13 Aralık 2018

Hayatın kokusunu yitirdik...

Şimdiki zamanın kokusuna bakayım dedim; leş kokuyor...

Gerçekten zamanın bir kokusu var mıdır?

Bilmiyorum.

Ama acının, hüznün hele hele hatıraların kokusunu biliyorum.

Anam buraları terk ettikten sonra, küçük sevimli evimiz boşaldı. Uzun süre sessizliğini korudu. Oğlum ve yeğenlerim toplaşıp ara sıra nenelerinin evine gider, dolaşır gelirlerdi.

Ne yapıyorsunuz o ıssız evde diye sorduğumda, "Orada nenemizin kokusu var" dediler ve ben öylece kalakaldım.

Daha başka şeyler de varmış...

Yeğenim Uygar, penceredeki perdelerden birini çıkarıp almış. O perdeye nenesinin kokusu sinmiş. Nenesini hep yanında hissetmek istiyormuş. Öyle dedi.

"Akıl unutur, koku hatırlatır" derler.

Gördüklerimizi, duyduklarımızı unutabiliyoruz, ama kokuyu unutmuyoruz. Koku, bir zamana, mekâna götürüp hatıraların ortasına atıveriyor bizi. Fransız yazar Marcel Proust, yedi bölümden oluşan, "Kayıp Zamanların İzinde" romanında ilk kez hatıralarla kokuyu ilişkilendiriyor; çocukluğunda ıhlamur çayıyla birlikte yediği madlen kokusuyla hatıralar dünyasında bir gezintiye çıkarıyor bizi. Öyle bir etki yaratıyor ki, kokunun hatıraları canlandırması "Proust Etkisi" olarak anılıyor bugün.

Koku ve müzik hatıraları canlandırmada önceleri eşit etkiye sahip kabul edilirken son dönemde kokuların anılar üzerinde daha büyük etkisi olduğu görüşü yaygın.

Hepimizde olmaz mı?

Bizim evde ne zaman köfte yapılsa ve koku bütün eve yayılsa, çocuklar, "Nene köftesi" diye bağrışır.

Bence yazının da bir kokusu var.

Ama "keskin burun" istiyor. "Kâşif" olmak istiyor. Satırlar arasında gezinirken, içimize ılık ılık akıveren hatıraların da bir kokusu olduğuna alışık olmak gerekiyor.

Byung-Chul Han, Metis yayınlarından "Zamanın Kokusu" üst başlığıyla yayımlanan kitabında, ilerleme çağının kesinlikle sona erdiğini belirtip, kokuyla ilişkimizi sorguluyor:

"İnsanoğlu, kısa bir dolanıp durma döneminden sonra, bir yürüyüşçü olarak dönecek mi yeryüzüne? Yoksa yerçekimini ve çalışmanın bütün ağırlığını ardında bırakarak süzülmenin hafifliğini, boş zamanda süzülerek gezinmenin, bir başka deyişle, süzülen zamanın kokusunu keşfedecek mi?”

Sanırım biz hayatın kokusunu yitirdik. 

Hayatın üzerine boca ettiklerimizi koku sanır olduk. Girip çıktığımız mekânlar, yürüdüğümüz yollar, ilişkide bulunduğumuz insanlar koku sandığımız başka bir şey kokuyorlar. O koku sandığımız kokularla hatıralara gidilemiyor. Gidilse gidilse doymazlığa, arsızlığa, yüzsüzlüğe, utanmazlığa, vicdansızlığa gidilebiliyor.

Sözümüze uzaktan kumandaların, kelimelerimize artık yapışık kardeş, sevgili olduğumuz "akıllı" telefonların kokusu siniyor.  Meramımız da minik minik şekillerin, gülen, ağlayan, somurtan yüzlerin, havaya kalkmış baş parmakların kokusuna boğulmuş.

"Süzülen zamanın kokusu"  demiş yazar...

Ben şimdiki zamanın kokusuna bakayım dedim.

Kokladım, bi daha kokladım...

Burnumun direği sızladı.

Leş kokuyor...

Yazarın Diğer Yazıları

"Sözlerim varsa, var demeksin"

Eğer dokunamıyorsak, içine akamıyorsak, anlaşılmadığımızı sanıyorsak, anlayamıyorsak, iletişim kurmayı başaramıyorsak sözcüklerimizi yeniden gözden geçirmeye, daha derinlere inmeye ihtiyacımız var demektir

Şifreli aşklar...

Kafelerde iki sevgili oturuyor. Siz öyle görüyorsunuz. Aslında onlar çok kalabalık. İki sevgili de ellerindeki "sevgiliye" gömülmüş. Yani masada gezinen yığınla insan, yığınla söz var. İki sevgilinin sözleri arada kim vurduya gidiyor. Gözler zaten birbirini görmüyor

Yarım kaldık, sakat kaldık...

Hayallerimin orasını burasını didikleyip öykülere çeviriyordum. Güzel bir film izlemeye hazırlanıyordum. Ta ki, Birhan Keskin'le burun buruna gelinceye kadar