11 Mart 2018

Din, toplum ve Cumhurbaşkanı'nın son açıklamaları: Kısa bir görüş

Cumhurbaşkanı’nın müdahalesi sorunu çözmeye katkı sunmadı, tersine daha da derinleştirdi ve karmaşıklaştırdı

8 Mart Kadınlar Günü vesilesiyle yaptığı konuşmada Cumhurbaşkanı Erdoğan, son zamanlarda İslam ve özellikle “kadınlar, çocuklar ve cinsellik” üzerine yapılan tartışmalara müdahale etti. Bazı popüler vaizleri, kamuoyunda haklı olarak büyük tepki uyandıran yorumları nedeniyle eleştirdi. Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)’i de eleştirdi ve göreve çağırdı. “Usule” uygun ve doğru yorumlar yaparak “meydanı boş bırakmamaya” davet etti. Yani hem sorumlu hem de çare olarak DİB’i gösterdi.

Cumhurbaşkanı’nın (CB) müdahalesi sorunu çözmeye maalesef katkı sunmuyor. Tam tersine sorunu daha da derinleştirdi ve karmaşıklaştırdı. Nedenleri bence kısaca şunlar.

1. CB bu açıklamalarıyla siyasi otorite adına DİB’e (ve daha da vahimi ilahiyatçılara) dini konularda direktif vermiş oldu. En azından bu izlenim verildi. Dolayısıyla bu kurumların bundan sonraki görüşlerinin esnekliği, inandırıcılığı ve meşruiyeti daha baştan zedelenmiş oldu. DİB bundan sonra İslam adına dünyanın en ilerici yorumunu bile yapsa, bunu siyasi baskı sonucu değil de sadece dini açıdan doğru olduğu için yaptığını iddia etmek çok daha zorlaştı. Aynı durum muhafazakâr yorumlar için de geçerli olacak. Dolayısıyla niyet olumlu bile olsa bu müdahalenin bu şekilde yapılmaması gerekirdi.

2. CB haklı olarak “zaman değiştikçe dini kuralların yorumları da değişir, güncellenmeli” dedi. Sonra da “doğru” yorumları yapmak üzere DİB’i yani kendi emrindeki bürokratik bir kurumu göreve çağırdı. Peki ama:

(a) Din zaman içinde güncellenmesi gereken bir şey olduğuna göre o zaman belli bir anda tek bir doğru yorumu olabilir mi?

(b) DİB’in yapacağı yorumun doğru yorum olduğu nasıl ve kime göre iddia edilebilir? DİB’in yorumlarının zaman içinde “doğru yönde” değişmesi nasıl sağlanacak? Siyasal iktidarların atamalarıyla mı?

(c) Eğer DİB toplumun çoğunluğunun katılmadığı bir yorum yaparsa ne olacak? Son dönemde DİB bu tür, “zamana” (bir başka deyimle “çağdaş” yaşam), çocuk ve kadın haklarına aykırı, tepki çeken birçok görüş bildirdi (kimilerine göre fetva verdi). Örnekler çok:

http://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-42552621

http://www.sozcu.com.tr/2018/gundem/son-10-yilda-diyanetin-tartisma-yaratan-fetva-ve-aciklamalari-2159458/

3. CB ertesi gün “bu konularda konuşma yetkisi benim değil.. ben Diyanet İşleri Başkanı değilim, cumhurbaşkanıyım” dedi. Eğer din ve ahlak konularında sık yorum yapmayan bir siyasetçi olsaydı bu, dinin siyasetten bağımsız olarak güncellenmesi ve toplumsal barış adına olumlu karşılanabilirdi. Ama tam tersine gerçek şu ki CB, haklılığını savunmak için sık sık dinî ve ahlakî tezler öne süren, din, ahlak ve toplumsal yaşam konularında toplumu geren ve kutuplaştıran yorumlar veya imalar yapabilen bir siyasetçi.

4. İktidar uzun zamandır, kendisini destekleyen dinî cemaatleri ve tarikatları hiçbir özel denetime ve şeffaflığa tabi tutmadan devlete ve bürokrasiye sokuyor. Eğitimden sağlığa birçok alanda etkinliklerini artıran politikalar uyguluyor. Devlet kaynaklarını kullanarak toplumsal yaşamı, din ve ahlak anlayışını yeniden biçimlendirmeye yönelik çalışmalar yapıyor. Toplum içinde ve medyada, dış politikadan sosyal yaşama kadar hemen her konuda din adına iddialı ve tartışmalı yorumlar yapan birçok kişinin türemiş olması, bu politikaların sonucu. İktidarın yıllardır uyguladığı bu politikaların cesaretlendirmesiyle ortaya çıkmış olan bir durum. 

Dolayısıyla CB’nin “ben Diyanet İşleri Başkanı değilim, cumhurbaşkanıyım” demesi aslında bu konuda da hesap vermemesi, sorumluluğu bu sefer de DİB’e yüklemesi anlamına geliyor.

5. En önemlisi CB, sorunun gerçek çaresi olan ve korumakla mükellef olduğu en önemli ilkeyi, yani laikliği bir kez bile anmadı. Oysa laiklikten tam da bu sorun bağlamında mutlaka bahsetmesi gerekirdi.

CB’nin her şeyden önce Türkiye’nin laik bir devlet olduğunu, kimsenin İslam veya başka bir din adına vatandaşların özgür vicdanlarının üstünde bir yorum yapma hakkına sahip olamayacağını söylemesi gerekirdi. Laik devletin de bunun güvencesi olduğunu ve korunması gerektiğini hatırlatması yerinde olurdu.

Kadın haklarının ve toplumsal barışın Türkiye’deki en büyük güvencesi laiklik ilkesi.

6. Laik bir ülkede DİB gibi dinî—üstelik sadece Sünni Müslümanlığı ve onun belli bir yorumunu temsil eden-- bir kurumun var olması, devlet adına yetki ve kaynak kullanması başlı başına bir çelişki ve sorun.

Demokratik ve özgürlükçü bir laiklik anlayışı adına, DİB konusunda üç tür reform yapılabilir.

(i) DİB kaldırılabilir.

(ii) DİB devletten bağımsız, devletten sadece yardım alan veya tamamen bağışlarla finanse edilen özerk bir kurum olarak yeniden düzenlenebilir. DİB’in faaliyetleri mükelleflerin gönüllülük temelinde ödediği vergilerle finanse edilebilir.

(iii) DİB’in devlet içinde ve genel bütçeden ama daha tarafsız, eşitlikçi ve temsiliyetçi şekilde yeniden düzenlenmesi sağlanır. Yani Sünni İslam’a sağlanan imkân, hak ve kaynakların orantılı bir biçimde Türkiye’de yaşanan diğer din ve mezhep gruplarına da sağlanması yönünde reformlar yapılabilir.

(ii) ve (iii) aynı anda da yapılabilir.

Bu DİB reformları yanında devletin her alanında, ama özellikle eğitimde işin liyakat temelinde ehil ellere verilmesi, bu bağlamda cemaatlerin din ve vicdan hürriyeti sınırları içinde denetlenmesi olmazsa olmaz bir gereklilik.

Bunlar olmazsa laiklik ilkesinin, din, devlet ve toplum ilişkilerinin ve toplumsal hayatın olumsuz etkilenmeye devam etmesi kaçınılmaz.

CB’nin açıklamaları bu konularda da maalesef hiçbir çözüm önerisi, açılım veya projeyi içermiyor. Dolayısıyla topluma herhangi bir aydınlık gelecek vaadi ve ümidi de sunamıyor.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

31 Mart: 2017’nin rövanşı ve 2030’ların kuluçkası

2017’de tüm anti demokratik dezenformasyon koşullarına rağmen halkımızın yüzde 49’a yakını ‘Hayır’ diyebilmişti. İstanbulluların ise yüzde 51.35’i ‘Hayır’ demişti. 31 Mart’ta bu oranın azalmak şöyle dursun, artması gerekir

Fikir, cesaret ve gerçek muhalefet

Gerçek muhalefet askeri ve teknik konularda akılcı ve teknokrat eleştirilerden ibaret kalamaz. Başarılı olmak için mutlaka siyasi bir duruşa ihtiyaç duyar

Kürt Sorunu'nu konuşamamak ve gerçek muhalefet boşluğu

HDP, şimdi DEM Partisi, CHP dışındaki diğer partiler gibi "önce parti sonra demokrasi" demek eğiliminde gözüküyor. Zor bir karar. İstanbullu veya Ankaralı Kürtler muhalefete, yani Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş'a oy vererek önümüzdeki dört sene en azından yerelde nefes almayı ve demokratik bir alternatif yönetime sahip olmayı, bunun ülke çapında demokratikleşme için bir temel olmasını umabilir. Ama Diyarbakır'dakiler yereldeki iradelerinin kayyım atamasıyla gasp edilmemesini nasıl umabilir? Önümüzdeki dört sene boyunca çözüm için bir şeyler yapılmasını nasıl umabilir?