17 Haziran 2023

AB, iltica ve insan haklarına darbe vurmaya hazırlanıyor

Mültecilerin Yunanistan, İtalya gibi Avrupa ülkeleri tarafından geri itilmesi, sınır dışı edilmesi, yollarda telef olması, kalanların kamplarda kötü koşullarda üst üste yaşaması, şiddete maruz kalması, dışlanması ve politikaya malzeme edilmesi hepimiz için sıradanlaştı

Libya’dan İtalya’ya yola çıkan ve içinde 750 kadar mülteci bulunduğu tahmin edilen balıkçı teknesi Yunanistan açıklarında battı. Çoğu genç yaklaşık 80 kişinin hayatını kaybettiğini biliyoruz. Muhtemelen bu rakam beş yüzü bulacak ve bu 2023 yılının Akdeniz’deki en elim kazası olarak kayıtlara geçecek. Yaz aylarında bu tür kazaları çok daha sık duyup geçiyoruz. Mültecilerin Yunanistan, İtalya gibi Avrupa ülkeleri tarafından geri itilmesi, sınır dışı edilmesi, yollarda telef olması, kalanların kamplarda kötü koşullarda üst üste yaşaması, şiddete maruz kalması, dışlanması ve politikaya malzeme edilmesi hepimiz için sıradanlaştı. Yunan sahil güvenliği tekneyi gördüklerini, yardım teklif ettiklerini ama yardımın reddedildiğini iddia ediyor. Mülteciler ile ilgili sivil toplum örgütleri ise sahil güvenliğin tekneyi çok daha önce hatta yardım teklif etmeden 48 saat önce gördüğü ve sessiz kaldığı, bunun da bir çeşit cinayet olduğu görüşünde. Göçmenlerin yardım teklifini reddetmelerine gerekçe olarak da Yunan hükümetinin uyguladığı geri itme politikası gösteriliyor.

Kaçak da olsa göçmenleri ölüme terk etmek cinayettir

Yunan sahil korumanın yardım elini geç uzatmış olma iddiası oldukça inandırıcı. Demek ki, kaçak göçmenleri kurtarma eylemini bilerek engelleyen İtalya’dan sonra sıra Yunanistan’da. Sağcı İtalyan hükümeti geçen yılın sonunda bir kararname çıkararak sivil kurtarma gemilerinin işini zorlaştırmaya başladı. Kararnameye göre, kurtarma işlemini yapan sivil gemiler İtalyan resmi makamlarının gösterdikleri limanlara geri çekilecek. Son aylarda daha çok bağışlarla ayakta kalan bu gemilerin binlerce kilometre uzaktaki limanlara gönderildiği, bu limanlara giderken büyük miktarda benzin harcadığı ve zaman kaybettiği belirtiliyor. Bu da yetmezmiş gibi hükümet geri çekilirken gemilerin herhangi bir kurtarma girişiminde bulunmasını da yasakladı. Hükümet daha fazla göçmeni Akdeniz’de ölüme terk etmenin yanı sıra İtalya’ya ulaşanların da hayatını zorlaştıracak önlemler almaya başladı. Örneğin savaş bölgesinden gelmiş olsa da mülteciler, kişisel olarak eziyet gördüğünü ya da kovuşturmaya uğradığını ispat etmediği taktirde bugüne kadar verilen insani yardımlara ulaşamıyor. Bu nedenle binlerce mülteci oturma izinlerini kaybetmiş durumda. İtalyan içişleri bakanlığının bu sert tutumunun ardında hükümetin göreve gelmeden önce verdiği iddialı sözler var. Meloni ve Salvini seçimi, propagandalar sırasında ilk iş olarak mülteci sayısını radikal biçimde düşüreceğini ileri sürmüştü. Bırakın düşürmeyi bu yıl içerisinde İtalya’ya gelen kaçak göçmen sayısı 50 bini geçti. Bu rakam geçen yılki sayının tam iki buçuk katı. O yüzden Tunus’u Türkiye ile yapılan mülteci paktına benzer bir anlaşmaya ikna etmek için giden AB heyetinin içinde İtalya Başbakanı Giorgia Meloni de vardı.

Tunus ile kirli pazarlık

Bundan birkaç gün önce AB Komisyon Başkanı Alman Ursula von der Leyen, Hollanda Başbakanı Mark Rutte ve İtalyan mevkidaşı Meloni, Tunus Devlet Başkanı Kais Said’i başkent Tunis’te ziyaret etti. Bu ziyarette Avrupalı siyasetçiler, mültecilerin geri gönderilmesi için 900 Milyon Euroluk bir yardıma hazır oldukları, arama ve kurtarma çalışmaları için verilen yardımı da üçe katlayacaklarını belirttiler. Anlaşmanın kaderi şimdilik Said’in elinde. Ekonomik kriz ile mücadele eden Tunus’a IMF tarafından verilecek 1,9 Milyar Dolarlık kredi de Devlet Başkanı Said istenen reformları henüz kabul etmediği için beklemede. 12 Milyon nüfuslu Tunus’ta yaklaşık 21 bin mülteci yaşıyor. Sadece hükümet değil halk da mültecilere karşı baskıyı arttırdığı için bunların çoğunun Avrupa’ya geçmek için her yolu deneyeceğine kesin gözüyle bakılıyor. Sivil toplum örgütleri otoriter bir rejim ile yönetilen Tunus’un mülteciler için güvenli bir ülke olmadığını savunuyorlar. Sadece mülteciler değil, Tunuslular da aynı siyasi ve ekonomik sebeplerle ülkeyi terk ediyorlar. Tunus neredeyse on yıldır ağır bir ekonomik kriz içerisinde yaşıyor. Artan işsizlik ve fiyatlara son yıllarda kıtlık da eklendi. 2020’de ülke tarihinin en ağır resesyonunu yaşadı. Şimdilik Devlet Başkanı Kais Said, AB’nin anlaşma teklifine, “Tunus Avrupa’nın sınır polisi olamaz” diyerek yanıt verdi. Said, yazık ki mültecilerin, onları sadece sayı olarak gören küresel bir göç sisteminin kurbanı olduklarını da sözlerine ekledi. Said’in bu sözleri sarfederken ne kadar samimi olduğunu bilmiyorum ama mülteci sorununa kesin teşhis koyduğu kesin. Kesin olan bir başka nokta da 2016 yılında Türkiye ve AB arasında imzalanan anlaşmanın pek işe yaramadığı. Türkiye sadece Tunus’un son on yılda yaşadığı gibi bir ekonomik kriz ile boğuşmakla kalmıyor, sayıları dört milyonu bulan mültecilerin yarattığı sorun ile de tek başına mücadele ediyor. Çünkü imzalanan anlaşma sadece bazı Avrupa ülkelerinin mültecileri işine yarayacak olanları seçerek almalarına yaradı, verilen ve nereye harcandığı pek bilinmeyen 6 Milyar Euroluk yardım ise ülke ekonomisine hiçbir katkıda bulunmadı. Üstelik anlaşma maddelerinden biri olan vize serbestisi yerini vize eziyetine dönüştürdü. AB üyelik müzakerelerinde bir arpa boyu yol alınamadığı gibi, gümrük birliği anlaşmasının yenilenmesi hayal oldu.

Türkiye-AB mülteci paktı çözüm olamaz

Türkiye ile AB arasındaki anlaşma imzalandığı gün ben de oradaydım. Bazı maddelerin çok açık bir biçimde formule edilmediği ya da basına öyle yansıtılmadığı için dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun zafer kazanmışcasına gülümsemesini şaşarak izledim. Türkiye’de yasaların ilticaya izin verip vermediği, geri kabul anlaşmasının imzalanması için nasıl “güvenli ülke” olarak ilan edildiği, ilk etapla söz verilen 3 Milyarlık yardımın yetip yetmeyeceğini düşünürken, AB’nin vize serbestisine dair verdiği sözleri hiç inandırıcı bulmamıştım. Ayrıca sonradan anlaşıldı ki, 1’e 1 ilkesi son derece aldatıcı. Anlaşma metnini tekrar tekrar okudum ve bu ilkeye sadece Suriyelilerin dahil edildiğinden emin oldum. Yani Yunanistan’dan iade edilen Afganistan ve Pakistan ya da Afrika ülkelerinden gelen kaçak göçmenler Türkiye’ye iade edilebiliyor ancak, AB onları geri kabul etmiyor. Bu nedenle pushback denen zorla geri gönderme yöntemi ile Yunanistan ile Türkiye arasında kalan göçmenler Ege denizinde yaşam mücadelesi veriyor. Sadece Ege sınırında değil, Suriye ve İran sınırında da aynı dramı yaşayan çok sayıda göçmen hayatını kaybediyor. Türkiye’nin henüz duvar öremediği sınırı neredeyse elek gibi, insan tacirleri cirit atarken, dört beş kez aynı yöntemle geri itilen mülteciler inatla sınırdan geçecek delik arıyorlar. Mayıs ayında Van’da buluştuğum gazeteci Ruşen Takva, göçmenlerin artık çırılçıplak soyularak deporte edildiğini, karların eridiği bu mevsimde sınırda çok sayıda çıplak ceset bulunduğunu anlatırken tüylerim diken diken oluyor. O da bir şey mi diyerek ekliyor Ruşen, “uyuşturucu ve organ mafyası da boş durmuyor. Uyuşturucu taşımak çoktan sınırı geçmenin bir koşulu oldu.”

AB, sınır ülkelerine mülteci kampı kuracak

Bütün bu anlattıklarım maalesef AB ülkelerini hiç ama hiç ilgilendirmiyor. Onlar için önemli olan AB sınırlarından giren kaçak göçmen sayısını azaltmak. En çok mülteci kabul eden Almanya’da bile eyalet yönetimleri ve belediyeler mülteciler için kaynak ve kalacak yer bulamadıkları için veryansın ediyorlar. Mülteci sorunu AB ülkeleri arasında dayanışma ilkesini sona erdirdiği gibi, birliğin ruhunu zedeleyen insan hakları ilkesini de neredeyse ortadan kaldırdı. Geçen hafta bir araya gelen AB içişleri bakanları yeni iltica kuralları konusunda uzlaşmaya vardı. AB temsilcilerinin Tunus ziyaretinin bir nedeni de bu. Yeni iltica kurallarına göre, AB ülke sınırlarının dışında iltica merkezleri kurulacak ve Tunus, Hindistan, Türkiye ve Sırbistan gibi ülkelerden gelenlerin iltica başvuruları burada ve üç aylık gibi bir sürede, hızla değerlendirilecek. Seçilen bu ülkelerin özelliği iltica başvurusunda bulunan vatandaşlarının %20’den azının kabul görüyor olması. Suriye, Afganistan, Sudan gibi çatışma bölgesinden gelen göçmenlerin iltica başvuruları ise normal bir prosedürde işlem görecek. İlticası kabul görenler ise AB ülkeleri arasında paylaştırılacak. Paylaşıma yanaşmayan ülkeler ise mülteci başına 20 bin Euro ödeyerek bu işten kurtulacak. AB Parlamentosunda görüşülecek tasarının kabul edilmesine kesin gözüyle bakılıyor.

Yanıtı verilmemiş çok soru var

AB’nin iltica yasasını bu yolla sertleştirmesi, bireysel hak ve özgürlükler ile iltica hakkına vurulmuş bir darbedir. Tasarı yasallaşır ve hayata geçerse ikinci sınıf mülteci yaratılmış olacak ve bu ikinci sınıf mülteciler, AB sınırlarındaki kamplarda aylarca tutsak edilecekler. Önümüzde Yunanistan gibi bir örnek var. Kamplarda tutulan göçmenlerin iltica işlemleri aylarca sürüyor ve insanlar balık istifinde yaşıyorlar. Yanan Moria kampında çıkan yangında ve korona salgını sırasında neler yaşandığına tanık olduk. AB’ne sınırı olan ve kamplar kurulmasına izin veren ülkeler, iltica başvurusu kabul edilmeyenleri hangi anlaşmalar ile geri gönderecek? Yoksa zorla geri mi itecek? Ya da AB ülkelerinin daha önce geri kabul anlaşması imzaladığı Libya’nın hep yaptığı gibi çöllerde kaderlerine mi terkedilecekler? Mülteci kabul etmeyen ülkelerin ödeyeceği kişi başına 20 bin Euro’nun bir fonda birikeceği ön görülüyor ancak bu fonun nereye harcanacağı tam olarak bilinmiyor. Para ödemeyen ülkeler için bir cezayi müeyyide de planlanmadığı için tasarının AB içinde dayanışmayı arttırması neredeyse mümkün değil. Macaristan ve Polonya para vermemek için elindeki sınır güvenliğine yaptığı katkı kozunu şimdiden kullanmaya başladı.

Tasarıya Yeşillerden eleştiri geldi ama!

Tasarıya karşı en büyük tepki Alman Yeşiller Partisinden geldi. Yedi yüz parti üyesi yönetime bir mektup yazarak, tasarının sadece partinin insan hakları anlayışına değil, koalisyon sözleşmesine de aykırı olduğunu hatırlattı. Ancak Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un tasarıyı onaylama yönündeki uzlaştırıcı sözlerine ve Ukrayna savaşı yüzünden pasifist çizgisini kolayca terk etmesine bakarsak bu konuda da partinin oportinist bir tavır takınacağını tahmin etmek zor değil. Alman sosyal demokratlarınsa pek sesi çıkmıyor. Doksanlı yıllarda Almanya’daki iltica yasasını mülteciler aleyhine değiştirenler de yine sosyal demokratlar olmuştu. 2016 yılında olduğu gibi mültecilere analık yapacak bir Angela Merkel de yok siyaset sahnesinde. Yeni Başbakan Olaf Scholz ise traji komik espriler yapmakla yetiniyor. Scholz’un, Akdeniz üzerinden Avrupa’ya gelen mültecilerinin çoğunu kabul ettiklerini vurgulamak için “Akdeniz’e en uzun sınırı olan ülke Almanya herhalde” demesi sosyal medyada tepkilere neden oldu.  Scholz’un seçilir seçilmez Cumhurbaşkanı Erdoğan’a davetiye göndermesinin ardından Türkiye sınırında bir mülteci kampı kurma planı çıkarsa ben hiç şaşırmayacağım. En çok bilmek istediğim ise bu pazarlığın çoktan yapılmış olup olmadığı, Erdoğan’a verilmesi planlanan tavizler. Ve elbette bunların seçim sonuşlarına yansıyıp yansımadığı.

Özetlemek gerekirse, Batı kendine bağladığı dünyayı üçe bölüyor; savaşan ülkeler, savaştan kaçanların sığındığı, sığınabilsin diye ekonomisini rehin tutukları ve kendileri. Ve hepsi biliyor ki, insanları göçe zorlayanlar da onlar. Sorunun asıl çözümü göçün nedenlerini yani savaşları, diktatörleri, ekonomik sömürgeciliği azaltmak. Benim kendi arasında bile dayanışmayı beceremeyen, iddia ettiği ilkelerine sahip çıkamayan bu AB’nden hiç umudum yok.


(WDR Cosmo Türkçe’nin konu ile ilgili Podcasti bu linkte: https://www1.wdr.de/radio/cosmo/programm/sendungen/koeln-radyosu/aktuelles/avrupa-sinirlarina-duvar-mi-oermek-istiyor-100.html)

Yazarın Diğer Yazıları

Ah İran! Ah Almanya!

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaratılan dünya düzeni yine o düzeni yaratanlar tarafından yıkılıyor. İran-İsrail kavgasını da bu oyunun içinde görmek gerekir. Gazze savaşı ile birlikte değerlere dayalı dış politika ve küresel dünya düzeninin dayandığı kurum, kural ve normlar da anlamsızlaştı. Gazze sadece otuz binden fazla kişinin değil, uluslararası düzenin de mezarlığı haline geldi

Dejavu: Menekşe Toprak Berlin’de Suat Derviş’in izini sürdü

30’lu yılların Berlin’i ile bugünün Berlin’i arasında benzerlikleri görmek bende de bir dejavuya neden oldu. Menekşe Toprak’ın ilk kadın romancı ve gazeteciler’den Suat Derviş’i anlattığı kitabına "Dejavu" adını vermesi tesadüf değil

Sıcaktı, çook sıcak

Dünya hiç bu kadar sıcak, bu kadar kurak olmamıştı. Birdenbire gelen yağmur ve kasırgalar geldiği yeri çöle çeviriyor. Uluslararası toplum, sözde çevreci politikalar ile iklim krizini çözüyormuş gibi yapıyor. Daha çok gelişmiş sanayii ülkelerinin yarattığı bu krizden de yine yoksul ülkeler mağdur