Türk-Kürt meselesinde yaklaşık iki yıldır fiili ateşkes var. Birkaç istisnai tatsız olay dışında Devlet-PKK çatışması durmuş durumda. Ayrıntılara vakıf değiliz ama Öcalan ve PKK ile MİT üzerinden devlet / hükümet arasında kritik bazı görüşmelerin yapıldığı biliniyor. Hükümet, önümüzdeki dönemde yeni adımlar atacağına dair işaretler sunuyor. Hükümete yakın kimi yorumcular, “bu iş 2015’te genel seçimlerden önce bitecek” diyor.
“Kan akmasın, çocuklarımız ölmesin, barış olsun” diyen herkes, tabii ki bu fiili ateşkes durumundan gayet memnun ve bu meselenin sahiden çözülmesini / bitmesini bekliyor.
Peki bu çözüm sürecinde ne durumdayız gerçekten? Yorumlar muhtelif. Hükümet / AKP çevrelerine göre her şey yolunda. Öcalan’a göre çeşitli sıkıntılara rağmen yeni aşamalara geçiliyor, desteklenmesi, sahip çıkılması gerekiyor. Gerçi diğer PKK liderlerinden zaman zaman oldukça sert eleştiriler yükselmiyor değil, ama onlar da Öcalan’ı izliyorlar sonuç olarak. HDP, başından beri sürece epeyce angaje durumda ve umutlu görünüyor. Diğer sol yapılar, çözüm sürecine dair çok kuşkucu ve sinik bir tavır içindeler. Çoğuna göre, bu Erdoğan / AKP ile hiçbir şey görüşülmez. “Müzakere yanlış, mücadele gerekli” diyorlar ya da demeye getiriyorlar. Milliyetçi / ulusalcı / faşizan çevreler için ise “çözüm süreci” lafının bizatihi kendisi zaten vatana ihanet ve “Erdoğan / Öcalan el ele bölecekler ülkeyi”.
Çözüm süreci denilen süreçte gerçekten neler oluyor, nelerin pazarlığı yapılıyor, nelere nasıl karar verildi / veriliyor, nasıl bir aşamalandırma yapıldı? Taraflar ve genel olarak toplum nasıl, ne zaman ve hangi mekanizmalar kullanılarak bir ikna süreci yaşayacak? Bunları ancak basına yansıdığı kadarıyla bilebiliyoruz. Doğrusu çok az biliyoruz ve bu bilgiler çok muğlak. Bir yandan elimizdeki bu az ve muğlak bilgilere, bir yandan da bu tür çatışmalı süreçlerden barışma süreçlerine geçerken dikkat edilmesi gereken hususlara dayanarak, 2015’te nihayetleneceği söylenen bu çözüm sürecini bir değerlendirmeye alalım.
Türk-Kürt meselesi gibi en azından 90 yıllık bir tarihi olan ve bunun son 30 yılında 50 bin civarında insanın hayatını kaybetmesine yol açmış çok katmanlı, devasa bir meselenin çözümünden bahsediyorsak, tarafların ve genel olarak toplumun teşhis konusunda kısmi de olsa bir ortak zemine basması gerekir. Teşhis konusundaki bu ortak zemin üzerinden bir takım tedavi yolları geliştirilebilecektir. Ortak teşhis yoksa ortak tedavi (çözüm) de olamayacaktır.
Şiddetsizlik
Bu meselenin son dönemeci olan, son 30 yıllık PKK isyanı kısmında binlerce insanımızı kaybetmemize, çok daha fazlasını ciddi derecede örselememize neden olan şiddet ögesi, ortak teşhis ayaklarından biri olmak zorundadır. Her iki taraf da bu meselenin şiddet yoluyla çözülemeyeceğine, şiddetin bu aşamadan sonra meseleyi daha da kangren haline getireceğine ikna olmuş olmalıdır ki barışçı çözüm için gerekli (ama yeterli olmayan) ilk itki bulunabilsin. Gelinen noktada açıktır ki bu meselenin şiddet üzerinden çözümünü yeniden dayatmak, psikolojik olarak epeyce uzaklaşmış iki kesimin fiziksel olarak da birlikte yaşamak istemeyecekleri, ama bunu da anlaşmalı boşanma kıvamında yapamayacakları, birbirlerinin çok daha fazla canını yakmaya çalışacakları bir kâbus senaryosu olacaktır.
Şiddetsizlik ekseninde iki yıldır eskiye göre çok daha iyi bir noktada olduğumuz söylenebilir. İki taraf da şiddetsizlik önkoşuluna büyük ölçüde uymaktadır. Ama bu şiddetsizliğin geldiğimiz noktada ilkesel bir tutumdan çok, pragmatik bir tavır olduğunu kaydetmek gerekir. İlkesel bir şiddetsizlik rotasına girilmediği sürece de çözüm yolu hep kırılgan olacaktır. O yüzden birçoklarının iddia ettiği gibi çözüm süreci hiçbir şekilde geri dönüşsüz bir noktada değildir. Her iki taraf da birbirine pek güvenmediği için işler bir noktada sarpa sararsa tekrar şiddet yoluna sapabilme ve bunu kendi kitlelerine anlatabilme imkânlarına sahip olmayı sürdürmeyi tercih etmektedirler.
Eşitlik
Şiddetsizlik tutumunun ilkesel bir şekle bürünmüş olması durumunda bile kalıcı ve adil bir barışçı çözüm için yeterli olmayacağı açıktır. Çünkü son 30 yılın şiddeti, meselenin nedeni değil sonucudur. Meseleyi tabii ki daha da ağırlaştıran ve yeni boyutlar ekleyen bir yanı vardır şiddet ögesinin, ama bu meselenin kökensel nedeni eşitsizliktir. Türklerle Türk olmayanlar, Türkçe ile bu topraklarda konuşulan diğer diller arasında Cumhuriyet’in başından beri var olan ağır eşitsizlik. Kürtler ve Kürtçe, Türk ve Türkçe olmayanlar arasında çeşitli nedenlerle asimilasyona direnebilmiş ve isyan etme takati bulabilmiş en büyük öbektir sonuçta. [Din, mezhep, cinsiyet konumları üzerinden yürüyen eşitsizlik-temelli diğer sorun yumaklarını şimdilik bir kenarda bırakıyorum].
Kürtler büyük bedeller ödeyerek, “Türkiye Türklerindir” küstahlığını bir kofluğa çevirmeyi başarmışlardır. Bu koflaşmayı görmeyip, küstahlıkta devam etmek, yani eşitsizliği giderecek ciddi / radikal reformlar yapmamak, er geç çözüm sürecinin yıkılması anlamına gelecektir.
Bu eşitsizliğin giderilmesi konusunda Kürt tarafının tavrı ve talepleri yeterince açık. Özeti birkaç maddeye indirilebilir:
- Yurttaşlığın Türklükle tanımlanmasına son verilmesi. İlgili anayasal ve yasal değişiklikler. Anayasa, yasalar ve uygulamalar açısından Türk olsun olmasın bütün yurttaşların sahiden eşit olması. Türkiye’nin sadece Türklerin değil, üzerinde yaşayan bütün yurttaşların olması.
- İster yerel yönetimlerin güçlendirilmesi deyin, ister demokratik özerklik, ister bölgesel özerklik; kimi merkezi devlet yetkilerinin yerele devri. Bu “yerel”in hangi büyüklük ve düzeylerde tanımlanabileceği ayrı bir tartışma konusu olabilir; ama çoğu konuda (örneğin sağlık ve eğitim) köy / şehir / bölge yereline yetki devri.
- İster anadilde eğitim deyin, ister belli yoğunlukta bir talep olduğunda talep olunan dilde eğitim hakkı deyin; Kürtçe dâhil Türkiye’de konuşulan Türkçeden başka dillerin de kamu okullarında eğitim dilleri arasına katılması. Bunun da çok çeşitli ve çoklu yöntemleri tartışılabilir.
Bu üç maddenin ve onların alt açılımlarının hayata geçirilmesi Türkiye için oldukça radikal, demokratik değişiklikler anlamına gelecektir ve kuşaklar-boyu sürdürülen bir çok yalanın ve ezberin bozulmasını gerektirecektir. Dolayısıyla işin bu kısmı en zor kısmıdır ve bu taleplere toplumun hazırlanması çok ciddi ve sistematik bir çalışma gerektirir. Aksi takdirde savunmacı, kışkırtıcı, şiddetperver milliyetçi tepkiler, hele Türkiye gibi bir ülkede, işten bile değildir ve bin bir zorluklarla inşa edilen ortak zeminler hızla dağılabilir.
Barışçı çözümün ikinci önkoşulu olarak eşitsizlik üzerinden baktığımızda, mevcut sürecin şimdiye kadar burada sıraladığım taleplerin yerine getirilmesi konusunda genel topluma yönelik bir pedagoji geliştir(e)mediğini görüyoruz.
Türklerin / Türkçenin üstünlüğü kabulünün bilinçli / bilinçdışı yollarla tesis edildiği Türk çoğunluk, o hâkim konumundan nasıl vaz geçecek de kendisini Türk-olmayanlarla eşdeğer görmeye başlayabilecektir?
Türk-Kürt meselesinin yakın / uzak tarihiyle, eşitsizlik meselesiyle yüzleşmeden bu hâkim konumdan vaz geçmek mümkün olabilir mi?
AKP Hükümeti bu çözüm sürecinin başından beri, ısrarlı çağrılara rağmen herhangi bir yüzleşme mekanizması kurmayı kabul etmemiştir. O zaman akla birkaç seçenek geliyor:
- AKP’nin “çözüm”ü şiddetsizlik ilkesini içermekle birlikte, eşitlik ilkesini içermemektedir. Çok kısmi ve yüzeysel bazı değişikliklerle yetinilmesi düşünüldüğü için kapsamlı bir yüzleşmeyle toplumu hazırlamak gibi bir dert yoktur. Bu durumda çözüm süreci, AKP’nin zaten diline doladığı gibi aslında büyük ölçüde bir terörü bitirme sürecidir. Eğer buysa durum - ki bence şimdilik en gerçekçi seçenek buymuş gibi görünüyor – yükseltilen umutlar hayal kırıklığına uğradığında ortaya çıkacak yıkıcı öfkenin başımıza neler getirebileceğini şimdiden düşünmek gerekir.
- “İyimser” bir bakışla, AKP’nin aslında şu an bizim göremediğimiz ama yakın zaman içinde aşamalar şeklinde yürürlüğe koyacağı bir eşitlik ve eşdeğerlilik programı vardır, ama kendisine, kitle desteğine ve yönetim tarzına o denli çok güveniyordur ki bu programa toplumu hazırlamak gerektiğini düşünmüyordur. Ateşkesin, medya üzerinden kamuoyunda Öcalan’ın imajının olumluya doğru çevrilmesinin vb bu radikal eşitlik programının toplumca sahiplenilmesine yeteceğine dair bir fantezisi vardır. Eğer böyle bir şuursuzluk söz konusu ise, sistematik bir yüzleşme olmadan yapılmaya kalkılacak radikal reform hamlelerinin Türk milliyetçiliğinin kışkırmaya hazır salvoları karşısında alabildiğine kırılgan ve çaresiz bir halde kalmasını bekleyebiliriz.
- Taraflar, orta / uzun vadede kendi çıkarlarını maksimize edebilecekleri hesabıyla, kısa vadede dar alanda paslaşmalarla durumu idare etmeyi, oyalanmayı ve oyalamayı, birbirlerini kullanmayı şu anda en rasyonel yol olarak tercih etmektedirler. Eğer buysa durum – ki şu anda en uzak seçenek gibi durmaktadır – taraflar şimdilik durmaları gerektiğini bilmek dışında ne yapacakları konusunda el yordamı düzeyindedirler ve sürecin nasıl gelişeceği büyük ölçüde belirsiz ve bu yüzden de bir o kadar kırılgandır, her an her şey olabilir.
Bu seçeneklerden bir tanesi ya da birden çoğu aynı anda değişik dozlarda yürürlükte olabilir. Her üç seçenek de bize sahici, samimi, derinlikli, adil ve kalıcı bir barışı vadetmiyor.
Peki bu yüzden müzakereyi bırakıp mücadeleye mi bakalım?
Müzakeresiz bir mücadele epeyce ergence bir tavırken; mücadelesiz bir müzakerenin yolu da ister istemez konformizme (uyumculuğa) çıkar.
Dolayısıyla ihtiyacımız olan, şiddetsizliği ilkesel düzeyde savunan, ısrarlı, tutarlı, kitlesel bir eşitlik mücadelesinden gücünü alan şeffaf, denetlenebilir, eleştirilebilir müzakere mekanizmalarıdır.
Bu tür bir müzakerenin ödünsüz bir biçimde peşinde olması gereken en önemli halka ise kapsamlı / sistematik bir yüzleşme olmalıdır.
Değişik boyutlarıyla yüzleşme meselesi ise, sonraki yazılarda…
[email protected]
@PakerMurat