09 Mayıs 2022

Ali Koç yahut ‘rüzgar eken fırtına biçer’ denklemi

Koç’un açıklamalarının, Fenerbahçe ve Trabzonspor’un özellikle holigan taraftarları üzerindeki etkisi, ileride telafisi imkansız sonuçlara neden olabilir. Durduk yerde, 1967 yılı Kayserispor-Sivasspor maçı benzeri bir facianın tekrarı için ortam yaratmayalım, yaşamayalım

Geçen hafta popülizm tandanslı iki kriz yaşadık. Birincisi, Ümit Özdağ’ın kabadayı aleminde yaygın olan ‘mekan basma’ atarında olduğu gibi, Süleyman Soylu’yu  hedef alarak  İçişleri Bakanlığı’na yürüme girişimiydi. Özdağ “ Yarın 11.00’de tek başıma ve silahsız İçişleri bakanlığı önünde olacağım” dediği zaman, epeyce bir insan ertesi gününü nefes almadan bekledi.

İkincisi ise, Fenerbahçe Başkanı Ali Koç’un, Trabzonspor üzerinden esip gürlemesiydi. Trabzonspor’un kendi statlarında yaptıkları olağanüstü şampiyonluk kutlama gösterisinden sonra Koç’a bir şeyler oldu. Önce,  kutlama sırasında açılan ve av tüfeğinin namlusunda kanarya figürünün yer aldığı pankartla ilgili suç duyurusunda bulundu. Sonra, Trabzonspor’un Fenerbahçelileri kızdırmaktan öte bir anlamı olmayan ‘2010-2011 sezonu şampiyonluk’ polemiğini gündeme getirdi. Yetmedi, Trabzonspor’un şampiyonluğunu kutladı diye, Ekrem İmamoğlu’nu hedef tahtasına koydu. Hızını alamadı, “Aklıma gelmezdi söyleyeceğim ama artık 3 Temmuz ruhuna dönmenin zamanı geldi. Meydanın boş olmadığının göstermenin zamanı geldi" dedi.

Başkanın bu tavrı, holigan olmak için uygun ortamını bulamayan düşük profilli bir çok taraftarın nabız atışının yükselmesine yetmiş olmalı.

Üstelik, sözü edilen pankartta, aslan ve kartal resimleri de vardı ama, GS ve BJK’den herhangi bir tepki gelmedi, olgunlukla karşıladılar.

Ümit Özdağ’ın yarattığı gerilimin kat sayısı daha fazlaydı ama Ali Koç’un estirdiği rüzgarın şiddeti çok ağır sonuçlar yaratabilir nitelikteydi.

Koç’un üslubu, tonlaması ve kullandığı kelimeler yekun olarak şiddet tınıları barındırıyor.  Belki de farkında değil ama, onun fısıltı şeklinde kurduğu her cümlenin, tribüne ulaşan desibeli şiddeti çok farklı olur. Holiganlar hep vardır, sadece şımarmak için küçük bir işaret beklerler.

Şunu da unutmamak gerekiyordu ki, siyaset dünyasında sürekli gündemde olmak için özel çaba gösteren Özdağ ve Soylu yarın öpüşür/barışır, hatta aynı partide kol kola olabilirlerdi.

Ancak Koç’un açıklamalarının, Fenerbahçe ve Trabzonspor’un özellikle holigan taraftarları üzerindeki etkisi, telafisi imkansız sonuçlar yaratabilirdi.

Durduk yerde, 1967 yılı Kayserispor-Sivasspor maçı faciasının tekrarı için ortam yaratmayalım.  

***

Iğdırlılara kirli hava tazminatı mı?

Geçen yılın Hava Kirliliği Raporuna göre, Iğdır  Avrupa'nın havası en kirli şehri olarak gösterildi. Benzer şekilde  Bursa, Elbistan Adana ve Mersin’in sicilinin de epeyce kabarık olduğunu zaten biliyoruz.

Bu arada, Avrupa Adalet Divanı Başsavcısı Juliane Kokott, Avrupa Birliği (AB) vatandaşlarının hava kirliliği seviyesinin yarattığı zararlardan dolayı hükümetlerinden tazminat talep edebileceğini söyledi.

Bu açıklama, Paris’te yaşayan bir vatandaşın yoğun hava kirliliği yüzünden sağlığının bozulduğu gerekçesiyle hükümetten 21 milyon euro tazminat talep etmesinin ardından geldi. Fransa’da açılan davada, tazminata gerekçe olarak “devletin AB kriterlerini yerine getirmediği” ileri sürülmüş.

Eğer Fransız davayı kazanırsa, Türkiye’ye yine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yolları gözükecek gibi görünüyor. Çünkü, çok iyi biliyoruz ki, bir Iğdırlı, Bursalı veya Elbistanlı’nın hava kirliliği nedeniyle açacağı tazminat davasını haklı bulacak mahkeme düzeneği henüz Türkiye’de yok.

Ancak Kokott, hava kalitesi ile sağlığa verilen zarar arasında nedensel bağlantı kurmanın kolay olmadığını da söylüyor.

Evet ama, geçen yıl Fransa’da İdari Mahkeme’si, hava kirliliğini makul bir seviyeye düşürme konusunda başarısız olduğu gerekçesiyle Emmanuel Macron hükümetini 10 milyon euro gibi rekor miktarda tazminat ödemeye mahkum etmişti.

Bu nedenle, Fransız vatandaşın tazminat davasını kazanması da çok sürpriz gözükmüyor.

Darısı Iğdırlıların başına.

***

Mahrem hayatı dinleme tazminatlarını kim ödüyor?

Ne kadar kolay değil mi, yetkili olarak mühür senin elinde diye, mahkum ve tutukların cezaevlerindeki görüşmecileri ile yapılan görüşmelerini, mevzuatta yer almadığı halde dinlemeye alacak ve kaydedeceksin!

Anayasada “Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin gizliliği esastır. İstisnaların uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşları kanunda belirtilir” şeklinde açıkça yer alması hiç umurunda olmayacak.

Bu hukuka aykırı uygulama, cezaevleri ile ilgili çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşları tarafından yıllardır dile getirildi, defalarca davalar açıldı ama, sonuç alınamadı.

Nihayet Anayasa Mahkemesi (AYM), bu konuyla ilgili çok sayıda başvuruyu inceleyerek, hafta içinde verdiği kararını şu ifadelerle, “ Özel hayata ve aile hayatına saygı hakkı ile haberleşme hürriyetinin İHLAL EDİLDİĞİNE, Kararın bir örneğinin ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere ilgili mahkemelere GÖNDERİLMESİNE, Başvuruculara manevi tazminatın AYRI AYRI ÖDENMESİNE, OYBİRLİĞİYLE karar verildi”

Başvuruculara ayrı ayrı yapılacak manevi tazminatlar, kararı veren ve uygulatanlar tarafından değil, Hazine tarafından (yani senin/benim/hepimizin vergilerinden) ödenecek.

***

Kafamda deli sorular

Sessiz İstila'nın ciddiyeti: Uzun yıllar Avrupa’da gazetecilik yapmış, çeşitli ülkelerin yabancılar politikasını izlemiş Zeynel Lüle, T24’deki yazısında ‘Sessiz İstila’ belgeselini ‘abartılı’ ve ‘kışkırtıcı’ bulduğunu söyledi.

Lüle’nin, filmin distopik temasını oluşturan Suriyeli sığınmacılarla ilgili olarak ise “ Ülke için hayati olan böyle bir konuyu sadece ‘Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ gibi bir kuruluşla takip ediyor. Sadece bu durum bile iktidarın hala konuyu yeteri kadar ciddiye almadığını, dolayısıyla sorunun ne kadar vahim olduğunu göstermesi açısından yeterli değil mi?” sorusu,  bir çok kişi gibi benimde kafamdaki  esintileri karşıladı..

İyi haber/kötü haber

İki haberim var, hangisini önce yazsam acaba? Biri ‘iyi haber’ denilebilecek özellikler taşıyor, diğeri ise peki iç açıcı değil, negatif.

İyi haberden başlayalım: AB Komisyonu, gazeteci ve aktivistleri bir takım çıkar çevreleri tarafından açılan davalara karşı korumak amacıyla yasa tasarısı hazırladı. Tasarıya göre yargıçlar, gazetecileri yıldırma amacı taşıyan davaları reddedebilecek. Kötü haber ise, RFS (Sınır Tanımayan Gazeteciler) Türkiye sözcüsü Erol Önderoğlu, “ Avrupa Komisyonu'nun taslağı yaşlaşsa bile Türkiye'yi hiçbir şekilde etkilemez. Çünkü iktidarın yolsuzluk ve kayırmacılıkla mücadelesi 10 yıl kadar önce son buldu" görüşünde olması.

Yazarın Diğer Yazıları

Ahmet Altan Davası’nın kilit ismi Mehmet Altan…

Avukat Figen Çalıkuşu: Aslında böyle yapılanma adı altında başlamadı süreç. Nazlı Ilıcak ayrı bir davada çok daha önce gözaltına alınmıştı, Mehmet Altan ve Ahmet Altan daha sonra subliminal mesaj vermek suçlamasıyla gözaltına alındı. Bu bir faciaydı. Dünya literatürüne bir komediydi. Diğer sanıklar da farklı değil. Bu nedenle davanın açılması çok uzun sürdü. Baktılar biz bunları tek tek suçlayamayacağız, o halde toparlayalım, medya yapılanması havası verelim, denildi. Dava açılınca soruşturma biter değil mi? Çünkü artık mahkeme süreci başlamıştır, savcı bir yandan soruşturmayı devam ettiremez. Savcının dosyayı kapatmadığını gördük. Soruşturma numarası açık, baktık hala delil araştırıyor. Çünkü o dosyadan suç çıkmayacağını biliyor. İki polise tutanak tutturulmuş, “Mehmet Altan bu örgütün içindedir, kanaatimiz böyledir” diye. Bu delil olur mu? Tabi ki olmaz. Olmadı da zaten. Gizli tanıkları biz hiç görmedik, duruşmalarda dinlenmediler. İstinaf Mahkemesi “Şu gizli tanığı bir dinleyelim” dedi, sevindik. Onlar da duruşma gününden bir gün önce bizden gizleyerek dinlediler.

Tencere/kapak hukuku

Yeni Adalet Bakanı’nın “Yeni Anayasa” tahayyülü olduğu söylentileri doğruysa, hukuk belki bu minvalde bir nebze gündeme gelebilir, bu konudaki tartışmalar epey gündemi işgal eder, gerisi Allah Kerim...

Osman Kavala: Denizler Altında 20 Bin Fersah

T24’te dün Gökçer Tahincioğlu’nun Osman Kavala’nın yargılama sürecini anlattığı yazısını okuduktan sonra, hayal meyal hatırladığım Jules Verne’nin “Deniziler Altında 20 bin Fersah” romanı aklıma düştü