05 Haziran 2018

Vuslat Saraçoğlu: İyilikleriniz görünmese yine de onları yapmaya devam eder misiniz?

“Deneyimlerimizi yapıcı yerlere evriltmek şart”

37. İstanbul Film Festivali, Ulusal Altın Lale ödülünü alan Borç filminin yönetmeni Vuslat Saraçoğlu ile bir araya geldik.

Saraçoğlu daha önce yine Kültür Bakanlığı’ndan aldığı katkı ile Müslüm Babanın Evlatları belgeselini çekmiş bir sosyolog aynı zamanda. 

Biz onu Neden Tarkovski Olamıyorum filmindeki oyunculuğu ile tanımıştık. 

Yönetmenliğini yaptığı ve ödül aldığı bu ilk uzun metrajlı filmde kendisinin yazdığı bir de şarkısı yer alıyor. 

Çekimler Eskişehir’de gerçekleşti.

Film sürecine ve sonrasına dair konuştuk. Vuslat Saraçoğlu’na sordum: 

‘İyilik yapma kavramını sorgulamak nasıl aklınıza düştü ilk?

Beş sene önceydi sanırım. Kötülük çok farklı boyutlarıyla ele alınırken iyilik sanki verili kabul edilip üstünden atlanan bir şeymiş gibi geliyordu bana. İnsanların kimleri ‘iyi’ diye adlandırdığına baktım. Bu adlandırmanın çok temel bazı kriterleri var gibi duruyordu: Pasif, yumuşak mizaçlı, kavgacı olmayan, herkese bir şekilde yardım etmeye, iyilik yapmaya çalışan insanlar... 

Sonra sormaya başladım: Bu kişi hangi koşullarda iyi? Neden bu kadar çok iyilik yapıyor? Kendini daha çok sevmek için mi iyilik yapıyor? İyilikleri seçilmiş mi yoksa ezberlenmiş iyilikler mi? İyilikleri görünmese yine de onları yapmaya devam eder mi? İyilik yaptığı kişi ona teşekkür etmese ne hisseder? Ortayolcu diye mi kavga etmiyor? Korkak diye mi uyumlu? İyilik yapmaya eğilimli olmak bir insanı adil yapmaya yeter mi? Acaba o fedakârlığı, yüce gönüllülüğü başkalarından çalarak mı sunuyor? O iyiliklerin yükünü kim çekiyor, ondan nemalanan kim oluyor? Bedellerini kim göğüslüyor, kime “Helal olsun” deniyor? 

Bu kadar sorgulamanın ardından da otomatik olarak şu soru kalıyor geride: Peki bu insan gerçekten iyi mi? Bu arada başkası hakkında konuşuyormuşum gibi oldu ama bende de var Tufan’dan bir şeyler. Bence çoğumuzda, belki hepimizde var.

Pelin Esmer ile hakkınızda yapılan açıklamalara* ne söylemek istersiniz?

Kadın sinemacılara karşı adeta refleks hızıyla sarf edilebilen temelsiz argümanlar, içi boş sözcüklerin arkasındaki güce bakmak lazım. Yaslandığı bir şeyler olmasa, yapılanın yaptırımı olmayacağı ön kabulü bu kadar kolay üreyemez, cesaret bu kadar cahil kalamaz. Kimi kişiler durumu “Söz konusu kişinin sözleri maksadını aşmış” şeklinde yorumlamış. Maksadı neymiş ki aşması o olsun? Düzgün bir şey söylemeye çalışırken yanlış bir kelime mi kullanmış? Basbayağı Pelin Esmer gibi kendine has ve çok önemli bir sinemacının Gökhan Tiryaki’siz bir hiç olduğunu söylemiş. Ben bunda hatrı sayılır bir maksat göremiyorum.

Sanatın varoluş sebebi olan insanı anlama çabası…”

İstanbul Film Festivali nasıl geçti?

Çok iyi geçti. Güzel etkinliklere, hoş tanışıklıklara vesile oldu. Yıllardır takip ettiğim bir festival, orada filmimin gösterilmesi bile hayaldi benim için. Üstüne bir de ödül almak bayağı güzel oldu. Jürideki isimler görüşlerini çok önemsediğim kişilerdi. Oy birliğiyle böyle bir kararın çıkması beni çok gururlandırdı. Ödül gerekçesi ile yapmaya çalıştığım şeyin bu kadar örtüşmüş olması ise ayrı bir sürpriz oldu. Anlaşıldığımı hissetmenin verdiği sükûnet duygusu çok hoştu. Ödül, hayallerimize güvenmekte ne kadar haklı olduğumuzu bir kez daha gösterdi ve ben töreni takip eden günlerde yeni filmim üzerine çalışırken bu kez her zamankinden daha şevkliydim.

Ödül gerekçesi neydi?

“Sanatın varoluş sebebi olan insanı anlama çabasında, yargıdan uzak anlatımı, çelişkilerden kaçınmayan yaklaşımı ve seyircisine kendisiyle baş başa kalma şansını tanıyan duruşu için jüri üyeleri oy birliğiyle Borç filmine en iyi film ödülünü layık görmüştür.”

Kültür Bakanlığı’ndan destek alma fikri nasıl oluştu? Süreç nasıl ilerledi?

Bağımsız filmlerin destek bulabilmesi için çok az yol var. Bir senaryo yazıldığında hemen hemen bütün bağımsız filmcilerin aklına ilk olarak Kültür Bakanlığı’na başvurmak gelir. Ayrıca yurt dışından ek fonlar bulabilmek için de faydalı Kültür Bakanlığı desteği. Tabii şu sıralar alternatif yollar üzerine de çokça düşünülmeye başlandı. Düşünülmeli de bence. Dilerim böyle bir hayali olan tek bir kişi bile yarı yolda kalmaz, herkes güzel güzel çeker filmini. 

Bu fona başvurmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz?

Başvurduktan sonra nasıl bir süreç işler orasını bilemem ama çok özenerek yazsınlar, yazdıklarına güvensinler.

Yine Kültür Bakanlığı Desteği ile çektiğiniz Müslüm Babanın Evlatları’ belgeseliniz ile uzun metraj filminiz Borç’ arasında bir bağ var mı sizce?

Müslüm Babanın Evlatları’nı çekerken gördüklerim, oradaki arkadaşlarla tanışmak, yer yer aynı atmosferi solumak ve onlarla bir üretimin içinde bulunmak bana çok önemli katkılar sağladı. Olaylara ve insanlara bakışımı değiştirdi. Özellikle önyargılar başlığında. Borç’un doğrudan Müslümcülerle ilgisi yok gibi görünse de iki film arasında derine gömülü güçlü bir bağ var.

Sanki o an, o şarkıyı söylemekten başka çaresi yokmuş gibi…”

Borç filminde Dilek karakterini oynayan Ülkü Aybala Sunat** ile çalışmaya nasıl karar verdiniz?

Ülkü, Sibel Köse Caz Vokal Atölyesi’nden tanıdığım bir arkadaşım. Ses rengine ve yorumuna yıllardır hayranım. Ama Ülkü’yü sesi ve yorumu dışında farklı kılan şeyler de var. Sahnede öyle bir duruyor ki bu işin bir performans olduğunu unutuveriyorsunuz. Sanki o an o şarkıyı söylemekten başka çaresi yokmuş gibi bir his geçiriyor insana. İşte Ülkü’nün canlandırdığı karakterde de tam böyle bir duyguya ihtiyaç vardı. Çünkü Dilek yalnızca iki kez görülmesine rağmen sinopsiste adı geçecek kadar önemli bir yere sahip. Şarkı söylediği sahne, izleyiciye karakterle ve onun geçmişiyle yeterli yoğunlukta bir his geçirebilirdi. Ardından konuyu Ülkü’ye açtım, sağ olsun beni kırmadı. Kafamdaki hayale o kadar iyi oturdu ki, şu an Dilek ondan başkası olamazmış gibi geliyor bana. 

Oyuncular ve set ekibi arkadaşlarınızdan da oluşuyor mu? Öyle ise, sete etkisinden bahsedebilir misiniz?

Görüntü yönetmenim Meryem Yavuz ile çekimlerden altı, yedi ay önce tanıştık. Tanışmamızdan çok kısa bir süre sonra kardeşim oldu kendisi. O ve birkaç kişi dışında sette önceden tanıdığım pek kimse yoktu ki bu bayağı riskli bir durum. Özellikle kamera arkası için çok dikkatli olmak lazım.

Arabadaki ışıltılı top ve evdeki yapma çiçekler, danteller tasarlandı mı? Yoksa mevcut bir ev mi buldunuz öyle dekore edilmiş?

Ev tamamen boştu. Çekimlere başlamadan aylar önce Tufan’a ve Muko’ya ait nesneler üzerine düşünmeye başlamıştık. Danteller, ışıltılı eşyalar, Muko’nun kanepesi… Serdar ve İpek ile bayağı kafa yorduk bunlara. Sonrasında sanat ekibimizin maharetleri ve çalışmalarıyla son hâlini aldı.

Örneğin zil sesi, evde mi vardı, özellikle arayıp mı buldunuz o sesi de?

O sesi editörümüz Naim Kanat kurgu sırasında ekledi. Naim ile daha önce bir kere daha çalışmıştım. Bu deneyimimizde de yine bir editörden fazlasıydı. Özellikle ses konusunda çok titiz.

Sosyoloji okumanın filmlerinize olan etkisinden bahsedebilir misiniz?

Müslüm Babanın Evlatları*** zaten kendisi sosyolojik bir çalışmaydı.Yani bir etkiden ziyade direkt sosyoloji okumuş olmamın sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Borç’ta ise etkisi var, evet. Filmin kavramsal bir arka plana dayanması, karakterlerimi toplumdaki temsilî figürlerden seçmiş olmam... Onun dışında ezber olan, normalleştirilmiş şeylerin altını kazıma isteği, bir konunun, bir karakterin başka bir yüzünü çevirip bakmaya çalışmak, şu anki uğraşlarımda temel motivasyonlarımdan birini oluşturuyor. Sosyologluğun bu motivasyonda da büyük payı vardır kesin.

Belgesel filmlerin izleyenlere geçirdiği tekrar edilemezlik ve patenti alınamazlık hissini çok önemsiyorum

Borç filminin gerçekçilik hissini belgeselcilikten de gelmenize bağlayabilir miyiz?

Belgesel filmleri çok önemsiyorum ama kendime belgeselci demem için o konuda daha çok çalışma yapmam lazım. Müslüm Babanın Evlatları’nın beni gerçekçilik hissi konusunda eğittiğini söyleyebilirim ama. Belgesel filmlerin izleyenlere geçirdiği tekrar edilemezlik ve patenti alınamazlık hissini çok önemsiyorum. Kurmaca film yaparken bu vasıfları zihninin bir köşesinde bulunduran yönetmenlere de büyük saygım var. Bütün bunlar da beni ister istemez böyle bir rotaya itmiş olabilir. 

Lolipop sahnesi senaryoda var mıydı? Doğaçlamalara izin verdiniz mi? Her şey birebir senaryoya sadık mı kaldı?

Doğaçlamaları çok severim, oyuncularımız tercih ettikçe benim de yer verdiğim oldu; ama lolipop sahnesi doğaçlama değil. Senaryoda en başından beri vardı. Küçükken babam da benimle lolipop yerdi, oradan kalma bir şey. Filmin büyük kısmında senaryoya sadık kaldık. Fakat bunun önemli bir sebebi çekimlerden çok önce senaryoyu bir oranda oyuncularla birlikte evriltmiş olmamız.

Atomu Huriyenin hastalığına bir metafor olarak okudum. Metaforlarla aranız nasıl?

Normal şartlarda metaforlarla aram iyidir ama bu filmde neredeyse hiç metafor kullanmadım. Aksine filmde her şeyin en doğrudan hâliyle yer almasını istedim. Hayatta bazen en doğrudan şeylerin altından çok derin konular çıkabiliyor. İnsan ilişkileri, o ilişkilerin dengeleri, değişim sebepleri derya deniz konular zaten. Ben de bu ilişkileri olduğu gibi yansıtmak istedim. Atom filmde Tufan’ın çocuksu saflığına, iyicilliğine vurgu yapan bir unsur olarak yer alıyor; ama bunun dışında bizzat yaşadığım bir deneyimden beslenen bir tarafı da var.

Nedir o deneyim?

Bir gün Taksim’in ara sokaklarından birinde yürüyordum. Aniden önümüze bir martı düştü. Aynı Tufan’a olduğu gibi. Kanadı yaralanmıştı. O keskin bakışlı, her yanından özgüven akan hayvanın ayaklarımızın önünde çaresiz şekilde durması o kadar iç yaralayıcıydı ki... O gün de martının başına üşüşenler arasında Tufan’a bakış, mizaç olarak çok benzeyen bir adam vardı. Martıya olan yaklaşımında çocuksu bir özen ve saflık seziliyor, gerçekten yüreği parçalanmış gibi duruyordu. Hayvana yardım etmeye ilk o meyletti, bakkaldan bir kutu bulup koştura koştura veterinere götürdü. Normalde bunu yapan biri, çevreden nasıl göründüğünü düşünüp yaptığıyla gururlanabilir; ama o adam o sırada hayvan ile o kadar hakiki ve saf bir bağ kurmuştu ki tek derdi bir an önce martının acısını dindirmekti. Adamın o çırpınış hâli, bakışları bir anda bana onunla ilgili çok yoğun bir izlenim verdi, kendisine aşırı bir sempatiyle doldum. Tufan’ın karakterinde de böyle bir yana ihtiyaç vardı. Evet, Tufan normalde iyiliklerini her yana sergilemek istiyor; ama iyicilliğinin öğrenilmişliklerin yanı sıra çocuksu ve hakiki bir tarafı da var. Bu da en iyi şekilde kızıyla ve Atom ile ilişkisinde ortaya çıkıyor.

Muko kolu unlu diye kapıyı kapatmıyor. Elleri havada kapatıyor. Doğal oyunculuk sizin için oyuncu seçiminde kaçıncı sıradaydı?

İlk sıradaydı. Oyunculuğun gerçekçi olması oyuncuların gerçek hayatta ne kadar hakiki davranışlar içinde olduklarıyla çok ilişkili bence. İpek’i ilk gördüğüm an hakikiliğine hayran kaldım. Her bir mimiği, sözcüğü, bakışı içinde hissettikleriyle o kadar uyumluydu ki… Gerçek hayatta bu kadar sahtelikten uzak bir insanın iyi bir oyunculuk sergilememesi mümkün değil diye düşündüm. Aynı zamanda İpek duygusal olarak çok gelişkin ve zeki bir kadın. Muko’ya çok ince detaylar kattı. Sizin izlerken gözden kaçırmadığınız bu detay İpek’in önerisiydi, benim de çok hoşuma gitti ve her görüşümde de çok memnun şekilde bakıyorum o sahneye.

Sigara paketi ile gerçekleşen araba sahnesi için araştırmanız oldu mu?

Evet, hem de ciddi şekilde. Orası bir araba tamircisi gibi görünse de aslında bir modifiye dükkânı. Benim de ilk öğrendiğim şey, araba tamircisi ile modifiyecinin farklı şeyler olduğu oldu. Modifiyecilik diye bir durum, bu konuya ciddi şekilde kafa yoran insanlar var. Sadece kafa yormakla kalmıyorlar, ciddi şekilde emek ve para da harcıyorlar. Aralarındaki bilgi alışverişleri sayesinde oluşturdukları bir sosyallik var. Gittim onlarla tanıştım. Filmdeki şiirin büyük kısmını bana anlattıklarından türettim. Sadece sigara paketi sahnesi için değil, diğer pek çok sahne için de araştırmalar yaptık. Gerçeğe en yakın hâlini yansıtalım, söylenecek hiçbir söz sırıtmasın diye her sahnenin mekânlarında uzun zamanlar geçirdik. 

Mesela?

Bilirkişi sahnesi için iki tane teftişe gittik. Filmi bir bilirkişi izlerse “Hiçbir şey bilmeden kafalarına göre yazmışlar” desin istemedim. Aynı şey hastane sahnelerimiz için de geçerli. Doktorlarla solunum yolları hastalarının muayenelerinde bulundum, oyuncumuz Gülhan Kadim ile işler nasıl yürüyor anlamak için acil servise gittik. Medikal sahnesi için oyuncumuz Çiğdem Özkurt Spickermann iki gün oyunculuk yaptığı dükkânda satış elemanı olarak çalıştı. 

Gün yaparken kapıya düz ayakkabı ile gelmek ve eve topuklu ayakkabı ile girmek ne zaman gözlemlediğiniz bir detaydı? Beni çocukluğuma götürdü mesela. Aynı şekilde kocanın, günden kalan poğaçaları yemesi de öyle. Çocukluğunuzda bulunduğunuz evler bu filme referans gösterilebilir mi?

Evet, tamamen çocukluğuma ait detaylar. Annem emekli ilkokul öğretmeni, çocukluğum ‘gün’lerde geçti.

Yılmaz Büyükerşenden Gül Oğuza geniş bir teşekkür listeniz var. Bu kadar kişiyi bir araya getirmek nasıl bir tecrübe?

İlk film söz konusu olunca insan o işi gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğine dair daha tedirgin oluyor. Ben de bu yüzden iki, üç sene içinde mümkün olduğunca çok insanla görüştüm. Sağ olsunlar görüştüğüm hemen herkesin önemli katkıları oldu. Listenin geniş olması benim araştırma sürecimin uzun sürmüş olmasından kaynaklı. Gül Oğuz ile aynı liseden mezunmuşuz. Bornova Anadolu Lisesi Mezunları yemeğinde tanıştığım abilerim önerdi onunla görüşmemi. Tek bir kez görüşmüş olmamıza rağmen bana çok büyük bir motivasyon ve güç verdi. Başım sıkışırsa arayabileceğime yönelik hoş bir güven verdi. Neyse ki kendisini rahatsız etmeme pek gerek olmadı.

Yönetmen ve yapımcısı aynı olan filmlerde yönetmen aslında sette yapımcı falan değildir

Sette en zorlandığınız şey?

Biliyorsunuz, yönetmen ve yapımcısı aynı olan filmlerde yönetmen aslında sette yapımcı falan değildir. Reji grubuna aittir, yapım birimindeki herhangi bir işle alakası yoktur. Benim ismimin yapımcı olarak geçmesi, sadece Kültür Bakanlığı’ndan İlk Film Desteği almış ve şirket kurmak zorunda kalmış olmamdan kaynaklanıyor. Siz ister istemez daha set başlamadan haftalar önce yapımı üstlenmesi için birilerine görev dağılımı yapıyorsunuz. Eğer orada bir şeyler doğru yürümüyorsa tüm hasarlar sizin üzerinize yığılıyor. Öte yandan yönetmensiniz, yönetmenlik dışında başka bir şeyle uğraşmaya ne gücünüz ne vaktiniz var. İşin sonunda bir bakmışsınız başkalarının kusurlarından oluşan bedeller sadece isminiz yapımcı diye sizin üstünüze kalmış. Hiçbir dahliniz olmayan, hatta sizden özellikle gizlenmiş, nasıl oluştuğundan bile bihaber olduğunuz sorunların sonuçlarını tek başınıza göğüslüyorsunuz. Tabii tüm bu pürüzlerin biraz ilk filme özgü şeyler olduğunu da düşünüyorum. Deneyimlerle görüşünüz gelişir de doğru seçimler yaparsanız hiçbir şey bu kadar zor olmaz. Ben yaptığım yanlış seçimlerin bedelini ziyadesiyle ödedim, sonucunda da çok güçlendim. Artık benzer şeyler yaşamayacağımı biliyorum. 

Sette en zevkli şey neydi peki?

Meryem’le (görüntü yönetmenim) ve oyuncularımla bir şeyi güzel yaptığımızı hissettiğimizde yaşadığımız tatmin duygusu. Bir de çocuk oyuncularımızın eğlenceli halleri. 

Fiyat sorup pasta al(ma)mak gibi detayları senaryoyu yazarken mi düşündünüz? Yazım süreci ne kadar sürdü? Nasıl geçti? 

Evet, o kısım senaryoda önceden beri vardı. Meseleyi kafamda döndürmeye dört, beş sene öncesinden başlamıştım. Yazım süreci ise kabaca 2014 ile 2016 arasında gerçekleşti. 

Kız gibi araba maşallah dedirttiğiniz karakteriniz toplumsal cinsiyet konusuna bir nevi parmak bastığında, sizin hissiniz nasıl oluyor?

Film, toplumdaki temsilî karakterleri ve onların tipik dialoglarını kapsıyor. Bu da benim defalarca duyduğum bir cümleydi. Defalarca duymuş olmama rağmen her seferinde garip geliyor.

Cinsiyetçilik mekanizmalarını yeniden üretmiş mi oluyoruz bu cümleyi kullanınca, yoksa karaktere sahicilik mi katıyoruz sizce? Bu konuda film dili bize nasıl yardımcı olabilir?

Filmler bazen gerçekçilik adına cinsiyetçilik mekanizmaları dâhil olmak üzere olumsuz pek çok durumu yeniden üreten bir şeye hizmet edebiliyorlar. Ama bence orada ince bir çizgi var, o cinsiyetçilik mekanizmalarını filme nasıl yerleştirmişsiniz, onu istemeden de olsa olumlayan bir duruma geliyor musunuz? Ben Adil’in bu sözü ve Tufan’ın pek çok hareketi özelinde bu konuyu çok düşündüm. Şimdiki hâlinin çizginin sakıncalı tarafına geçmediği hissine kapıldım. Umarım hissim doğrudur ve yanlış bir şeye hizmet etmemişimdir (Gülümsüyor) Çoğunluk filminin de bu ayarı çok iyi tutturduğunu düşünüyorum. O gerçekliği tutarlı bir bakış açısıyla, olduğu gibi ortaya koyuyor ve hiçbir yargı bildirmeden sizi rahatsız etmeyi başarıyor.

Huriyenin geceliğinde çiş yoktu, kanepede vardı. Bana mı öyle geldi? Yoksa tuvalette üstünü mü değiştirdi?

Yataktaki çiş o anın çişi değil aslında. Keşke öyle olsaydı, o zaman Muko’nun bayıldığı kanepesinin alt katmanlarına nüfuz etmemiş olurdu. Çarşaftaki ıslaklık da görece kurumuş bir ıslaklık, hatta sette yeni bir ıslaklık gibi görünmesin diye özel olarak çaba gösterdik. 

Unutmam şarkı söz ve müziği size ait. Şarkı yazmaya nasıl başladınız?

Her şey yıllar önce kendime şu soruyu sormamla başladı: Bana piyasaya şarkı yapma görevi verseler, neler yapardım? Sonra birtakım denemelerde bulundum. Baktım, çok zevk alıyorum devam ettim. Nargile Kafe’de pop-arabesk bir şey çalması gerekiyordu, ona uygun bir şarkı yaptım. Unutmam da Tufan’ın tam arabasında dinleyebileceği tarzda bir şarkıydı. Şimdi kendi zevkime hitap eden türde şeyler de yapmaya çalışıyorum.

Eskişehirde çekim yapma fikri nasıl ortaya çıktı? Eskişehirin çekimlere nasıl katkısı ya da zararı oldu?

Senaryomun ilk hâli İstanbul için yazılmıştı. Sonra iş ciddiye binince İstanbul’da çekim yapmaktan korkar oldum. Zaten ilk film yeterince zor bir iş, İstanbul da trafiğiyle, masraflarıyla bu zorluğu katlayabilirdi. Senaryoyu okumuş olan ve o sırada Eskişehir’de yaşayan bir arkadaşım hikâyenin Eskişehir için çok uygun olduğunu söyledi. Üstüne üstlük Eskişehir’in genel olarak huzurlu bir yapısı olduğundan, çekim sürecinin orada çok daha sağlıklı geçebileceğinden söz etti. Daha önce Eskişehir’e iki kez gelmiştim ve kanım çok ısınmıştı. Tekrar gelip mekânlara alıcı gözle baktığımda filmi orada çekmek istediğimden emin oldum. Şehri ve mekânları senaryoya katarak revizyonlar yaptım, dokusu hikâyemize çok yakıştı. Eskişehir hakikaten çok güzel bir şehir. Otantize etmeye çalışan bir tavırla söylemiyorum bunu, İstanbul’da yaşayan pek çok insanın şaşırarak bakacağı bir tahammül düzeyi ve sükûnete sahip. 

Size kimler, nasıl destek oldu?

Kararı vermemizin ardından destek arayışına girdik. Bu arayışımızı yanıtsız bırakmayan çok değerli sponsorlarımız oldu. Türkiye Otelciler Birliği Eskişehir Temsilcisi Kaan Erdin’in ismini özellikle telaffuz etmek istiyorum; çünkü bana ilk inanan kişi oydu. Onun dışında Abacı Grup, Espark, Odunpazarı Belediyesi, Teras Balık ve Memphis’in de çok değerli destekleri oldu. Tabii Eskişehir halkını da unutmamak lazım. Özellikle Kırmızı Toprak Mahallesi’ndeki Doğuş Apartmanı sakinleri çok anlayışlıydılar. Evde çalışırken mümkün olduğunca dikkat etmeye çalışmış olsak da o kadar kalabalık ile muhakkak rahatsızlık vermişizdir. Komşular şikâyete geleceğine ziyarete geliyorlardı. Hatta bir ara yan komşudan sarma mı geldi, öyle bir şeyler oldu sanırım. Başım çok kalabalıktı sarmayı net hatırlayamadım şimdi ama cam bir tepsi içinde üstü beyaz kremalı, hindistan cevizli bir tatlı gördüğümden hatta bir parça yediğimden eminim. (Gülümsüyor) Bence, En İyi Film Ödülü’nde genel olarak Eskişehir’in payı büyük.

Bundan sonra neler olacak? Sırada yeni film senaryosu var mı? Konusu nedir?

Var tabii ki. Birden çok var hatta. Konularını daha sonra açıklayayım.

İlk filmini çekmek isteyen yönetmenlere ne söylemek istersiniz?

İyilik üzerine film yaparken bile kötülük denen şey üzerine düşünmekten hiç vazgeçmesinler. (Gülümsüyor) Sete girmeden önce atasözlerini şöyle bir tarasınlar, orada çok faydalı öğütler var.

Deneyimlerimizi yapıcı yerlere evriltmek şart

Peki, karganın ölümü nasıl gerçekleşti?

Atom, çekimlerimiz boyunca gayet iyi durumdaydı. Hatta kendisiyle yaptığımız son çekim gününde en hareketli sahnelerinden birini (salonda yürüme sahnesi) gerçekleştirdik. Elimizde o güne ait dışkı görüntüleri de var ve gösterdiğimiz uzmanlar sağlıklı bir dışkı olduğunu söylediler. Olay, son çekim tarihinden günler sonra, yani çekim faaliyetinin dışında gerçekleşti. Aslında ‘mış’ demem lazım; çünkü bir yönetmen olarak hem fiziksel hem zihinsel açıdan olayın çok dışındaydım. Haber geldiğinde sette bambaşka işlerle ve sahnelerle uğraşıyordum. Haberi getiren arkadaş ‘yıkılmayayım’ diye meğer bana bu durumu saatler sonra söylemiş ve söylerken de büyük tedirginlik içindeydi.

Veterinerlerimizin sorumluluk alanları dışında kargalarla ile ilgili tüm ihtiyaçlardan, bilgi akışından o sorumluydu. Fakat nasıl olduysa aynı arkadaşın ismi, benim bizzat sette karganın boğazını sıktırttığımı iddia eden metinde, o halüsinasyon uzmanı ve mizah yüklü arkadaşların arasında da geçiyor. (Gülüyor) Valla benim yanımda birisi küçücük bir hayvana öyle bir şey yapsa ben o sette bir dakika durmaz, orada durmaya devam eden kişilerin de yüzüne bakmazdım. Bu arkadaşlar bunun yerine setin son gününe kadar şu an arşivimizde bulunan neşeli pozları çektirmeye devam ettiler. Hadi çeşitli çıkarlar yüzünden durdular diyelim, böyle ‘vahim’ olayların olduğu bir sette nasıl o kadar eğlenebildikleri ise ayrı bir merak konusu. 

Bu konuya dışarıdan bakan, hayvanları korumaya niyetlenecek kadar vicdanlı ve adaletli bir zihin ne yapar? “Bu nasıl iş” der. “Kargalarla ilgili tüm bilgi akışını sağlamakla mükellef kişi nasıl oluyor da aynı zamanda yönetmeni kargayı öldürmekle suçlayan kişi oluyor, o metinde adı geçen diğer kişiler yönetmene ölüm haberini getiren kişiyle nasıl aynı metne imza atıyor” der ve o metni baz alarak saldırıya geçmezler. 

Çoğunluk böyle düşündü ve söylenenlere prim vermedi zaten, hatta çoğu meslektaşım bu iddialarla dalga geçti ama hiçbir şey sormadan salt saldırmaya odaklanmış kişiler de oldu. En ilginci ise bu insanların bir hayvanın hakkını savunmaya çalışırken aşırı şiddet ve küfür, hatta cinsiyetçi küfürler içeren sözcükler sarfetmeleriydi. Sonradan silenler de oldu ama biz hepsini arşivledik.

Bu tarz insanlara ne anlatsan da bir faydası yok; çünkü onlar zaten sizin o hayvanı bizzat öldürdüğünüze inanmayı istiyorlar. Hatta en ağır işkenceyi yaptığınıza inanmak istiyorlar; çünkü bu hayatta onlardan başka herkes cani, herkes hayvan katili. İnsan olarak bir hayvanı sevmek, ona şefkat gösterip korumaya çalışmak, onun iyiliğini istemek, kendini bir hayvandan ayrıcalıklı görmemeyi öğrenmeye çalışmak sadece onların başarabileceği bir şey!

Bir yerlerde hayvanlarla ilgili şaibeli bir haber duysalar da birilerine saldırarak evrene ne kadar duyarlı, muhteşem insanlar olduklarını haykırsınlar istiyorlar. İşin ilginci, bunu sadece güçlerinin yeteceğini düşündükleri kişi ve odaklara yapıyorlar. Bu kişilerin çok daha tartışmasız ve makro konularda bilinçli olarak sustuklarını da gözlemleyebiliyorsunuz. Daha önceden farketmiş olduğum ama ancak bu süreçte tespitini yapabildiğim bir şey de var: Sadece hayvanlarla ilgili değil, genel olarak hak savunuculuğu yaparken her bir tarafından böbürlenme akan, bunu bir gösteriye dönüştüren insanlardan uzak durmak lazım.

Ben ırkçılık karşıtıysam bundan ayrıca bir gurur duymam çünkü bu zaten olması gerekendir. Adalet, vicdan, barış falan savunuyorsam, dünya daha güzel bir yere gitsin istiyorsam bunun için kendime puan vermem. Tokatlı olduğum için, otuz beş yaşında olduğum için, düz saçlı olduğum için kendime eksi ya da artı herhangi bir puan vermiyorsam burada da öyle bir çabaya girilmesini, insanların kendilerine böylesi büyük anlamlar atfetmesini garip buluyorum. Bence bu gurur, farklı bir ezme ezilme dinamiği oluşturuyor ve insanları saldırganlaştırıp yargısız infaz yapan aktörlere dönüştürebiliyor.  

Tekrar konuya dönecek olursam, o acı durumun filmimizin sahneleriyle, senaryomuzla hiçbir alakası yok. Bunu daha önce de söylemiş olmamıza rağmen bizimle hiçbir iletişime geçmeden “Filmin senaryosu için hayvan feda edildi” minvalinde konuşan ve ısrarla olayın çekim esnasında gerçekleştiğine inanmak isteyen insanları kınıyorum. Sürekli vicdandan bahsedip bir yalanı yeniden üretip yargısız infaz yapacak kadar vicdansızlaşma durumunu ise anlayamıyorum.

Yakın zamanda devlet kanallarınca idari bir soruşturma yürütüldü ve bu soruşturmada ortaya atılan iddiaların dayanaksız olduğu bir bir kanıtlandı. Yani başta ‘kötü muamele’ olmak üzere pek çok yalan ortaya çıktı. Bu konuda doğrudan ya da dolaylı yoldan ithamda bulunmuş herkesin ‘basın yoluyla iftira’ suçu işlediği netleşmiş oldu. 

Ben kendime yaklaşmak için sinema yapıyorum. Kendime söylediğim yalanlar azalsın diye çıktığım bu yolda çıkış sebebime ihanet edecek değilim. Bu noktadan sonra isteyen inansın isteyen inanmasın. Yine de konunun detaylarını öğrenmek isteyenlere kapımız hâlâ açık. Vicdanımın neden rahat olduğunu, daha önemlisi neden rahat olması gerektiğini, tarafımıza karşı neden böyle bir tezgâh kurulduğunu çıkardığımız ilişki haritalarıyla, kanıtlarıyla, belgeleriyle, fotoğraf, video ve yazışmalarla destekleyerek anlatmaya hazırım. Bu daveti daha önce de yapmıştık, iştirak edenler de oldu sağ olsunlar. 

Çekim esnasında zarar görüp görmemelerinden bağımsız olarak sinema filmlerinde hayvanlara hiç yer vermemek gerektiğini savunan kişi ve oluşumlar da var. Bu tartışmayı değerli buluyorum. Kimi yönetmen arkadaşlarım da şahittir, daha kimse üzerime çullanmamışken benim de bu konuya kafa yorduğum olmuştu. Tabii zor ve çetrefil bir konu, üzerine sistemli şekilde düşünmeden net ifadelerde bulunmak doğru olmayabilir ama bu konuyu saldırganlık malzemesi yapmayan samimi insanların görüşlerini de her fırsatta dinlemek lazım. 

Hak savunuculuğu konusunda daha fazla düşünmek, konuşmak, tartışmak lazım. Deneyimlerimizi yapıcı yerlere evriltmek şart. Hayvan hakları savunucuları dünyayı hayvanlar için daha güzel bir yer hâline getirmek istiyorlar, hangi aklı selim yönetmen böyle bir amaca karşı çıkar ki? Dünyayı hayvanlar için daha iyi bir yer haline getirmek, önce insanı dönüştürmekle, bilinçlendirmekle mümkün. İnsanı dönüştürmek hedeflenirken onun çarpık ahlakıyla yola çıkılmaz. İftirayla yalanla güzellik inşa edilmez.


* https://yesilgazete.org/blog/ 2018/04/20/sinemaci- kadinlardan-cinsiyetci-dil- ile-kadin-yonetmenleri- elestiren-sinema-yazarina- ortak-mesaj/

** https://www.youtube.com/watch? v=7mfNiHXnDBw

*** https://www.youtube.com/watch? v=VkoYhAkXkDY

Yazarın Diğer Yazıları

İran’ın cesur kadınları: Jin, Jiyan, Azadi!

Çoğu İranlı temel özgürlükler ve demokrasi uğruna canını feda etti

Mad Pride ya da ‘Delilerin’ Onur Yürüyüşü

Mad Pride’ın amacı stigma ile mücadele etmek, ‘delilerin’ haklarını savunmak, çeşitli politikalara etki etmek, beraberce güçlenmek, bazen biraz eğlenmek ve misal ‘psikopat’, ‘manyak’, ‘şizo’, ‘deli misin nesin’ demeden önce bir kez daha düşünmeyi hatırlatmak

LGBTİQA+ hakları insan haklarıdır!

Kendimiz dışındaki insanların var oluşlarını öldürmeye yeltenmekle övün(e)memeliyiz, bundan olsa olsa utanç duyulur.