Söyleşi

Eski Washington Büyükelçisi Tan: Basın özgürlüğü o kadar örselendi ki, Biden-Erdoğan görüşmesinde olanları vücut dilinden anlamaya çalışıyoruz; aklıma SSCB dönemi geliyor!

08 Temmuz 2022 00:00

Türk dış politikası, geçen hafta yoğun bir gündemden ve kritik bir dönemeçten geçti. Üçlü Mutabakat’ın imzalanmasının ardından Türkiye; Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğine yönelik vetosunu kaldırdı. Vetonun kalkmasının ardından AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve ABD Başkanı Joe Biden, bir görüşme gerçekleştirdi. Bugün itibariyle bu görüşmenin içeriği hakkında pek bir şey bilmiyoruz. Durum böyle olunca, görüşmenin içeriğinden çok; liderlerin zirvedeki vücut dili konuşuldu.

Eski Dışişleri Sözcüsü ve Washington Büyükelçisi Namık Tan, T24’e yaptığı değerlendirmelerde "Türkiye'de basın özgürlüğü ciddi şekilde örselendiği için ne olup bittiğini liderlerin vücut dilinden veya yabancı basının yansıttığı bilgilerden anlamlandırmaya çalışıyoruz" dedi. Değerlendirmelerin görüntüler üzerinden yapılmasının kendisine Soğuk Savaş döneminde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde görev yaptığı günleri hatırlattığını söyleyen Tan, "(O dönem) Diplomatlar ve gazeteciler SSCB’nin politikalarını Politbüro üyelerinin törenler vesilesiyle kamuoyu önüne çıktıklarında sergiledikleri hâl ve davranışlara göre yorumlamaya çalışırlardı" diye konuştu.  Tan bu durumun ‘Kremlinoloji’ adıyla nitelenen bir ‘uzmanlık alanı’ yarattığını söyledi. 

Namık Tan

Türkiye’nin F-16 talebinin karşılık görmesi için Kongre’yi ikna etmesi gerektiğini vurgulayan Tan, "Bunun zor ancak imkansız olmadığını" söyledi. Biden Yönetimi’nin Ankara’ya savaş uçaklarının satılmasını desteklemesinin önemli olduğunu vurgulayan Tan, Türkiye’nin S-400 alımı sebebiyle çıkarılana kadar F-16’lardan üstün olan F-35’in ortak üretim programında olduğunun unutulmaması gerektiğini belirtti. Tan, daha da geçmişe giderek, "Neden 40 yıl önce Ankara’da kurulan uçak fabrikasında yerli montajla üreterek, bir bölümünü de ihraç ettiğimiz F-16’ların son modellerini almak için şimdi mücadele vermek zorunda kalıyoruz? Bu bir çelişki, geriye doğru kayma değil mi?" diye sordu.

"ABD ile son otuz yıldır ilişkilerimizi bugün olduğu kadar çetrefil ve sorunlu görmedim. Yaşanacak bir kırılma her iki taraf için de maliyet üretir" diyen Tan, şu değerlendirmede bulundu: 

"Bugün itibariyle, ikili ilişkilerin mevcut Hükümet bakımından geri dönülmez noktayı aştığını düşünmüyorum. Ancak, siyasi iktidarın tutarsızlık, öngörüsüzlük ve belirsizlikle malûl politikalarının maliyetli bir kırılma yaratabileceği olasılığını da tamamen gözden uzak tutmuyorum".

Emekli Büyükelçi Tan'ın T24'ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle...

‘Üçlü mutabakat ne zafer, ne hezimet’

Muhalefetin ‘Altılı Masası’, “Türkiye’nin haklı taleplerini somut güvencelere bağlamayan üçlü mutabakat metni, bir iç siyaset malzemesi olarak kullanılması dışında herhangi bir değer taşımamaktadır” eleştirisinde bulundu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? NATO zirvesi Türkiye için “zafer mi oldu yoksa hezimet mi”?

Seçim sürecine girilmesiyle birlikte siyasi rekabetin iyice gerginleştirdiği bir ortamdayız. Dolayısıyla, bu ortam her konuda yapılan tüm değerlendirmeleri aşırı uçlara çekerek, siyasileştiriyor. Bu konu da bunlardan biri; isabetli ve doğru bir yanıt vermek güçleşiyor. Seçime kadar geçecek süreçte bu durumu veri kabul etmeliyiz.

Kanımca, üçlü mutabakat ne “zafer”, ne “hezimettir”. O halde, ne küçümsenmeli, ne gereğinden fazla büyütülmelidir. Hükümleri iyi niyetle uygulandığı takdirde imzacı tarafların ve NATO ittifakının yararına sonuçlar verecek bir uzlaşıdır. Hukuki bağlayıcılığı yoktur, ancak ahlaki açıdan imzacılarına ve ittifakın geneline sorumluluklar yükler. Neticede, üçlü mutabakat Türkiye’nin 70 yıllık NATO üyeliği tarihinde en büyük kırılmaya sebep olabilecek, istenmeyecek bir durumun önüne geçmiştir. Bu itibarla, Türkiye’nin Batı’ya aidiyetinin tescilini sağlamıştır. Bunlar önemli kazanımlardır. Daha da önemlisi, önümüzdeki sürecin doğru yönetilmesi ve kazanımlarımızın kaybedilmemesidir.

‘Türkiye’nin ‘arazi değeri’ Madrid Zirvesi’nde belirleyici oldu’

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla etkileri küresel ölçekte hissedilen olağanüstü nesnel koşulların baskısı bir yana, Türkiye özelinde Avrupa ve ABD’yle hızla bozulan ilişkilerimizin ve giderek kötüleşen ekonomik durumun yarattığı kırılganlıklarımız nedeniyle İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini uzun süre engelleyemezdik. Aksini düşünmek isabetsiz bir varsayım olurdu. Bu saptama bir başka hakikate işaret ediyor. O halde sanırım şunu söyleyebiliriz: Ülkemizin kıymetli ‘arazi değeri’ne bağlı jeostratejik konumu Madrid Zirvesi’nde belirleyici unsur olmuştur ve Türkiye’nin kolayca göz ardı edilemeyecek bir müttefik olduğunu teyit etmiştir. Biz aslında konumumuza bağlı bu imkanları kullandık, müttefiklerimiz de bunu tescil ettiler.

Üçlü mutabakat, 28 Haziran akşamı Madrid'de
Türkiye, Finlandiya ve İsveç Dışişleri Bakanları tarafından imzalandı

ABD’li bir kaynak, Reuters’a verdiği demeçte “Biden’ın Türkiye-İsveç-Finlandiya müzakerelerinde perde arkası rolü oynadığı”nı söyledi. 3’lü mutabakatın sabahında Biden ve Erdoğan telefonda görüştüler. Biden, Türkiye’nin vetosunu kaldırmasında ne tür bir rol oynamış olabilir? NATO zirvesindeki ikili görüşme Erdoğan’a bir “havuç” olarak sunulmuş olabilir mi?

Bence, üçlü mutabakatın perde arkasındaki mimarı ABD’dir. Süreci dikkatlice incelediğinizde, ABD’nin ön plâna çıkmaksızın, sessiz diplomasiyle devreye girdiğini görüyorsunuz. Bunu aşamalı şekilde yaptı: Süreci yönetmesi için NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in önünü açtı. Stoltenberg, Madrid Zirvesi’ne uzanan süreçte Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’dan beklentilerinin meşru ve anlaşılır olduğunu her vesileyle, defalarca söyledi. Stoltenberg’in S-400 alımının ardından Türkiye’yi sıkıştırmaktan kaçınan benzer refleksler ortaya koyduğunu hatırlayalım. Bunlar tesadüfi değildi. Böylece, Stoltenberg, Türkiye nezdinde hem yatıştırıcı, hem güvenilir ve saygın bir kolaylaştırıcı konumu kazandı. Eş zamanlı şekilde bizzat Başkan Biden -Birleşik Krallık’la birlikte- İsveç ve Finlandiya’ya Rusya’nın olası saldırganlığını caydıracak güvenlik garantilerini verdi.  Sanırım şu yorum yanlış olmaz: iki aday ülkenin temel kaygıları daha NATO üyesi olmadan karşılanmıştı. Kısacası, NATO bünyesinde bir ayrışmanın ortaya çıktığı görüntüsü önlendi, gerginliğin belirli bir seviyenin üzerine çıkmasına izin verilmedi.

‘Biden-Erdoğan görüşmesinin içeriği Rusya’nın Ukrayna’yı işgali zemininde Avrupa-Atlantik güvenliğiyle sınırlandı’

Son aşamada, Başkan Biden, Zirve toplantısının hemen öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı telefonla aradı. Zira Biden, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisiyle yüz yüze görüşmek istediğini biliyordu. Telefon görüşmesine ilişkin dikkatle hazırlanmış Beyaz Saray açıklamasında, Biden’ın “Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin transatlantik güvenliği üzerinde yarattığı sonuçları ve terörizm gibi diğer tehditleri ele almak üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan’la Madrid’de görüşebileceğini söylediği” kaydedildi. Burada önemli bir nokta var: Biden-Erdoğan görüşmesi koşullu hale getirilirken, içeriği Rusya’nın Ukrayna’yı işgali zemininde Avrupa-Atlantik güvenliğiyle sınırlandı. ABD bu taktik hamleyle hem Madrid'deki üçlü görüşmeden behemehal sonuç çıkmasını sağladı,  hem Erdoğan’ın Biden’la yüz yüze görüşmesinde İsveç ve Finlandiya konusunda ilave pazarlıklara girmesinin önünü kesti. Türk heyeti Madrid’e varır varmaz, Stoltenberg’in zeminini hazırladığı Türkiye-İsveç-Finlandiya üçlü görüşmesi başladı ve müzakereler “Üçlü Muhtıra”nın imzalanmasıyla sonuçlandı.

Nihayet, üçlü toplantı henüz başlamışken, ABD Yönetimi basına bir haber sızdırdı. Birçok kişi bunu gözden kaçırmış olabilir, fakat mesaj muhatabına ulaştı, bundan emin olabiliriz. Bu haberde, üçlü görüşmeden olumlu sonuç çıkmadığı takdirde Biden’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmeyebileceği iması vardı. Başka deyişle, Biden-Erdoğan görüşmesinin koşulu bu haberle yeniden hatırlatılıyordu.

Böylece ABD bakımından pürüzsüz bir süreç yönetimi yapıldı, gelişmeler ABD’nin ‘kriz yönetimi’ senaryosuna uygun cereyan etti. Stoltenberg de üstlendiği rolü hakkıyla oynadı; üçlü görüşme sürecini başarıyla yönetti. Bu saptamaların ışığında, üçlü toplantı başladığında baskı altında olan tarafın İsveç ve Finlandiya değil, Türkiye olduğu sonucuna varabiliriz.

‘Türkiye’nin F-16’lar için bir ‘başarı öyküsü’ne ihtiyacı var

Türkiye-ABD ilişkilerinde F-16 satışı ana gündem maddesi. Biden hükümetinin Beştepe’ye mesafeli duruşuna rağmen satışı desteklemesini nasıl okumalıyız?

Biden Yönetimi’nin Türkiye’nin F-16 talebini karşılamayı istediğini düşünüyorum. Bunun temel sebebi, Türkiye’yi Batı ittifakı safında tutmak kadar, stratejik öngörüyle NATO’nun güney doğu kanadının savunmasında zafiyet yaşanmasının önüne geçmekle ilgilidir. Neticede, Türkiye’nin NATO’nun müşterek güvenlik zincirine dahil olduğunu unutmayalım.

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, Batı blokunda güvenlik kaygılarıyla dayanışmayı ve Avrupa-Atlantik güvenlik mimarisinin yeniden şekillenmesi sürecini canlandırdı. ABD, bu dayanışmanın ve NATO’nun genişlemesi fırsatını kesintiye uğratabilecek oyun bozucu bir girişimi düşünmeyi dahi istemez. Bunu not ederek, devam edelim. Biden’ın, F-16 satışına ilişkin desteğinde samimi olmadığını ileri sürenler var. Evet, Biden’ın Türkiye’yi gözeten  açıklamaları kendisi bakımından siyasi maliyet üretmiyor. Zira, nihayetinde Kongre onayı olmaksızın ABD Yönetimi bu uçakları Türkiye’ye satamaz. Kongre’de bugün itibariyle Türkiye hakkında gayet olumsuz bir ortam hakim. Ancak, az önce değindiğim nedenlerle Biden Yönetimi Türkiye’ye  F-16 satışını destekleyecektir. Buna mukabil, Kongre onayı süreci pürüzsüz ve hızlı olmayacaktır. Muhtemel takvimi ortaya koyalım: Kongre’nin yasama yılı tatili nedeniyle bu konunun tekrar gündeme gelmesi en erken sonbahara kalacaktır. Bu dönemi iyi kullanarak Türkiye’ye olan güvensizliğin aşılmasına yönelik adımlar atabilir, örneğin demokrasimizi ihya etmek konusunda kararlılık gösterebiliriz. ABD Kongresi’yle doğrudan ve yoğun iletişime girmeliyiz. Fakat, Kongre nezdindeki lobi faaliyetinin başarısı, kalıcı ve ikna edici demokratik açılımlar olmaksızın, garanti edilemez. Yani, Türkiye’nin bir ‘başarı öyküsü’ne ihtiyacı var. Biz bu yönde gayret gösterecek miyiz? Emin değilim.

‘Türkiye’nin F-35 alımından F-16 alımına gerileyen bir çizgide olduğunu unutmayalım’

ABD Kongresi’nde lobilerin çok önemli bir rol oynadığını biliyoruz. Dediğiniz gibi Kongre’de son yıllarda Türkiye’ye yönelik kuşku ve eleştirilerin arttığı sır değil. Biden desteklese de, F-16 satış ve modernizasyonunun Kongre’den itiraz görmeden geçmesi olası mı?

Bu konuda kimse güvence veremez. Bu aşamada Türkiye’nin önündeki başlıca engel Kongre. Türkiye’nin F-16’larla ilgili talep ve beklentilerinin Kongre’de kabul görmesi hayli zor, ama imkânsız değil. Öncelikli şart, ABD Yönetimi’nin desteğidir. İkinci koşul, üretici ABD şirketinin Kongre üyeleri nezdindeki girişimlerinin başarıya ulaşmasıdır.  Bildiğim kadarıyla üretici şirket de yoğun çaba harcıyor. Üçüncüsü, Türkiye’nin talebinin ABD’nin (ve dolaylı olarak NATO’nun) çıkarları, güvenliği ve öncelikleri bakımından önemli ve ertelenemez olmasıdır. Nihayet, Türkiye’nin F-35 alımından F-16 alımına gerileyen bir çizgide olduğunu unutmayalım. Bu halde, talep çıtasını düşüren Türkiye olmuştur. Mevcut talebimiz karşılanamaz nitelikte görünmüyor. Ancak, böyle olsa da, rehavete ve kolaycılığa kapılmamalıyız. Türkiye, ABD Yönetimi ve özellikle Kongre’yle çok yakın ve yoğun temaslar yapmalı, kuşkucu çevreleri ikna etmeye çalışmalıdır. Lobi faaliyetini ABD Yönetimi’ne bırakarak gelişmelere seyirci kalamayız.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2018'de Teknofest'te F-16'lar eşliğinde uçmuştu

ABD Başkanı Joe Biden ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın NATO Zirvesi’nde birlikte verdikleri pozlardaki vücut dilinin sosyal medyada ve dünya basınında çok konuşulduğunu gördük. Sonrasında yapılan Beyaz Saray açıklaması ve haberlere baktığınızda bu toplantının nasıl bir havada geçtiğini düşünüyorsunuz?

Türkiye'de basın özgürlüğü ciddi şekilde örselendiği için ne olup bittiğini liderlerin vücut dilinden veya yabancı basının yansıttığı bilgilerden anlamlandırmaya çalışıyoruz. Soğuk Savaş yıllarında görev yaptığım Moskova’da durum aynen böyleydi. Diplomatlar ve gazeteciler SSCB’nin politikalarını Politbüro üyelerinin törenler vesilesiyle kamuoyu önüne çıktıklarında sergiledikleri hâl ve davranışlara göre yorumlamaya çalışırlardı. Bu durum, ‘Kremlinoloji’ adıyla nitelenen bir ‘uzmanlık alanı’ yaratmıştı. Başarılı yorum yapanlara ‘Kremlinolog’ ünvanıyla anılır, itibar görürdü. Ünlü stratejist Zbigniew Brzezinski bunlar arasındadır. Evet, trajik olsa da, kabulde zorlansak da teslim etmeliyiz ki, iki NATO müttefiki arasındaki ilişkilerde bugün geldiğimiz aşama maalesef bu durumu çağrıştırıyor.

ABD Başkanı Jimmy Carter'a danışmanlık yapan Brzezinski (Sağda) 1978'de Mısır ve İsrail arasındaki barış görüşmeleri sırasında eski İsrail lideri Menachim Begin ile Camp David'de satranç oynuyor. Brzezinski'nin kaleme aldığı 'Büyük Satranç Tahtası', jeostrateji üzerine yazılmış en önemli kitaplardan kabul edilir

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü olarak görev yaptığım yıllarda, dış politikaya ilişkin konularda yerli ve yabancı basını düzenli olarak bilgilendirir ve sorularını cevaplandırırdık. Özellikle, önemli toplantıların öncesinde, toplantı devam ederken ve sonrasında sürekli olarak açık ve şeffaf bilgilendirme yapardık. Artık, böyle olmuyor. Bakanlığın Sözcülük müessesesi işlevlerini ve anlamını yitirdi. Dolayısıyla, Madrid’teki son Erdoğan-Biden görüşmesi hakkında yorum yapmak için yegâne bilgi kaynağımız görüntüler, sosyal medya ve yabancı basın haberleri üzerinden yoruma indirgendi. Gördüklerime, dinlediklerime ve okuduklarıma nazaran toplantının büyük ölçüde ABD tarafından hazırlanan oyun planına uygun cereyan ettiğini söyleyebilirim. ABD, Türkiye’nin ve özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın beklentilerini gayet iyi incelemiş ve çalışmıştı. Erdoğan’ın, Biden’la kişisel ilişkisini devam ettirmek amacıyla yüz yüze görüşmeyi önemsediğini biliyorlardı. F-16 meselesinde olumlu açıklamalar yapmalarının Türk Hükümeti’nde memnuniyet yaratacağını bildikleri gibi… Özetle, ABD’nin başarılı bir süreç yönetimi yaptığını, Biden-Erdoğan görüşmesinin de buna uygun olarak olumlu havada geçmesini sağladıkları kanısındayım.

ABD ile Türkiye ilişkileri, mevcut hükümet için geri dönülemez noktayı aştı mı? Biden yönetiminin Erdoğan hükümeti ile ilişkileri sıcaklaştırması olası mı?

ABD ile ilişkilerimizin geçmişi yeterince eskidir. Bu ilişkinin çeşitli aşamalarında iniş-çıkışlar olmuştur. Her defasında soğukkanlılık, ölçülü yaklaşım ve sağduyu hakim gelmiş, taraflar sıkışmayı çözecek çıkış yolu bulabilmiştir. Ben de meslek kariyerimin neredeyse üçte ikisini bu ilişkiyi takip etmekle geçirdim. Üzülerek söylemeliyim ki, son otuz yıldır ilişkilerimizi bugün olduğu kadar çetrefil ve sorunlu görmedim. Bu, her iki taraf için de çok üzücü bir durumdur. Zira, yaşanacak bir kırılma her iki taraf için de maliyet üretir. Fakat unutmayalım: Bu ilişkide imkan ve kapasitesi daha yüksek olan taraf ABD’dir. O halde, ABD’nin oluşacak maliyetleri yüklenme lüksü vardır. Oysa, böyle bir kırılma Türkiye’yi ciddi şekilde sarsar. Örnekleyelim: Kıbrıs’taki garantörlük hakkımıza dayanan askeri müdahalenin ardından maruz kaldığımız askeri ambargo 1970’lerde bizi hareket edemez hale getirmişti. Bu yüzden, savunma sanayimizi geliştirmiş olmaktan haklı övünç çıkarabiliriz. Evet, bu bir gurur kaynağıdır. Fakat, bu durumda, neden hala ‘örtülü ambargolar’dan şikayet ediyoruz? Hafızamızı yoklayalım: Neden 40 yıl önce Ankara’da kurulan uçak fabrikasında yerli montajla üreterek, bir bölümünü de ihraç ettiğimiz F-16’ların son modellerini almak için şimdi mücadele vermek zorunda kalıyoruz? Bu bir çelişki, geriye doğru kayma değil mi?

‘Duygusallık bir dış politika üslubu, yöntemi olamaz’

Gerçeğin soğuk yüzüyle hesaplaşmamız gerekiyor: ABD’yle ilişkilerimizi belirlerken altı boş söylemleri geri plana atmalıyız. Hamasetten ve duygusallıktan uzak durmalıyız, soğukkanlı ve gerçekçi olmalıyız. Altını önemle çizelim:  dış politikada muhatabınızı anlamanız, onun hangi yetenek, amaç, öncelik ve beklentiler içinde hareket ettiğini dikkate almanız zorunludur. İçi boş polemikler kitleleri heyecanlandırıp harekete geçirebilir. Fakat, ulusal çıkarları korumak bambaşka bir şeydir. Duygusallık bir dış politika üslubu, yöntemi olamaz. Olursa, ciddi maliyetler üretir, itibar ve güvenilirlik kaybıyla  neticelenir. ABD’yle güvene dayalı ilişkileri korumak, eşit koşullarda söz hakkıyla parçası olduğumuz Batı ittifakının desteği bakımından son derece önemlidir. ABD’ye rağmen, ya da ABD düşmanlığını şiar edinerek  hedeflerinize ulaşamazsınız. Unutmayalım, NATO’ya kimse bizi zorla almadı, üye olmayı biz seçtik. Beğenmiyorsak, üyelikten çıkarız. Geçmişte NATO'nun askeri kanadını terk eden Fransa ve Yunanistan’ın hangi nedenlerle üyeliğe döndüklerini anımsamamız yeterli olabilir.

Şu sıralar, Türkiye’de nesnel kıstaslarla açıklanması zor, belirgin bir ‘Batı karşıtlığı’ var. Bu hissiyat eskiden de ideolojik nedenlerle zaman zaman depreşir; ABD de bundan fazlasıyla nasibini alırdı. Bu deneyimi yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. Şimdi, seçim dönemine giren Türkiye’de iç siyasette köpürtülen bir milliyetçi popülizm alabildiğine güçleniyor. Böyle bir ortamda, ABD ile ilişkilerimizi dönülmez noktaya getirmemeye özen göstermeliyiz. Bugün itibariyle, ikili ilişkilerin mevcut Hükümet bakımından geri dönülmez noktayı aştığını düşünmüyorum. Ancak, siyasi iktidarın tutarsızlık, öngörüsüzlük ve belirsizlikle malûl politikalarının maliyetli bir kırılma yaratabileceği olasılığını da tamamen gözden uzak tutmuyorum.

‘Türkiye zor tercihlerle baş başa kalmamalıdır’

NATO’nun yeni stratejik konseptinde Rusya’nın ittifaka yönelik en ciddi tehdit olarak nitelendirildiğini gördük. Türkiye’nin de bu ifadenin altında imzası var. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Türkiye’nin Moskova’ya yönelik denge politikasını sürdüreceğini söylüyor. NATO’nun fiili lideri olarak ABD’nin Türkiye’ye bu konuda baskısı artacak mıdır?

Rusya’nın Batı ittifakı nezdinde saygınlığı ve güvenilirliği kalmadı. Zira, Rusya uluslararası hukuku pervasızca çiğneyerek bağımsız ve egemen bir ülkeyi işgal etti. Dolayısıyla, eskiden belli bir ortaklık ilişkisi içinde bulunduğu NATO tarafından stratejik konsept belgesinde açıkça hasım ülke olarak nitelendirildi. Ayrıca, ABD öncülüğündeki Batı bloku Rusya’ya karşı şimdiye kadar görülmemiş bir dayanışma içine girerek, yaşamın hemen her alanını kapsayan geniş bir ekonomik ambargo başlattı. Rusya üzerindeki ağır baskının sürdürülebildiği kadar devam edeceğini düşünüyorum. Bu durum taraflar açısından bir nevi dayanıklılık testine dönüştü. Önce kim pes edecek, şimdiden kestirmek güç. Ancak, ABD, ambargonun savaş sona erinceye kadar delinmeden devamı için elinden geleni yapacaktır. Bu çerçevede müttefiklerinden de ambargoyu uygulamaya özen göstermelerini bekleyecektir. Dolayısıyla, ambargoyu tanımadığını açıklayan Türkiye’nin ABD’nin ve diğer Batı ülkelerinin baskılarına, talep ve beklentilerine maruz kalması kaçınılmaz görünüyor. Nitekim, ABD Hazine Bakan Yardımcısı Wally Adeyemo daha bir hafta önce Türkiye’yi ziyaret ederek, ABD’nin Türkiye’den beklentilerini paylaştı. Gelişmelere bağlı olarak Türkiye’nin şimdiye kadar nispeten başarıyla uygulamaya çalıştığı denge ve tarafsızlık politikasının sürdürülmesi müşkül hale gelebilir. Türkiye zor tercihlerle baş başa kalmamalıdır. Banka transferleri, hava sahasının kullanımı, Ukrayna tahılının ihracı gibi hassas konulara bu açıdan yaklaşmamız sanırım isabetli olur.

‘Avrasyacılık’ Türkiye’nin tarihi birikimine aykırı bir seçenek sunuyor’

NATO stratejik konseptinde ilk kez Çin de yer aldı. Hem Rusya, hem Çin, artık NATO’nun stratejik planlamasında ittifakın karşısında. Bunun Türkiye’de ‘Avrasyacılık’ için nasıl sonuçları olur?

‘Avrasyacılık’, siyasi iktidar ve bağlantılı çevreler tarafından iç siyasette araçsallaştırılan, hakikatte içinin doldurulması bir hayli zor bir kavram olarak önümüzde duruyor. Bir siyasi hamaset aracı olarak biriktirilmiş öfkelerin dışa vurumunda elverişli bir mekanizma seçeneği sunan ‘Avrasyacılık’ Türkiye’nin tarihi birikimine, Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesine, halkımızın gelecek ideallerine aykırı bir seçenek sunuyor. Popülist siyasi söylemdeki değerinin Türk halkının özlem ve beklentileriyle ne ölçüde örtüştüğü tartışılmıyor.

Açık söyleyelim: ‘Avrasyacılık’ ve ‘Batılı’ olma karşıtlığı hakikatte otoriterlik ile liberal demokrasiler arasında nerede konumlanmak, hangi değerleri benimsemek istediğinizde ilgili bir durum. Bu konuşulmuyor, tartışılmıyor. Aslında düşünülmesi gereken soru şu olabilir: Türkiye siyasi, toplumsal, ekonomik tercihlerini liberal demokratik özgürlüklerden, çok seslilikten, çoğulcu katılımdan yana mı, yoksa ‘Avrasyacılık’ furyasının temsil ettiği —fakat, asla açıkça teslim etmediği— otoriterlikten yana mı kullanacak? İstediğimiz, özlediğimiz Rusya ve Çin gibi ‘gelişmeyi’, ‘kalkınmaya’ indirgeyen hak ve özgürlükleri kısıtlayan, bunu da katlanılması gereken zaruri bir maliyet olarak sunan, demokratik itiraz hakkının budandığı baskıcı ve otoriter bir dünyada yaşamak mı? 21. Yüzyılın tercihleri sanıyorum Türkiye dahil tüm ülkeler için bu eksendeki konumlanmaya bağlı gelişecek. Türkiye’nin iki yüzyılı aşkın süre önce yaptığı bilinçli Batılılaşma seçiminin, demokratik kurumsallaşmasının, çağdaşlaşma gayretlerinin ‘Avrasyacılık’ ve otoriterleşme eğilimlerini geriye itebilecek güçte olduğunu ümit etmeliyiz diye düşünüyorum. 

‘24 Şubat’tan beri Türkiye’nin dış politikasında da çarpıcı bir değişiklik görüyoruz’

Bu sorudan yola çıkarak Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un “Yeni Demir Perde yükseliyor” sözünü gündeme getirmek isterim. 24 Şubat’ta başlayan Rus işgalinin dünya düzenine kalıcı etkileri olacağı açık. Türkiye, Soğuk Savaş’ta bu sembolik duvarın ‘Batı’sındaydı. Şimdi ne tarafında olacak. Bu duvarın ortasında olmak gibi bir seçenek  var mı?

Rusya, Ukrayna’yı istila ederek küresel düzlemde ciddi bir sarsıntıya yol açtı. Bundan sonra, siyasi ve ekonomik anlamda hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Başka bir ifadeyle, Ukrayna krizi, uluslararası ilişkiler tarihinde yeni bir milat teşkil edecek.

Aslında, Doğu-Batı ekseninde bir süre önce başlayan yeni nesil soğuk savaşın, Rusya’nın Ukrayna saldırısı ile mahiyet değiştirerek ve hatta şiddetlenerek devam edeceğini söylemek yanlış olmaz. Bu süreçte, Ukrayna krizine ilişkin politikaları, yeniden şekillenecek küresel düzende dünya ülkelerinin yerini belirleyecek. Krizin başlangıcından bu yana Türkiye’nin dış politikasında da çarpıcı bir değişiklik görüyoruz. Hükümet, bilinen ideolojik zeminli Batı karşıtı yaklaşımlarından ve söylemlerine mesafe koyarak, yumuşak gücünü devreye sokmaya çalışıyor. Bunda ne ölçüde başarılı olacağını zaman gösterecek. Ancak, hükümetin sıkıntısı gerçekte göründüğünden farklı olabilir. Bir sıkışmıştık hali yaşıyoruz. Hükümet, doğal üyesi olduğu Batı blokundan yana açıkça tutum alamıyor. Zira, evvelce alınan günü kurtarmaya matuf, S-400 alımı gibi hatalı kararlar yüzünden kendini çıkmaza sokmuş vaziyette. Hem Rusya hem Ukrayna’yla mevcut hayati çıkarlarımızı, özellikle enerji konusunda Rusya’ya bağımlılığımızı ve karşı karşıya bulunduğumuz ağır ekonomik krizi dikkate alarak, elden geldiğince ölçülü bir denge politikası yürütmeye çabalıyor, savaşan taraflar arasında uzlaştırıcı rol oynamaya gayret ediyoruz. Hükümetin, bu ince çizgi üzerinde yürümesinin, hassas denge politikasını sürdürmesinin seçim sürecine girildiği bir dönemde çok daha zor olacağı aşikâr. Batı düşmanlığının zirve yaptığı bir dönemde, doğal üyesi olduğumuz Batı’nın yanında durduğumuzu gösterecek kararlar alınması, Türk halkına hâkim olan duygusallık çerçevesinde Hükümete siyasi maliyet yükleyecektir.

Bu açıdan, krizin uzamasının Hükümetin manevra alanını giderek daraltma riskini barındırdığını düşünüyorum. Ancak, bundan sonra Türkiye’nin ortak ve müttefikleriyle çatışmacı politikalara dönmesi ihtimali büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Kanımca, Türkiye’nin yakın dönemde müttefikleri nezdinde güven oluşturacak politikalara öncelik vermesi şarttır. Aksi takdirde, yalnızlıktan kurtulmak amacıyla bir süredir sarf ettiği çabalar akamete uğramakla kalmayacak, krizin çözümündeki kolaylaştırıcı rolünü de kaybedecektir. Diğer taraftan, Ukrayna krizi, Türkiye’deki siyasi otoriterleşmenin sakıncalarının idrakine de vesile olabilir. Özellikle, benzer yönetim anlayışına sahip Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in küresel sistemden bu kadar kısa zaman içinde dışlanmış olmasından gerekli dersler herhalde çıkarılacaktır.

Dengeli davranarak, çatışan taraflar arasında uzlaştırıcı adımlar atılmasının özellikle Batı aleminde yarattığı sempatiyi kalıcı kılmak Hükümetin başlıca hedefi olmalıdır. Bunun yegâne yolu, büyük bir zafiyet içindeki demokrasimizi ihya etmektir. Umarım, bu fırsat heba edilmez. Korkarım, ABD ve Avrupa Birliği ile bozulan ilişkilerimizin yeniden rayına girmesinin başka yolu da bulunmuyor. Bu sıkışmayı kendimiz yarattık, sonuçlarını deneyimliyoruz, demokratikleşmeden geçen çıkış yolu da yine bizim tercihlerimize bağlı görünüyor.

Öngörüde bulunmak gerekirse, Ukrayna krizi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, ardından oluşacak yeni dünya düzeninde Rusya Devlet Başkanı Putin’e yer olmayacaktır. Ukrayna’yı istila kararı, Putin’in dünya siyaset tarihine, Rusya’nın geleceğini karartan bir lider olarak geçmesine sebep olmakla kalmayacak, ismi uzun sürme riski taşıyan küresel kaosun mimarı olarak anılacaktır. Haliyle böyle bir liderle yakın kişisel ilişki sürdürülmesi de son derece zor olacaktır. Hükümetin, Batı yöneliminde samimi olduğunu göstermek için atması gereken bir dizi adım vardır. Temel hak ve özgürlükler başta olmak üzere hukuk ve adalet sisteminin ihya edilmesi Türkiye’nin uluslararası muhataplarına bu konuda önemli bir güvence oluşturacaktır. Kısacası, Türkiye için Batı aidiyetini kuşkuya yer bırakmayacak şekilde teyit etmekten başka bir seçenek yoktur.

‘ABD’nin Türkiye’nin iç siyasetine, “yüreklendirmek” şeklinde dahi olsa herhangi bir müdahalesi büyük bir yanlış olur’

ABD Başkanı Biden, seçilmeden önce verdiği bir söyleşide gelecek seçimlerde muhalefeti Erdoğan’a karşı “yüreklendireceklerini” söylemişti. Artık seçim senesine giriyoruz, ABD’nin ne yönde hamleleri olacaktır?

ABD’nin Türkiye’nin iç siyasetine, “yüreklendirmek” şeklinde dahi olsa herhangi bir müdahalesi büyük bir yanlış olur. Bu tür hamleler ilişkilerde zaten mevcut olan sorunların daha da derinleşmesinden başka sonuç vermez. Ayrıca, Türkiye’de esasen mevcut olan ABD ve dolayısıyla Batı karşıtlığına zemin kazandırır. Bu yönüyle, siyasi istismara, zıtlaşmaya, kutuplaşmaya, kısacası siyasi iktidarın amacına hizmet eder. Bu yüzden, şayet böyle bir plânı varsa —ki, ben hiç sanmıyorum— Biden bundan derhal vazgeçmelidir. Biden neden bu tür bir beyanda bulundu derseniz, sanıyorum 2020’deki ABD seçim kampanyası sırasında kendisini destekleyen Türkiye’ye öteden beri muhalif etkili siyasi lobi kuruluşlarını tatmin etmeyi amaçlamıştır. Gerekçesi ne olursa olsun, bu yanlış, isabetsiz, kabul edilemez bir beyandır. Hal böyleyken, ABD Yönetimi’nin de bu durumun farkında olduğunu, bu tür anlamsız söylemlerden veya etki girişimlerinden kaçınacağını düşünüyorum. Neticede, Türkiye ve Türk halkı olabildiğince serbest bir tartışma ortamında kendi geleceğine yönelik tercihlerini özgürce kullanacak, bu tercihlerin sonuçlarını ön görecektir. Demokratik olgunluğa sahip bir ülke olmanın gerekli ve yeterli ön koşulu budur.