15 Ekim 2023

Devlet bizi gözlerimizden tanıyor

İçerde haksız hukuksuz yere hücrelerde izole edilenler dışardaki sevgililerini görmekten mahrum. Enselerindeki tek kurşunla toprağın altında uyuyanlar çocuklarının büyüdüklerini görmekten, sonbaharda kızıllaşan yapraklara, denizin serinliğine dokunmaktan, bulutların beyaz beyaz gökte ilerleyişini izlemekten mahrum...

Kapılar açılıyor, kapılar kapanıyor. Bir kapının daha açılması için konuşan kutuya bakmamız gerekiyor. Kutu kendisiyle aramızdaki mesafeyi fazla samimi bulunca homurdanıyor, uzaklaşmamız için komut veriyor, samimiyetten hoşlanmadığını anlıyoruz. Ayarlanmış mesafeyi keşfedince, iki kaşımızın ortasında yemyeşil nokta beliriyor, “geçebilirsiniz” diyor. Bir ara konuşan resmi kutuya dokunuyorum, buz gibi.

Salondaki duvarda koca, koskoca bir tablo. Ortadan geçen sağı solu ağaçlı sonu belirsiz bir yol. Kızıllığıyla dışa taşan sonbaharın kuru yaprakları duvardan düştü düşecek. Birazdan dökülecek yaprakları toplayacakmışım gibi bir hisle gözlerimi tablodan alamıyorum. Sağımdaki duvarda da yazın sıcaklığını hissettiren kumsalı beyaz bir deniz. Bir palmiye ağacı iki dalıyla denize doğru eğilmiş. Denizin üzerinde bembeyaz bulut kümeleri. Mavi ile bilindik o uyumun göz kamaştırıcılığı. Yaz ve sonbahar tabloları birbirlerine bakıyorlar ben onlara, gözlerimi onlardan alamıyorum. Ben, Grup Başkan Vekilimiz Burcu Köksal ve Trabzon milletvekilimiz Sibel Suiçmez ile yan yana dizili sandalyelerde oturmuş, kapının açılmasını bekliyoruz.

Sonbahar tablosunun duvar hizasındaki kapıdan oduncu gömleği, gri yeleğiyle beklediğimiz geliveriyor. Birkaç yıl öncesine göre -doğal olarak- sakalı ve saçları biraz daha ağarmış. İlk kez Diyarbakır havaalanında Tahir ile konuşurlarken uzaktan görmüştüm. Bir daha da rastlamamıştım. Yavaş adımlarla kendisi ve kendisi gibilerine tahsis edilmiş sandalyeye doğru geliyor. Selamlaşıyoruz, tokalaşıyoruz, kendimi tanıtıyorum “Sizi simaen tanıyorum” diyor. Bende hüzün ve heyecan karışımı garip, tarifsiz bir duygu karmaşası. Bir an onunla Tahir’in havaalanındaki ayaküstü konuşmalarını anımsatan geçmişe gidiyorum, tekrar beyaz ışıkların altında oturduğumuz masaya geri dönüyorum.
Kızıl, sarı yaprakları yere döküldü dökülecek tabloya arkası dönük Osman Kavala’nın yüzünde, bakışlarında tek kişilik bir hücrede kalmanın izlerini arıyorum ben. Onda sadece vakur bir tebessüm. Dışarıyı soruyor, biz içeriyi. O memleketi merak ediyor, biz tek kişilik bir hücreyi. “Sevgilileri görememek ve özgürlüğün kısıtlanması dışında kötü bir şey yok. Her şey iyi gidiyor” diyor. O kadar doğal söylüyor ki dışarıda yaşayan birini utandıracak türden bir sahicilik. Ne metanetli görünme çabası ne de bir serzeniş. Havalandırmayı soruyoruz, tek başına kalmasına getiriyoruz konuyu, çok doğal bir hayattan söz eder gibi her gün çıktığı havalandırmadan söz ediyor. Yakınma yok, sadece yüzüne yayılan bir huzur. Karşısındakine bulaşan bir huzur.

Kendisinden daha ziyade demokrasiye halel gelmesinden dolayı üzüntüsünü söz arasında dile getiriyor. Ne Anayasa mahkemesi ne Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi ne de Magnitsky mevzuatının uygulanıp uygulanmayacağı mevzusu cümlelerinin arasında geçiyor.

Arkasındaki tablonun yaprakları yere düştü düşecek. Gözlerimle topluyorum yaprakları. Gözümün kuyruğuyla sağımdaki denizi düşünüyorum. Burada ziyaretçileriyle görüşmeye gelenler, yani içerdekiler bizim gibi dışardakilerle görüşmeye gelenler, bu tabloları görünce neler hissediyor acaba? Yıllarca denizi görmemiş, toprağa, yaprağa dokunmamış, yol yürümemiş olanlar için, bu iki kocaman tablonun asılma niyetini anlamaya çalışıyorum. İçimde rahatsız edici bir his dönüp dolaşıyor.

Çaysız, kahvesiz sohbetimizde sürekli memleket ahvali geçiyor. Kendi mağduriyeti tüm mağduriyetlerin yanında hiçbir şey değilmişçesine sesindeki dinginliğine hayret etmemek elde değil. Ben Diyarbakır sanat merkezinden söz açıyorum. Aslında buraya gelme sebeplerimden birinin de kendilerinin sanata yapmış olduğu hizmetleri nedeniyle bir hakkın teslimi konusunda kendimi sorumlu hissettiğimi, öğretmenlik yaptığım yıllarda DSM’deki atölyelerin yazın hayatıma katkısını anlatmaya çalışıyorum. Dinliyor, Diyarbakır’ı duyunca yüzüne yeniden bir tebessüm yayılıyor.

Sol tarafımızda buğulanmış pencereler dizili. Dışarı görünmüyor, bir ara pencere kendiliğinden açılıyor, hafiften esen rüzgâr bana “Silivri soğuktur” sözünü hatırlatıyor. Bu sözü Kavala’ya hatırlatırsam eminim “Soğuk değil” diyecektir.

Aynı kapıdan Can Atalay da girdi, beni karşısında görünce ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı. Eşimin duruşmasında görmüştüm en son. Milletvekillerinin geldiğini biliyormuş ama benim olduğumu tahmin edememiş. Selamlaşma safhasından hemen sonra başlıyor sekiz yıl önce Tahir’in meşum haberini nasıl öğrendiğini anlatmaya. Herkeste capcanlı kalan hatıradan sonra, memleket meselelerine geçiyoruz. “Bunca hukuksuzluk karşısında üzgünüm. Bunca zulüm beni öfkelendiriyor. Metanetle buradayız.” diyor. Tayfun Kahraman ile beraber kaldıklarından, kısa kenarı dört adım olan, uzun kenarı altı adım olan havalandırmadan söz ediyor, Kavala’nın tek başına kalışına üzüldüğünü ifade ediyor.

Bir an sağımdaki duvarda dalgalanan denizin sesini duyar gibi oluyorum. Gözümün ucuyla bakıyorum, denizde birkaç karaltı yüzüyor. Umarım onlar bu tabloyu görmüyorlar diyorum, dışarıyı büyük iştahla hatırlatan bu iki tabloyu. Can Atalay “Hatay” diyor. “En çok da orası için üzülüyorum. Hatay için bir şeyler yapamamak.” diyor. “Bekliyoruz işte, bekliyoruz” diyor. Beklemek içinde umut barındıran bir şey midir, yoksa umutsuzluk mu? diyorum içimden kendi içimden. Aslında sadece Can beklemiyor. Hepimiz bir bekleme halindeyiz, ama nasıl bir beklemek?

Tayfun Kahraman’la görüşünce hastalığından söz açıyoruz doğal olarak. Geçmiş dönem geçirdiği ataklardan. Çekmesi gereken MR’dan, sürekli gitmesi gereken doktor kontrollerinden. Eşine haber gönderiyor, bu pazartesi günü MR çekimine gidemeyeceğini bildirmemizi istiyor.

Can Atalay (solda), Mücella Yapıcı (ortada), Tayfun Kahraman (sağda)

Bakırköy Cezaevinde Çiğdem Mater’in gelişini bekliyoruz. O da beni karşısında görünce şaşkınlığından ne yapacağını bilemiyor. Daha önce hiç karşılaşmadığımız halde gülüşmeler arasında sarılıyoruz. Kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi. “Şaşırdım” diyor. “Seni karşımda görünce şaşırdım” diyor. Karşılıklı şen şakrak sohbet ediyoruz. Kendinden çok, adli kadın mahkûmların mağduriyetinden söz ediyor. Parasız pulsuz görüşmecisi olmayan kadın mahkumlar. Kantinden bir şeyler almak için tekstil atölyesinde 700 TL karşılığında saatlerce çalışan kadınlar. Tırnak makasıyla muhteşem saç modelleri yaratan becerikli, dünyayı her koşulda güzelleştirmeye çalışan kadınlar.

Para kazanmak için çaycılık yapan adli mahkûm Ebru’yu anlatıyor. Ebru uzun yıllardan beri içerde. Kendi parmak hesabına göre cezasını fazlasıyla yatmış, çıkması gerekiyormuş. Çiğdem genç bir avukat kadından rica ediyor hesaplaması için. Evet hakikaten iki yılı aşkın bir zamandır, boş yere içerde zaman geçiriyormuş. Bir mahkûmu bir gün bile eksik yatırmayan yargı mekanizması nasıl olur da iki yıllık zamanı birinin hayatından çalar. Zulümdür, diyorum içimden kendi içimden. Bir hakkın sana zamanında verilmemesi kadar, vermek zorunda olmadığın bir şeyin senden alınması da zulümdür, diyorum içimden, kendi içimden. Sesli söylemek istemiyorum. Neticede karşımda oturanlar da hak etmedikleri cezadan mustaripler. Yangına körükle gitmek istemem. Dışarda, içerde herkes ne de olsa her şeyi biliyor. Haksızlığın, adaletsizliğin diz boyu, hatta boğaza kadar yükseldiğini de biliyor.
Çiğdem bir ara duvarda filizlenen bir yapraktan söz ediyor. Yaprağın karpuz fidesi olduğuna inanıyormuş ve birilerinin yaprağı koparışını anlatıyor. Sözcüklerimizin yolu, yapmadığı filminden, ifade vermek için gönül rahatlığıyla mahkemeye gelişinden geçiyor. Bu cezalandırmayı hak etmediğini anlatınca sözcükler yoruluyor, bir müddet sonra sözcükler duruyor. Hiç kimse ne diyeceğini bilemiyor. O da diğerleri gibi havalandırmadan, kitapların kısıtlılığından gelen paralara konan limitin sigara, gazete ve su parasını karşılamada yetersiz kalışından, Mücella Yapıcı’nın gidişinden sonra iki kişilik dünyadan söz ediyor.

Ardından Mine Özerden geliyor. “Günde kaç kez soruyorum, ben niye buradayım?” diyor. Cümlelerinin arasından kaybettiği babası geçiyor. “Burada olmasaydım babam ölmezdi” diyor. Kızının evlendiğini anlatıyor. “Kimsenin bileğini bükmedim, bileğimin bükülmesini de istemedim.” diyor.

Evet diyorum içimden, kendi içimden, hayatımız bilek bükme savaşına dönüşmüş, bileği kalınların insafına kalmış bir hayat. İçerde haksız hukuksuz yere hücrelerde izole edilenler dışardaki sevgililerini görmekten mahrum. Enselerindeki tek kurşunla toprağın altında uyuyanlar çocuklarının büyüdüklerini görmekten, sonbaharda kızıllaşan yapraklara, denizin serinliğine dokunmaktan, bulutların beyaz beyaz gökte ilerleyişini izlemekten mahrum.

Kapılardan geçiyoruz, kapılardan çıkıyoruz, soğuk resmi kutuya gözlerimizi tanıtıyoruz, devlet bizi gözlerimizden tanıyor, çıkabilirsiniz diyor. Kapı açılıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Kabuğa çekilme hakkı

İnzivaya çekilme duygusu, duymaktan imtina ettiğimiz sözcükleri dışarıda bırakmak kadar, yorgun omuzlarımızı dinlendirme meramından da kaynaklanabilmektedir

Üstü açık mezarlık

Biz her ne kadar sonsuz yolculuğun karanlık odada nihayetleneceği fikrine sahip olsak da deprem gibi bir felaketle karşılaşınca koca şehirlerin üstü açık mezarlıklara da dönüşebileceğine tanık olduk

Camımıza kuş sesi değsin

Hakkımız olan onurlu ve huzurlu bir yaşamı hep beraber isterken, saman alevi gibi yanan ve sönecek olan öfkeli hallerden kaçınarak kararlı seslerle bir araya gelerek pencereler açmak elbette ki mümkün. Ama yaşananlara taraflı bakmadan, objektif, vicdanımızın sesini başka zamanlara ötelemeden, günün birinde öleceğimizi bilerek, içimizdeki doğruları söylemekten kaçınmadan. Ama karanlıkta uyuyanlarımızı unutmadan, kolonlarımızı, duvarlarımızı çürük örenleri, evlerimizi başımıza yıkanları unutmadan.