28 Ocak 2018

Rehineye mektup

Sana o gülümsemeyi yeniden başarabileceğime beni inandırman için ihtiyacım var...

ŞEHİR TELLALI

New York - Londra - Roma 

 

 

Bu mektup Lizbon’dan. Rıhtıma paralel Cennet Sokağı’nda bir balıkçı dükkânının tahta masalarından birinde kazılı. Küçük Prens’in yazarı, uçmayı 12 yaşında öğrenen pilot, faşizme karşı savaşırken hayatını kaybeden Fransız yazar Antoine de Saint-Exupery’nin ünlü çocuk kitabı Küçük Prens’i yazdığı yıl kaleme aldığı “Rehine’ye Mektup” adlı eserinden:

Portekiz genişleyip yayılmaya devam eden canavarı görmemezlik içinde. Hem de bütün çabasıyla. Portekiz sanattan söz ediyor. Hem de çaresiz bir özgüven gösterisiyle. Hani bu sanat mezhebini kim yok etmeye cesaret edebilir dercesine. Bütün hazinelerini ortaya sermiş. Bu hazineleri yok etmeye kim kalkabilir? Bütün büyük adamlarını sergiye açmış. Ordusuzluğun yerine. Top tüfeksizliğin yerine. Mermer korumalarını  – şairlerini, kâşiflerini- işgalcilerin demir tanklarına karşı sıralamış.  Ordusuzluğun, top tüfeksizliğin yerine Portekiz’in bütün geçmişini siper etmiş. Böyle dev bir unvan tarihini kim yok etmeye cesaret edebilir?

İşte ben de her akşam bu, her şeyi, hatta bahçelerin üzerinden hani bir fıskiyenin sade şarkısı gibi hafif hafif kayan müziği dahil, mükemmel bir zevkle, büyük bir özenle seçilmiş muhteşem gösterinin başarısı arasında hüzünle dolaştım. Bu mükemmel orantıyı dünyadan nasıl yok edebilirler?

Fakat Lizbon’u bu gülümsemenin altında benim ışıksız şehirlerimden çok daha karanlık halde buldum. ... Portekiz fenerlere ve müziğe bürünüp mutluluğa inandığını kanıtlamaya çalışıyordu. Lizbon belki tanrıyı kandırırım umuduyla bir  mutluluk oyunu tutturmuştu.

Lizbon hüzün havasını mültecilerine borçluydu. Sözünü ettiğim şey yok edilme tehdidi altında sığınak arayanlar değil. Bir yer arayan göçmenlerden de söz etmiyorum. Sözünü ettiğim mülteciler paralarını güvenceye almak için ülkelerindeki sefaletten kaçanlar… Her gece Estoril Gazinosu hayaletlerle dolu. Sessiz cadillaclar onları, sanki gezmeye gidiyor havası içinde giriş kapısının önünde kuma bırakıyor. Akşam yemeği için giyinmiş süslenmiş, fraklara, incilere bürünmüş halde. Söyleyecek lafları olmadığı halde kuklalar ziyafetine birbirlerini davet etmişler. ...Yuvarlak masaların etrafında birikip... Umut, korku, kıskançlık ya da kutlama duygularını yeniden yaratmak için ellerinden geleni yaparak, hani sanki hakikaten hayattaymışçasına birbirlerine sokuluyorlar. Ve sanki hâlâ büyük bir kıymeti kalmışçasına servetlerini kumara yatırıyorlar. Kullandıkları para birimi artık tedavülde değil. Kasalarını dolduran kağıtlarda belgelenen fabrikalarına ya çoktan el konmuş, ya bombardıman tehdidi altında yok edilmek üzere. ... Geçmişlerini sanki yeryüzü çatlamamışçasına, varlıklarının ilelebet süreceğini heyecanlarıyla garantileyerek  sürdürüyorlar. Her şey ne kadar gerçeküstü. Kuklalar dansına benziyor. Öyle acı. Belli ki hiç bir şey hissetmiyorlar. Onları bıraktım. Kumsala kıyıya bir nefes almaya çıktım. Ve o deniz, o deniz kaplıca, o uslu okyanus da aynı oyunun içinde geldi bana. Ay ışığı altında, yersiz bir gece kıyafeti gibi pırıl pırıl tek bir dalgayı körfeze itti.

...Özel sevgiler hangi gizli olaylarla oluşur, ve onlar üzerinden bir ülke aşkı nasıl doğar? Hakiki mucizeler pek gürültü çıkarmaz! Anlatmak istediğim o an için söylenecek pek az şey mevcut, ki ancak bir rüyada anlatmalıyım onu ve yüz yüze tekrar konuştuğumuzda ileride.

Savaş öncesiydi, Saone kıyısında, Taurnus yakınında. Tahta balkonu nehre bakan bir lokanta seçmiştik. Bir müşterinin bıçağıyla kazıdığı o masada iki kadeh rakı ısmarlamıştık. Doktor sana alkolü yasakladığı halde, bazı özel anlarda bu yasağa uymadığın olurdu. Neden özel diye sorgulamadan özel olduğunu bildiğimiz andı o an. Aldığımız zevk bizi saran aydınlığın kalitesinden daha ötede bir şeyden kaynaklanıyordu. İşte o özel ana rakı uyar diye düşünmüştün. İki mavna kıyıya yanaştığında onları da davet ettik. Oturduğumuz balkondan kadehlerimizle onlara işaret ettik. Geldiler. Öyle geliverdiler. Bu davet öyle doğaldı ki, dosthane davet, belki içimizdeki o saklı neşeyle beslenen. Kabul edecekleri belliydi. Ve hep birlikte kadeh kaldırdık.

Güneş mükemmeldi. Ilık balı, çalıların ve toprağın üzerinden karşı kıyıyı ufka kadar yıkıyordu. Keyfimiz giderek artıyordu, nedenini bilmeden. Güneş parlayarak kutsuyordu o anı, nehir coşkuyla akarak, bir iki atıştırmalık lokma lezzetiyle, balıkçılar davetimizi kabul ederek, garson kız keyifle yaptığı servisle her şey bir ebedi ziyafetteydi sanki. Sürekli bir medeniyetin sağlam sığınağında tümüyle huzur içindeydik. Bütün arzuların gerçekleştiği, birbirimize verecek hiç bir sırrımızın olmadığı o mükemmel alanın keyfini çıkarıyorduk. Saf, doğru, aydınlanmış ve hoşgörülü. Bize son derece açık şekilde görünen o gerçeğin ne olduğunu anlatmamız imkansızdı. Ancak, egemen olan duygu son derece kesindi, hem de sınanmış bir kesinlikti bu.

Dolayısıyla bizim içimizden evren iyi niyetini kanıtladı. Bulutların yoğunluğu, gezegenlerin katılığı, ilk amibin oluşumu ve nihayet insana varan o dev evrim süreci bizim içimizden yansıyan o zevk anındaydı. Sonuç kötü sayılmazdı.

Kısacası o sessiz anlayış ve neredeyse o töre anının keyfini çıkardık. ...işte bu keyif değil mi medeniyetimizin en kıymetli meyvesi? Totaliter diktatörlük maddi ihtiyaçları temin edebilir belki. Ama semirilecek sürü değiliz ki biz. Refah ve konfor bizi tatmin etmek için yeterli olsun. ...

İşte o yüzden... Sana çok ihtiyacım var. Varlığın bütün sebeplerin üstüne ... Bu ortak yolculukta elzem. Söz verilen o sıcaklığı bazen önceden hissetmek ve her zaman bizim olacak o randevuya kendimden çok güvenmeye ihtiyacım var… Sana ihtiyacım var, nefes almak için havaya nasıl ihtiyacım varsa. Yanında oturup, aynı Saone’da oturduğumuz gibi, dirseklerimi yine o eski tahta masaya dayayıp, iki balıkçıyı masamıza davet ederek, rakı kadehlerimizi tokuşturup o gün gibi gülümseyen huzur dolu.

Savaşırsam yine, biraz senin için de savaşacağım. Sana o gülümsemeyi yeniden başarabileceğime beni inandırman için ihtiyacım var... Çünkü bize bunu sen öğreteceksin... Sağlam zemindesin, istikametin doğru, bütün anayönlerin, sen onların hepsinin merkezindesin. Özgür savaş ile karanlıkta imha arasında ortak bir ölçü yok. Bir askerin göreviyle bir rehinenin görevi arasında da.    


www.sebnemsenyener.com  

Yazarın Diğer Yazıları

Geçmişte yaşanmayana özlem

Hâlâ Portekizce’den bir türlü başka hiç bir dile tam çevrilemeyen, “saudade"...

Geleceğin hatıratı

"Gazeteler iflas etti, hükümetin propagandacılarıyla dolduruldu, muhabirlik tamamen manen ve malen çökertildi, her şey reklama indirgendi"

Bir intiharın anatomisi: Yollar, köprüler, barajlar, metrolar

Garcia, Peru’da hem büyüyen ekonominin hem de çöken ekonominin mimarı.  Bir zamanlar Peru’nun JFK’si (Kennedy’si) umudu iken sonu tarihe Odebrecht kurbanı lakabıyla yazılan adam.