27 Kasım 2017

Akvaryum

Bana mektubu yazan kişi aslında karşı karşıya kaldığı şeyin tahammül edilmesi çok zor bir durum olduğunu vurgulamıştı

Altı ay kadar önce posta kutumda bulduğum büyük sarı zarftaki mektubu okuduğumda hayli afallamış, ne olup bittiğini anlayamamıştım[1]. Konu hakkında düşündükçe, eve hırsız girdikten sonra en sık yapılan yorumda olduğu gibi “Bunu bilen biri yapmıştır” demeye başladım.

Bu işin ardında kim(ler)in olduğu çok da uzun olmayan bir süre sonra nasılsa ortaya çıkardı. Ama sorun şuydu ki bu kişi(ler) kim olduklarını artık ifşa etmekte beis görmedikleri anda ben çoktan bu arsız muzipliğin mağlup kurbanı haline gelmiş olacaktım. O yüzden de bu işin birilerinin itirafıyla ortaya çıkması yerine ne olup bittiğini benim bulup açığa çıkarmam gerekirdi. Ben de karşımda kim(ler) olabileceğini dikkatlice düşündüm. “Bilen biri” yaklaşımından hareketle telefon rehberimdeki kişilerin isimlerine tek tek bakıp durumu muhakeme ettim. Bu tuhaf araştırma, rehberimde şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım birçok kişinin bulunduğunu; çok sevdiğim ve yakın saydığım bazı kişilerle uzun zamandır hiç konuşmadığımı; soyadını bilmediğim ama mesela Haşim diye kaydettiğim kişiyi nereden tanıdığımı gösteren yardımcı kelimelerin (Faruk’tan, bilgisayarcı, üniversiteden vb.) bir kısmının bana hiçbir anlam ifade etmediğini; kaybettiğim kişilerin telefon numaralarını silmediğimi;  ilk anda tahmin edebileceğimden çok daha fazla sayıda ismin bana muhtemel şüpheli olarak göründüğünü vb fark etmemi sağladı. Ama herhangi bir karara varamadan yoruldum ve en sonunda işi oluruna bırakmanın akıllıca olacağına hükmettim.

Çevremdekiler de iki olasılık üzerinde duruyorlardı: Ya benim dediğim gibi birisi bana ustalıklı bir oyun oynamaktaydı ya da bu oyunu bizzat ben sahneye koymaktaydım. Böyle bir mektup aldın mı gerçekten diye soran arkadaşlara ve e-postayla durumu soran bazı okurlara önceleri gerçeği söyledim. Sonra bunun benim aleyhime dönebilecek bir tarafı olduğunu gördüğüm için işi pişkinliğe vurdum ve konuyu açanlara bütün bunların hoş bir edebi oyundan başka bir şey olmadığını iddia ettim. Ardından da her şeyin unutulmasını bekleyerek sessizliğe büründüm.

Aslında insan (peki tamam bazı insanlar, peki tamam ben), böyle durumlarda şaşkınlık, tedirginlik, merak, endişe derken durumu olduğu gibi kavrayamıyor(um). Başlangıçta T24’te bir de yazı yazarak bu oyuna katılmış ve güya serinkanlı bir tutum sergilemiştim. Ama düşününce ortada bir tuhaflık vardı. Mektupta yazılanların bazıları o kadar kişiseldi ve yalnızca benim kafamın içinde dönüp duran şeylerle ilgiliydi ki bu işte kolayca açıklanamayacak bir taraf olduğunu çok daha erken itiraf etmeliydim.

Baş etmesi zor, sarsıcı bir gerçekle karşılaşınca bunu dar bir anlamda hemen anlarız, ama duyguların buna eşlik etmesi ve bu gerçeğin ruhsallığın bütünündeki etkisinin görülmesi için zaman gerekir. Konu hakkında düşününce insanın sahip olabileceği en önemli şeylerden birisini yani kafamızın içinde olup bitenlerin bize ait kalabilmesi imkân ve hakkını yitirmiş olabileceğim anlaşılıyordu. Bu o kadar insanı kendisi yapan özelliklerden birisiydi ki kayıp ihtimalini ilk anda tümüyle reddetmek durumunda kalmıştım.

Geçen yazıda bütün bunların bir şaka olabileceğini düşündüğümden zaten söz etmiştim, üstelik mektubu yazana zihnimde bir karakter atfetmiş, üslubunu da kendime yakın bulmuştum. Sonradan şunu daha iyi anladım: Bana mektubu yazan kişi aslında karşı karşıya kaldığı şeyin tahammül edilmesi çok zor bir durum olduğunu vurgulamıştı. Ama şimdi anlıyorum ki o gün bunu hiç duymamıştım. Aklımızın ve ruhsallığımızın içinin başkalarının ulaşabileceği, dışarıya karşı korunmasız bir hale gelmesinin korkutuculuğundan söz ettim. Ya tersi, aklımıza ve ruhsallığımıza dışarıdan malzemelerin irademiz dışında gelmesi nasıl bir durum olurdu? Kendi yaşantılarımıza, algılarımıza ve duygularımıza bağlı olmayan, “mamul” haldeki malzemelerin içerimize sızması ne demekti? İşte karşı tarafın durumu buydu, ama ben konuya onun açısından hiç bakmamıştım. Hatta bana bu akışkanlığın/geçişkenliğin karşılıklı olup olmadığını sorduğu zaman, “Hayır”, demiştim, “bugüne dek bende başka birisinden geldiğini hissettiğim, ‘içime konmuş’ gibi olan bir ruhsal malzeme ile karşılaştığım hissi olmadı.” Yine de bir an duraksamış ve o son cümleyi ilave etmiştim: “Ama daha bu cümleyi tamamlar tamamlamaz bundan kuşkuya düştüğümü de gizleyecek değilim.”

Bugün kuşkum daha da fazla. İçimdeki bazı şeylerin benim olup olmadığını bilemiyorum. Bundan korkuyorum, çünkü bu kendisi olma duygusunu kaybetmek demek. Benim geçen mektuptaki halimde olduğu gibi şimdi sevgili okur da kendisine değmezse öylesine okuyup geçiyor bu cümleyi. Hikâyedir diye. Öyle tabii, şimdiki zamanın rivayeti: Temir kendisini kaybediyormuş. Mişli geçmiş zamanın hikâyesi: Dürkay kendisini kaybetmişti. Mişli geçmiş zamanın rivayeti: Temir Dürkay kendisini kaybetmişmiş.

Posta kutusunun başındayım. Elimde bir sarı zarf var. Ama ondan önceki zaman dilimini hatırlayamıyorum. Aklımdaki son konu altı ay kadar önce posta kutusunda bulduğum zarfla ilgili düşüncelerdi. Şu sıralarda tam konuyu unutur gibi olmuşken ben öyle tercih etmesem de konunun zihnimin başköşesine kurulduğunu fark etmeye başlamıştım. Şimdi burada elimdeki zarfla kapağı açık posta kutusunun önünde duruyor ve zarfı kutudan almadan önceki saatte ne yaptığımı, buraya nasıl geldiğimi hatırlamaya çalışıyorum. Ama bir eşyayı nerede unuttuğumuzu hatırlamak için yaptıklarımızı sırayla gözümüzün önüne getirmeye çalıştığımız zaman olduğu gibi kendimi o son saat içinde düşündüğümde hayalime gelen görüntüde zarfı posta kutusuna koyarken görüyorum kendimi. Kuşkum giderek büyüyor: Zarfı posta kutusundan alıyor muydum yoksa posta kutusuna koyuyor muydum? Kimdim, hangi taraftaydım?

Eve girdim. Başım dönüyor gibiydi. Kafamızın içini koruyamazsak sözcüklerimiz yalpalamaz mı? Sol elimdeki rengi atmış paltoyu çabucak oturduğum kanepeye hizalı olacak şekilde yerleştirdim. Diğer elimde hâlâ yeni mektup duruyordu. Yine adressiz, yine üzerinde sadece kime yazıldığını bildiren bir hitap: “Sayın Temir Dürkay’ın dikkatine.” Okumaya başladım:

 

Sayın Dürkay,

Size yazacağımı söylemiştim, ama uzun süredir yazmadım. Belki vaadimi unuttunuz bile. Ama şimdi yazmalıyım. Çünkü sizden gelen son malzeme berrak rüya niteliğindeydi. Deniz suyunun içindekilerin net olarak görülmesine imkân veren “cam gibi” saydam nitelikte olduğu yerlere “akvaryum” deme âdetini bilirsiniz. İşte benim gördüğüm rüya da böyle düşsel bir akvaryum gibiydi; içinde size ait ruhsal malzemelerin yüzdüğü bir akvaryum.

Rüyanın bir de müziği vardı, film müziği gibi. Bana Evgeny Grinko’nun Valse adlı parçasını yollamışsınız.[2] Rüya boyunca arka planda çalıyordu.  

Rüyanın başında siz birisiyle konuşuyorsunuz. Bu kişi bir konuşma yapmanız için sizi bir yere davet ediyor. Kendi kendinize diyorsunuz ki, “Aslında şu sıralarda konuşma yapmak istemiyorum, ama hayır demek de kendini beğenmişlik olacak.” Sonraki sahne de bununla ilgili gibi. Birisi katkıda bulunduğunuz bir ortak çalışma için biyografik bilgilerinizi nasıl yazacağını soruyor. Siz de yalnızca adınızı yolluyorsunuz. Karşınızdaki kişi bunu yadırgıyor ve “En azından soyadınızı da yazsaydık”, diyor. “Ama ben ancak kendimi eksilterek yaşayabiliyorum artık, uçmaya devam edebilmek için safra atmak zorunda olan bir balon misali devam edebilmek için sürekli bir şeylerden vazgeçmeliyim” yazıyorsunuz. “Böyle yapa yapa kendisi olmaktan çıkacak” diye kendi kendine fısıldıyor cevabınızı okuyan kişi.

Sonraki görüntüde, hafifçe eğimli çimlik bir alanda sırtüstü uzanmış göğe bakıyorsunuz. Ellerinizi başınızın altına koymuşsunuz, sanki yukarıda dev bir ekran var, onu seyrediyorsunuz. Uzaktan size bakan birisi keyifli mi acı içinde mi olduğunuzu söyleyemez. Yüzünüzde bazı kasılmalar var, sanki gülmekle hıçkırmak arasında gidip geliyorsunuz. Göğe bakıyorsunuz, “gözlerinizi durmadan harcar” gibisiniz[3]. Baktığınız dev ekran, devasa gökyüzü size içinizi yansıtıyor. Gökyüzü gördükleriniz oluyor, siz de göğü içinize çekercesine derin nefes alıp veriyorsunuz.

Aklınızdan şu düşünce geçiyor: “Sıkılıyorum, bundan dolayı sıkıcı da olmuş muyumdur?” Ardından bana anlaşılır gelmeyen ama sizin için muhtemelen bir anlam ifade edebilecek bir şeyler söylüyorsunuz: “Sıkılmak bir talep hatta bir umut içeriyor, sıkıcılıkta ise neredeyse sosyopatik bir taraf var.” [4]

Hava yavaşça kararıyor, gün ışığı giderek zayıflıyor ve karanlık çöküyor. Etrafınıza bakıyorsunuz ve “Karanlıkta kaldım” diye düşünüyorsunuz. Karanlık sizin aslında yalnız olduğunuzu ortaya çıkarmış. Dönmeliyim, ama nereye diye geçiriyorsunuz aklınızdan. Yolda bir kırtasiye dükkânına uğruyorsunuz. “Şu büyük sarı zarflardan üç tane istiyorum” diyorsunuz satıcıya. Satıcı sizi tanıyormuş gibi davranıyor: “Buyrun Sayın Dürkay, para istemez” diyor gülümseyerek.

En son sahnede sizi bir şeyler yazarken görüyorum.

İşte böyle. Bu rüya bana bir şeyler anlatır gibi olsa da benden çok size ait olduğunu hissettiğim için size yazmak, rüyayı sahibine geri vermek istedim.

Sevgi ve saygılarımla.

***

İşte böyleydi yazılanlar. Kanepeden kalktım. Okuduklarım aklıma getirdiğinden midir nedir pul yem atmak üzere akvaryumun kapağını kaldırdım. Cama yapışmış olan siyah vatoz sanki bir şey söylemek istermişçesine bana bakıyor gibiydi. Yeni bir rüya mı?


[3] Uyar T (2017) Büyük Saat, Bütün Şiirleri. 25. Baskı. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. (Göğe Bakma Durağı,S. 133)

[4] Khan M (1986) Introduction. In: Holding and Interpretation: Fragment of an Analysis. Karnac, Londra. Not: Burada Khan’ın fikrini aslında ifade edildiği gibi değil, tersine çevrilmiş olarak kullanıyorum. 

Yazarın Diğer Yazıları

On altı

Seninle yan yana yürürken istesem de istemesem de çokluk senin hakkında, ikimiz hakkında düşünürüm. Türlü şeyler anlatırım sana, bazen sesli olarak, bazen içimden. Gözüne güzel manzaralar ilişsin, kulağına hoş-avaz kuşların nağmeleri dolsun isterim. Dünyayı beğendirmeye çalışır, sanki sana "bak bu da var!" der gibi ilginç şeyleri işaret ederim

"Hiç" oldum Muvakkit

Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım. 

Muharrem İnce ve Freud'un fıkraları

Seçimlere kısa bir süre kala bazen kendimi öylesine sıkışmış, cansız ve isteksiz bir ruh haliyle mahut günün gelmesini ve ne olacaksa olmasını bekler bir durumda buluyorum ki, ilgimi başka konulara yöneltmek ihtiyacı hissediyorum. Bu hafta sonu da gündemden birkaç saatliğine uzaklaşmak için Elliott Oring'in Sigmund Freud'un Fıkraları: Mizah ve Yahudi Kimliği Hakkında Bir Çalışma adlı kitabını okuyordum. Kitap beklediğimden hayli farklıydı ve Freud'un incelemek için seçtiği fıkralarla kendi hayat öyküsü arasında ilginç bağlantılar kuruyordu[i]. Öte yandan kitapta incelenen fıkraları okurken zihnimin bunları bir şekilde Muharrem İnce'ye bağlayıp durduğunu fark ettim. Bir iki fıkra sonra da bunu kendim için eğlenceli bir hafta sonu uğraşı haline getirdim. Derken, belki bunu bir yazıya dökebilirim diye düşündüm.