk “Tarafsız Bölge”deki röportajı, CHP’nin sorun alanlarına kendi yumuşak karnından bakmak açısından çarpıcıydı.

Bence röportajın en çarpıcı yanlarından biri, bizi çok ciddi bir savaşın eşiğinde dolaştıran iktidarın Suriye politikasına sunduğu paha biçilmez destekti.

"Azez-Halep hattını açık tutmak için Türkiye’nin bombalama hakkı vardır. Bombalamaların etkili olduğu anlaşılıyor şu anda. Tarihi kimliği değiştirecek süreç yaşanırken ‘karışmayın, seyredin’ yaklaşımı çok anlamlı gelmiyor bana” sözleri Baykal’a ait.

Bu militarist ve açık ki yayılmacılığa destek veren söylemin kendisini, “Halep Sünni kentidir”, “Olay Şii kuşatmasıdır”  şeklindeki gerekçelendirmesi de, mezhepçi hegemonyaya teslim olmak anlamında, yapılanın üzerine tüy dikmek anlamı taşıyor.

Salt sükûnet anlamında bile “yurtta sulh cihanda sulh” söylemini gözden çıkarmış olan bu yaklaşımın, kendini savunma biçimi de, bir diğer sorunlu alana batıyordu:

“Mezhep söylemi benim çok rahatsız olduğum bir söylem. Ortadoğu’da ortaya çıkan tablo beni en çok rahatsız eden konudur. Gönül ister ki IŞİD değil orada bizim alıştığımız türde bir Sünni İslam ortaya çıksa."

Görüldüğü gibi siyasallaşmış Sünniliğin Ortadoğu’da sergilediği vahşet örneklerinden kendini ayırırken, Alevi’nin, Hristiyan’ın eşit yurttaşlık talebini imkânsızlaştıran ve asimile eden Diyanet Sünniliği savunuluyor; dahası dış politikada da istenir bir şey olarak sunuluyor.

Oysa sosyal demokrat bir vizyon, başka ülkelerde “bizim alıştığımız türde bir Sünni İslam” arayışına girmez; Halep'in çok kimlikli, inanç özgürlükçü bir kent olarak kurulabilmesini savunur; böylesi laik ve demokratik Halep için de öncelikle dış müdahaleden arındırılmış bir barışın peşinde koşar. Ne ki Baykal, Sünni Halep için dış bombalamayı savunarak yeni Osmanlıcılığın "sosyal demokrat" yüzü oluyor.

Azez-Halep hattını açık tutmanın mültecilerle gerekçelendirilmesi de bir diğer zorlama örneği. Aksine savaşı derinleştirip müzakere çıtasını yükselttikçe mülteci akınının daha da büyümesi kaçınılmaz. Üstelik halen bölgede, neredeyse Suudiler dışında herkese silah çeken AKP politikasının mültecilerle ilgili olmadığı, aksine yarattığı acılar bir yana, Suriye’ye egemenlik hayaliyle belirlendiği de açık.

Dolayısıyla dışarda yeni Osmanlıcı tahakküm, içeride tek adam ve tek kimlik rejimi dayatan bir iktidar politikasına, üstelik artık bütün dünyanın karşı çıktığı bir zamanda "sosyal demokrat” destek çıkmak, eğer başkanlık karşıtı güçleri dağıtmak planının organik bir parçası değilse, siyaseten yapılabilecek en büyük amatörlük örneğidir.

                                                      * * *

Savaş politikalarına sunduğu bu destekle uluslararası hukuk kavrayışını kaybetmiş bir siyasetçi profili çiziyor Baykal.

Esasen eskiden böyle bir kavrayışı var mıydı diye de sorulabilir ve bu da çok haklı bir soru olur. Çünkü Türkiye'nin bir kontrgerilla cenneti olduğu dönemde parti Başkan'ı olarak hiçbir demokratik sorumluluğunu yerine getirmemiş, tersine varlığını egemenlik rejimini korumaya adamış bir eski CHP liderinden söz ediyoruz.

Onun genel başkanlığı dönemi, ta ki istifa etmek mecburiyetinde kaldığı döneme kadar sürmek üzere, sosyal demokrat bir Türkiye mücadelesi vermeye sırtını dönüp, derin devletin Kürt hak taleplerine ve İslamcı harekete karşı olan hassasiyetlerine payandalık etmiş bu çizgiyi temsil etmiştir.

Tabii sosyal demokrat sorumluluklarına bu sırt dönmenin bedeli de, CHP’nin Türkiye siyasetinde gereksizleşmesi, saygınlığını kaybetmesi ve 18 Nisan 1999 seçimlerinde 12 Eylül barajının altında kalmasıyla ödenecekti.

1995’te SHP ile birleşen CHP'yi, sosyal demokratlaşmaya çalışan bir çizgiden devletçi bir çizgiye dönüştüren Baykal’ın hukuk kavrayışının en son örneği, 12 Eylül rejiminin dayattığı deli gömleklerinden biri olan milletvekili yeminini yineletmek ısrarıyla Leyla Zana'nın milletvekilliğini kadük bıraktırması olacaktı.

İşte bu misyonun şimdi de komşu topraklarının bombalanmasına destek vermesi örneğiyle karşılaşıyoruz.

                                                   * * *

Son röportajındaki yaklaşımıyla, kendi partisi karşısında da sorumlu bir yerde durmayan, partili ahlâkı açısından uygunsuz davranan bir kişilik örneği sergileyecekti Baykal.

“CHP’yi daha iyi görmek istediği" belirlemesiyle, suret-i haktan görünürken gerçekte nasıl tekrar başkan olurum veya parti üzerinde nasıl vesayet kurarım arayışı sergilediği görülüyor.

Daha yeni kongreden çıkmış parti yönetimine ilişkin olarak, “bu yapıyla bu sürecin götürülemeyeceği”, Kılıçdaroğlu için de, “artık geride kalması gerektiği kanısındayım” yargısında bulunuyor. Bu doğrultuda “en büyük görevin Kılıçdaroğlu’na düştüğü kanısındayım” diyerek de rakibini istifa etme baskısı altına almaya çalışıyordu.

Kim olarak? Kâdir-i mutlak yetkilerle yönettiği dönemde CHP’yi baraj altına düşürme başarısı sergilemiş bir eski genel başkan olarak!

İşin bu gözü kara hırsla ilgili kısmı CHP’lileri ilgilendirir ama “Sünni Halep” gerekçelendirmesiyle komşu toprakların bombalanmasına hak üretmeye çalışan bir yaklaşım, savaşın eşiğindeki bir ülkenin tüm yurttaşları için ciddi bir sorun örneği oluşturmaktadır.

Üstelik her gün artan çatışma ve hukuksuzlukları ve bunlar üzerinden oldubittiye getirilmeye çalışılan tek adam iktidarını engelleme yönelimiyle gerçekleşebilecek olan sosyal demokrat büyümeye yoğunlaşması gereken bir CHP’yi içeriden kilitleme çabası ayrıca düşündürücü.

Öyle ki bu durum, HDP’yi devlete dövdürerek, MHP’yi kayyumluk hâle getirerek başkanlık yolunu düzleme çabasının CHP özgülündeki yansıması izlenimi vermektedir. İktidarın Baykal’ı, “milli muhalefet” örneği olarak alkışlatması da bu gerçekliğe oturmaktadır.

                                                   * * *

CHP’nin mevcut durumuyla işlevsel bir parti olamayacağı elbette ki teslim edilmeli; ancak olması gereken değişimin, Baykal’ın ima ettiklerinin tersi yönde olması gerektiği de açık. Esasen onun ima ettiği çizginin CHP’yi sosyal demokratlaşmadan daha da uzaklaştıracağı bir yana yakalanan yüzde 25’lik oranın da hızla gerisine çekeceği kesin.

“HDP ile AKP arasında bir sarkaç olmak bizim işimiz değil” sözünde de bir doğruluk payı var kuşkusuz; ancak Baykal’ın imasının aksine burada da sorun, CHP’nin, AKP ve devlet bürokrasisinin güvenlik eksenli dilinden kopup gerçek bir sosyal demokrat tutarlılığı yakalamaktaki ikircikli tutumdur.

Oysa bu noktada, “elbette yeni şeyler söylemek lazım” diyerek değişim gereğini kabullenen Baykal, diğer yandan, “ama bizim klasikleşmiş ilkelerimizi atmaya çalışmak şaşkınlık olur” sözleriyle değişim bloke etmeye çalışıyor.

                                                        * * *

Eğer Türkiye’de boşluğu ve gereksinimi hissedilen sosyal demokrat bir kurumlaşma isteniyorsa, Deniz Baykal’ın 90’lı yıllardan çok iyi anımsadığımız devlet güvenlikçi dilinin CHP’de yarattığı zehirlenmenin etkilerinden tümden kurtulmak gerektiği açık.

Bu bağlamda emekçilerin yanı sıra kimliklere dair doğal hakları tartışma konusu olmaktan çıkaran, Avrupa sosyal şartından yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve özerkliğine kadar bir dizi alanda iç bütünlüklü bir duruşa geçmek gerek.

Kendi Deniz Baykallarının vesayetinden kurtulup evrensel sosyal demokrat ilkeleri içselleştirmeyen, bunların Türkiye’deki gereklerini cesaretle dillendirmeyen, devleti değil halkın haklarını savunma konusunda safını doğru tutamayan bir CHP’nin ne sosyal demokratlaşması, ne de kendinden beklendiği gibi etkinliğini arttırması mümkün değil.

AKP’nin “terör karşıtlığıyla” gerekçelendirilen hak tanımaz tutumundan kendini koparan, önce haklar ve hukuk diyebilen bir CHP umut olabilir ancak.

Muhalefetini AKP dili ve politikalarının çelişkileriyle polemik düzeyinden çıkarıp "ama"sız bir sosyal demokrat Türkiye ekseninde kurma ufku ve cesareti göstermeyen bir CHP’nin mevcut konumunda debelenip durması kaçınılmazdır.

Bu açıdan 1920’lerin ilkeleriyle 2016 Türkiye’sine çözüm üretmenin imkânsızlığının da artık içselleştirilmesi ve CHP’nin tarihsel merkez parti olma yükünden kurtulması gerek.

Üstelik bugün bizzat merkezin yeniden kurulması gerekiyor.

Bu bağlamda cumhuriyeti demokratik bir cumhuriyet olarak yeniden yapılandırmak, laikliği özgürlükçü bir laiklik, hukuku, insanın kimliğiyle de insan olduğu evrensel standardıyla yeniden içselleştirmek gerek. Aksi takdirde bırakın yeni Türkiye’nin kurucu partisi olmayı, demokrasi mücadelesinde sağlam bir yer tutmak da imkânsızdır.

Yazarın Diğer Yazıları

Geri 'Evet', ileri 'Hayır'!

Bu koşullarda elde edilebilen zafer, gerçekte devletin toplumuna ve ülkesine karşı elde ettiği bir 'Pirus zaferi' oldu

Gidişat tüm kaygıların ötesinde

Başkanlığın referandumla yasallaşması halinde bile, bu durumun memleketin sorunlarını azaltmaya en küçük bir katkısı olmayacaktır

Ne ezmeye kâdir ne çözmeye niyetli bir Master Plan

Mardin'in şahsında bölge, Başbakan'dan, ölümlerin nasıl duracağına dair bir adım beklerken...