25 Nisan 2024

Güzellik ve hüzün, bir ülke ve bir kadın…

Bunca güzelliğin mutluluk verememesi ne kadar acı. Bir kadın için de... Bir ülke için de...

Yine bir uçak yolculuğu… 

Yine bedenimi ve duygularımla düşüncelerimi bir yerden başka bir yere taşımam gerekiyor…

Yeryüzüne dokunarak ilerlemenin de ayrı bir keyfi var ama zaman kazanma kaygısının dışında karayollarında uyulmayan kurallarla başka insanlar tarafından rahatsız edilme ihtimali daha fazla gibi.

Gerçi havalimanlarında ve uçakta oturduğunuz koltukta da sizi bunaltabilecek ve kendilerini uyarsanız bile size “ne varmış ki!” bakışı ve tavrıyla cevap verecek pek çok kişi var…

Aslında bana kalsa gemiyi ve treni tercih ederim. Ancak bizim memleketimizde bu seçenekler çok az.

Ben bu tür cümleleri kendime kim bilir kaçıncı kez tekrar ederken uçak havalanıyor.

Cam kenarındayım.

Eskiden koridor severdim. Tecrübe kazandıkça cam kenarının daha uygun olduğuna karar verdim. Hatta koltuğunuz sıranın en başında, A harfinde olsa daha iyi çünkü yandaki yolcu telefonuyla oyalanırken genellikle sağ koluyla sizi dürtüp durabiliyor, sol kolun sakin durma ihtimali daha fazla.

* * *

Ve işte yükseldik.

Ege'nin eşsiz kıyılarını seyrediyorum.

Denizle karanın kucaklaşması öylesine tutkulu ve nazlı ki. Sanki bir yerde birinin yumuşacık ileri hamlesi, anında ötekinden karşılık bulmuş, bu tatlı mücadele akıl almayacak kadar sık girintiler ve çıkıntılarla benim diyen bir ressamın çizemeyeceği bir tablo yaratmış.

Sonra dağlar ve ovalar yansıyor uçağın ufacık penceresine. Ve aralarında gümüş bir gerdanlık gibi parıldayan ırmaklar.

Rengârenk bir şaheser.

Bizim memleketimiz...

Ben hayatım boyunca milliyetçiliğin, şovenizmin hiçbir tuzağına düşmeme kaygısıyla ve kompleksiyle kendi halkımla ve ülkemle ilgili olumlu bir şey konuşurken hep dikkatli, hatta ketum davrandım...

Ama...

Bu mağrur uçak camları, dünyanın kaç ülkesine tepeden bakarken böylesine bir güzellik karşısında teslim olarak mütevazı bir çerçeve olmayı kabullenir ki?

***

Bu kadar güzel bir ülkede...

Böylesine huzursuz bir hayat sürdürmek...

Bu nasıl bir kaderdir?

Bizi çevreleyen güzelliği sanki ölümüne bir inatçılıkla kirletip karartıyoruz.

Yaşadığımız hayata bakın!

Şu izlediklerimize, yazdıklarımıza, konuştuklarımıza, tartışmalarımıza, kavgalarımıza...

Siyaset çöplüğümüzden çevreye yayılan iğrenç kokulara...

Mutsuzluğumuza ve umutsuzluğumuza...

Oysa öylesine güzel bir memlekette yaşıyoruz ki...

* * *

Bu düşüncelerden bunaldığımdan mı, yoksa doğanın bir ara bulutlarla sansürlenmesinden mi bilmem, başımı içeri çevirince, her zamanki gri uçak kalabalığı ve sabırlı yolcu pozları arasında birdenbire O'nu fark ediyorum.

Sarı saçları ve biçimli kaşları arasından insanın dikkatini güçlü bir mıknatıs gibi kendine yönelten bir çift aydınlık göz... Bir şeyler söylemek isterken susturulmuş gibi duran çekici dudaklar ve hokka gibi bir burun...

Tüm zarafetine rağmen çok hüzünlü bir genç kadın.

Âdeta bunca güzelliği edinme karşılığında tüm saadetini kaybetmiş biri.

Uçağın bir başka penceresinden dışarı süzülen bakışı, sanki hiçbir yere hedeflenmeden iflah olmaz bir karamsarlığa dalıp gitmiş.

Nedir acaba O'nun hikâyesi?

Ne kadar da alımlı bir kadın...

Hiç olmazsa bir kere bu yana baksa...

O andan sonra bir dışarı bakıyorum, bir içeri.

Hangi güzellik daha büyüleyici bilmiyorum ama birinin daha yakın olduğu kesin.

Öylesine ki, aradaki fuzuli insanların varlığı ve beni kınama ihtimalleri bile umurumda değil.

O ise bambaşka bir dünyada sanki.

Bir ara uçağa dönüyor ve benim ısrarlı bakışımı fark ediyor.

Bana upuzun gelen birkaç saniye sırasında ne düşünüyor acaba?

Benim densiz biri olduğumu ve kendisine asılmaya çalıştığımı mı, onun ruh halini fark ettiğimi ve derdini paylaşmak istediğimi mi, üzüntüsünü yatıştırmak isteyen bir baba şefkati vaat ettiğimi mi?..

Bense onun ilgi göstermesi karşılığında bütün rollere aynı anda talip olabilirim.

Sonra yine penceresine dalıp uzaklaşıyor.

Ben de, çaresiz, kendi pencereme dönüyorum.

* * *

Bulutların arkasından başka güzellikler ışıldamaya başlıyor.

Gerçekten de çok güzel bir memlekette yaşıyoruz.

Ne var ki esir gibiyiz.

Şu aşağıdan uzanan yüz binlerce kilometrekare alan bizim için yok sanki.

Birileri devlet denilen baskı çarkının başında, her adımda nefesimizi kesiyor. İnsanlar birbirini öldürmeye susamış. Kimin hangi dağın, denizin ve ovanın yakınlarında doğduğuna, dinine ve mezhebine bakılarak durmadan savaş neferleri ve düşmanlar üretiliyor.

İnsan dediğin, doğduğu andan itibaren hızla ölüme koşuyor zaten.

Peki, bütün bunlar ne derece anlamlı?

Ne yapıyoruz biz?

Ne tür bir planın parçası olmuşuz?

Nasıl da ıskalıyoruz hayatı ve güzellikleri!..

* * *

Uçak inişe geçeli epeyce oldu.

Bu arada gün akşama dönüyor.

İşte “varılacak yer” de ışıltılı mahalleleri ve caddeleriyle beliriyor. Denizle kucaklaşan görkemli kıyılar... İki kıtanın bazen birleştiğini, bazen de ayrıldığını düşündüren o daracık mesafe civarında biriken olağanüstü ihtişam...

Evet, güzel, çok güzel bir memleket burası.

Dünyayı güzellik kurtaramıyor ama.

Zaten pek farkında olamıyoruz bu güzelliğin.

Önemli ve zorunlu sandığımız aptalca “günlük işler” arasında ölüme yaklaşıyoruz.

Ve kendimizin belirleyemediği sığ ve karanlık senaryolarda figüranlık yaparak günlerimizi dolduruyoruz.

* * *

Uçak inmek üzere. Tekerler saklandıkları yerden çıktılar.

Yine oraya dönüyorum. Bu uçağın en çarpıcı noktasına.

Halâ kederli gözlerle süzüyor dışarısını.

Hatta yere yaklaştıkça hüznü artıyor sanki.

Bir ara kafasını kaldırıyor. Galiba bana doğru bakıyor. Sanki acı acı gülüyor.

Sonra o giderek kararan penceresine gömülüyor tekrar.

Belli ki indiğinde onu daha büyük bir mutsuzluk bekliyor.

Oysa o kadar güzel ki...

* * *

Bunca güzelliğin mutluluk verememesi ne kadar acı.

Ve ne büyük şanssızlık.

Bir kadın için de...

Bir ülke için de...

Hakan Aksay kimdir?

Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı.

Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı.

Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da '3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu.

2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyor. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Partili gazetecilik, Pravda, sağcı ve solcu yandaş medya

Erdoğan "şöyle 10-15 milyon tirajlı bir gazete olsa" deyince Sovyet deneyimi aklıma gelmişti. Bizde niye bir "Kasımpaşa Pravdası" çıkmasındı?

Amirim, bu adamın komünist anıları var, ne yapalım? Al onu, al al al al!

Özgür Özel dünkü 1 Mayıs etkinliklerine devam etseydi belki de bugünkü Cumhurbaşkanı görüşmesine yara bere içinde gidecekti

Sahi, şu anda kim iktidar kim muhalefet?

En son ne zaman o farklı insanlardan tek bir tanesini kazanmayı başarabildiniz?