16 Mayıs 2022

NATO’nun Finlandiya’da ne işi var?  

Yunanistan ve Libya vakalarından ağzı yanan Ankara’nın Finlandiya ile İsveç’in NATO üyeliği başvuru sürecinde nasıl bir tutum benimseyeceği merak konusu. Cevap çok da şaşırtıcı değil aslında.

NATO üyesi ülkelerin dışişleri bakanları, geçen hafta sonu (14-15 Mayıs) Almanya'nın başkenti Berlin’de bir araya geldiğinde, gözler Finlandiya ile İsveç'in NATO'ya üyeliği başvurusu dolayısıyla  Türkiye’ye çevrilmişti. Hele de Finlandiya Devlet Başkanı Sauli Niinisto, pazar günü “NATO’ya üyelik başvurusunda bulunacağız” şeklindeki resmi açıklamasını yapınca, Ankara’nın bu konudaki tutumunun tam olarak nasıl şekilleneceği iyice merak edilir oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Finlandiya ile İsveç'in ittifaka üyeliğine “olumlu bakmıyoruz” şeklinde daha önce verdiği beyanatın ardından gözler bu kez Dışişleri Bakanları Gayriresmi Toplantısı’na Türkiye’yi temsilen katılan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na çevrilmişti. Acaba Ankara, Finlandiya ile İsveç’in ittifaka üyeliği konusunu müzakere etmeye açık bir pozisyonda mıydı yoksa kategorik bir ret tutumunu mu benimseyecekti? Çavuşoğlu, nihayet “PKK ile görüşen ülkeler bu tutumlarından vazgeçmeli” demekle yetinince sorular tam cevaplanmamış oldu. Gelin bugün biz bu soruların cevabını arayalım.

NATO’nun güney kanadı Yunanistan mı?

Malum, bir ülkenin NATO'ya katılabilmesi için İttifaka üye 30 ülkenin de oy birliği içinde karar alması gerekiyor. Ankara’nın ağzı, bu oybirliği duruşuna 1980 yılında yaptığı katkıdan ötürü yanmıştı, bir kere. 1980 askeri darbesinin akabinde Washington’un “bizim çocukları” (our boys) yani cunta paşaları, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönme yolundaki başvurusunu veto etmeyerek kolayca onay vermişti. Kenan Evren rejiminin bu kararının Ankara’nın bölgesel çıkarları açısından mahsurları geçen yıl, ABD ile Yunanistan, Türkiye sınırında ortak askeri tatbikat yapınca iyice belirginleşti. Amerikalılar, Bulgaristan, Romanya ve Polonya gibi NATO ülkelerine askeri malzeme sevkiyatını artık – Türkiye ve Boğazlara ihtiyaç duymaksızın- Dedeağaç üzerinden yapabiliyor, gazeteler “NATO'nun güney kanadı Yunanistan mı oluyor?” şeklinde başlıklar atıyordu.

Yunanistan ile ABD’nin aralarındaki askeri iş birliğini bu denli geliştirmelerine olanak tanıyacak kapıyı bizzat Türkiye 40 yıl önce kendi elleriyle açmıştı. Cumhurbaşkanı bugün bu sebeple, “Yunanistan'ın Türkiye'ye karşı NATO'yu da arkasına alarak takındığı tavrı biliyorsunuz. Bu konuda ikinci bir yanlışı Türkiye olarak işlemek istemiyoruz,” diyordu.

Hal böyleyken, Cumhurbaşkanı'nın “terör örgütlerine misafirhane” sunduğunu düşündüğü İsveç ile Finlandiya gibi ülkelerin İttifaka üyeliğine Türkiye’nin gözü kapalı olumlu yaklaşacağını söylemesi mümkün değil. Hele de “terörle mücadele” konusundaki hassasiyetinin müttefiklerince paylaşılmadığın düşünen, hatta müttefiklerinin yaptırımlarıyla yıpratılmak istendiğine inanan bir yönetim Türkiye’de iktidarda iken.

NATO ile Türkiye’nin ilişkilerinin “limoni” olduğu bilinmeyen bir şey değil. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 2019 yılında o meşhur “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” açıklamasını yaparken, buna gerekçe olarak gösterdiği vakaları Türkiye'nin, çıkarlarımızın söz konusu olduğu bir bölgede, koordinasyonsuz saldırgan eylemleri var” benzeri bir cümleyle özetliyordu.

Aslında NATO ile Türkiye’nin ilişkisi özellikle 2011’den sonra “tatsız” bir görünüm almıştı. Neden, çünkü öncelikle Türkiye'nin çıkarlarının söz konusu olduğu bir bölgede, Fransa’nınkoordinasyonsuz saldırgan eylemleri” ile yüzleşmişti Ankara. Malum, ABD önderliğindeki bazı NATO ülkeleri, 2011 yılında Afrika’nın en zengin ülkelerinden biri olarak Türkiye’nin de önemli bir ticari partneri olan Libya’da iç savaş çıkardılar. İşler, özellikle Fransa’nın meşru hükümetin karşısında konuşlanan isyancı güçlere doğrudan askeri yardım yapmaya başlamasıyla karışmıştı. Nicolas Sarkozy yönetimi, başta BM olmak üzere uluslararası örgütlerin bu ülkede “güç” kullanılmasına yönelik herhangi bir karar almasını beklemeksizin, 19 Mart 2011 tarihinde Libya’yı bombalamaya başladı. Hemen ardından da CIA’in allayıp pulladığı bir adam ülkedeki siyasi otoriteyi ele geçirebilsin diye gelişkin silahlarla donatıldı. Bir NATO ülkesi, bir meşru hükümetin karşısında konuşlanan isyancı güçlere doğrudan askeri yardım yaptığını belki de ilk kez açıkça itiraf ediyordu.

NATO’nun Libya’da ne işi var?

Libya’daki yatırımlarını bir anda kaybetme riskiyle karşı karşıya kalan Türkiye’nin, bu ülkedeki statükoyu gözetmek dışında bir seçeneği dikkate alan bir hazırlığı yoktu. Ankara, gelişmelere itirazını, biraz da şaşkınlıkla, “NATO’nun Libya’da ne işi var” sözleriyle dile getirdi. Türk hükümeti itiraz halinde olsa da, Fransızlar sahada yol almaya başlamışlardı bir kere. Tek gafil avlanan Türkiye değildi. Libya ile ilişkilerini 2008’den başlayarak kademe kademe geliştiren Rusya da hazırlıksız yakalanmıştı. Aslında tam da bu yüzden Fransız jetlerinin, Libya’daki ilk hedefleri, bu ülkenin envanterindeki Rus yapımı tanklar olmuş, Fransız uçakları bombardımanların başlarında patır patır Rus yapımı T-62 ve T55 tankları avlamıştı. Rusya kaynaklarına bakılırsa, Libya Sovyetler Birliği döneminde bu ülkeden 2 binden fazla tank, 2 bin civarında zırhlı piyade aracı ve zırhlı personel taşıyıcı ile 450 civarında kundağı motorlu obüs satın almıştı. International Institute for Strategic Studies’in (IISS) 2009 yılı tahminlerine göre ise, Libya’nın elinde çoğu Rus yapımı 1,914 tank bulunuyordu.

Kısacası, Ankara gibi Moskova da bölgede hızlı seyreden gelişmeler karşısında gafil avlanmıştı. Ortada BM’nin Libya’ya silah ambargosu uygulama kararı olmasına rağmen, Fransızlar 1990 yılında CIA ile anlaşma yaparak ABD’de serbest kalan ve Kaddafi’ye bayrak açan isyancı Halife Hafter güçlerine Javelin tipi tanksavar füzeler bile ulaştırıyordu.

NATO’nun koordinasyon görevini üslendiği askeri güce aralarında Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de olduğu birçok Arap ülkesi de destek vermişti. Bir başka deyişle, Suriye’de ve Doğu Akdeniz’deki ihtilaflarda ilerleyen dönemde daha net biçimde gördüğümüz kamplaşmanın tohumları Libya’da atılıyordu.

Suriye’de öne çıkma gayreti

Libya’da olan biteni o günlerde izlemek dışında bir şey yapamayan Ankara, Suriye’deki sokak gösterileri yerini Körfez monarşilerinden akan silahlarla kanlı çatışmalara bırakmaya başladığında, Libya’da olan bitenin burada da aynen tekrarlanacağını zannetti. Suriye’ye büyük bir istihbaratçı ordusu yığan ABD önderliğindeki koalisyon herhalde kısa bir zaman içinde askeri güç kullanmaya başlayacaktı. Ankara, olayların Irak ve Libya’da nasıl ilerletildiyse, Suriye’de de benzer şekilde ilerletileceğine inanıyordu. Dolayısıyla, Türkiye, Fransa’nın Libya’daki oldubittisinin bir benzerinin yanı başında, yani Suriye ile 900 km’yi aşan sınırının hemen güneyinde tekrarlanmasına izin vermeyecekti. Meselenin PKK ile paralel hareket ettiğini düşündüğü Suriye kökenli Kürt milis grupları büyütme riskleri barındırdığını da gören Türk hükümeti, Washington’un komutası altındaki olası bir harekatta inisiyatifi Fransa’ya kaptırmamaya karar verdi. Fransa’dan önce “proaktif” tutum takınmalıydı. Türk hükümeti, daha ABD yönetimi bölgeye doğrudan askeri müdahalede bulunmak yönünde karar bile almamışken, Şam yönetimi ile hasmane bir kamplaşma içine giriverdi. Mesele statükoyu –Libya’daki gibi korumak değil – yıkmaksa, onu da kendisinin yapabileceğini gösterme kararlılığında davranmaya başladı. NATO’daki müttefikinden sahaya inmek için uzunca bir dönem istediği “yeşil ışığı” alamayınca da, başka türlü bir oyun kurgulandığından emin olarak gecikmeli bir şekilde “vizeyi” Rusya’dan alma yoluna gitti ve Suriye topraklarında daha derin bir varlık göstermeye başladı. Bu arada, Rusya ile arasının açılmasına yol açacak tuzaklara da düştü. Kendisini Suriye’de adım atamaz hale getirecek ve böylelikle mefluç bir halde iradesini ABD’ye havale etmek dışında bir şey yapamaz konuma gelmesini kolaylaştıracak tuzaklardı bunlar. Yine de bir miktar zaman alsa da, ciddi bedeller ödese de bu sıkıntılarını atlatarak istediği coğrafyalarda tutunmasını sağlayacak şekilde sahada kalmayı becerdi.

Hatta Suriye sahasında edindiği özgüven ile Libya’ya dahi “döndü!”

Sonrası malum, ABD’nin YPG ile birlikte Akdeniz’e uzanma hayallerine belki set çekti Ankara ama, bunu yaparken biraz da “soft issue” olarak gördüğü bir yerden büyük bir gol yedi. Milyonlarca sığınmacı artık kendi topraklarında idi. Sınırının güneyindeki demografik yapının kendi aleyhine değiştirilmesine izin vermemişti belki ama, Suriye coğrafyası içinde onlara bir anayurt “inşa etme” planı tutmayınca, demografik yapının Suriye sınırının kuzeyinde, yani Türkiye topraklarında değiştiğini, değiştirildiğini görmüştü. Bunun idrakine vardığında da sorunun çözümü için epeyce geç kaldığını da anladı.

Şimdi yıllardır “PKK terörüne destek” verdiğini düşündüğü İsveç ile Finlandiya, NATO’nun kapısını çalıyor. Ankara’nın kendilerini geleneksel Türk konukseverliği ile içeri buyur eden üyelerden biri olmasını umuyor bu ülkeler.

Hal böyle olunca, bir zamanlar “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyen Ankara’yı, bugünlerde “NATO’nun İsveç ile Finlandiya ile ne tip bir ilişkisi olabilir ki” diye sesini yükseltirken görüyoruz.

Gerçekten de NATO’nun İsveç ve Finlandiya ile bir işi olabilir mi, peki?

Finlandiya’nın NATO ile ne işi olabilir?

Eğer o bölgede son yıllardaki gelişmeleri çok yakından takip eden biri değilseniz, tabii soracağınız soru haklı da olarak şu olacaktır: Örgün eğitim başarısında dünyanın 1 numarası olan, artarda 5 yıldır “dünyanın en mutlu ülkesi” olarak kayıtlara geçen bir ülke olarak Finlandiya’nın NATO’da ne işi var, ne işi olabilir? Finlandiya’nın tarafsız bir ülke olarak kalması daha yerinde olmaz mı?

Böyle sorulunca, insan “tabii tarafsız kalması daha yerinde olur,” gibi bir yanıta kendini daha yakın hissediyor. Ama Finlandiya’ya bugün “tarafsız” ya da “askeri anlamda bağlantısız” bir ülke denir mi, hiç emin değilim. Otuz yılı aşkındır tarafsız sayılmaz aslında Finlandiya.

Finlandiya, İsveç ile birlikte 1994’ten bu yana NATO’nun “Barış İçin Ortaklık” (BİO) programının bir üyesi. Ayrıca, NATO’nun Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan kaynaklanan yeni risklere karşılık vermek için 2014 yılında oluşturduğu “Enhanced Opportunity” programının da (Ukrayna, Gürcistan, Ürdün gibi) iş ortaklarından biri. Helsinki bunları da yeterli bulmamış olmalı ki, İttifakın Planlama ve Değerlendirme Süreçleri’nin de 1995’ten beri katılımcısı. Defalarca NATO öncülüğündeki çok yönlü kriz yönetim operasyonlarına dahil olmuş bir ülke. Hatta NATO’nun bu yılın Mart ayında, Norveç’in kuzeyinde düzenlediği “Soğuk Müdahale 2022” adını taşıyan askeri tatbikatına 680 personeliyle katılmış ve orada Türk askerleriyle birlikte görev de yapmış bir silahlı kuvvetlere sahip. Finlandiya, Avrupa Birliği’nin askeri alandaki yönergelerinin temelini oluşturan “Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası”nın da en aktif uygulayıcılarından da biri. İsveç ile birlikte Avrupa Konseyi’ne yaptıkları tüm çağrılarda, AB’nin güvenliği sağlama rolünü önde tutmuş, Avrupa Birliği anlaşmasının 42.7’inci maddesinin üye ülkeler arasında güvenlik dayanışmasını daha fazla kapsayacak şekilde genişletilmesini istemiş bir ülke. Finlandiya, Türkiye’den sonra Avrupa’daki ikinci en büyük kara kuvvetlerine sahip ülke olduğunu savunuyor ve topçusu da çoğunluğunu NATO ülkelerinden tedarik ettiği 1,500’ten fazla ağır silah türüyle Batı Avrupa’nın en büyüklerinden biri.

Yani, aslına bakarsanız, Finlandiya zaten epeydir NATO’da. Helsinki İttifaka çoktan girmiş de bir tek imzaların atılması unutulmuş, gibi bir durum söz konusu. Şimdi de iş gelmiş, imzalara dayanmış. Dolayısıyla, konu “Finlandiya’nın NATO’da ne işi var?” denecek noktayı çoktan geçmiş bir halde. Bir nevi, “anlaşılan gençler kendi aralarında anlaşmışlar zaten, bu durumda bize de gereğini yapmak düşer” gibi bir hal var ortada.

Türkiye’nin bu “izdivaca” evet demek dışında bir seçeneği varmış gibi görünmüyor. Ama tabi bunu yapmadan önce, Finlandiya’dan ve İsveç’ten “terörle mücadele” ekseninde bazı güvenlik garantileri (ve belki de fazlasını) almayı isteyecektir. Onun şaşırtıcı bir yönü yok.

Rusya’nın Ukrayna hamlesine Finlandiya bir cevap

Ayrıca şunu da unutmamak lazım ki, Finlandiya’nın NATO’ya üyelik başvurusu, İttifak tarafından “Rusya’nın hamlesine İttifakın sahadaki cevabı” olarak görülüyor. Bir diğer deyişle, Rusya’nın NATO’yu kendi sınırlarından uzak tutmak için Ukrayna’da giriştiği “özel askeri operasyona,” İttifakın “ben de o zaman kuzeydeki cephemi 1340 km daha genişletirim” şeklindeki bir karşı hamlesi bu.

Dolayısıyla konunun pozitif sonuçlanması NATO kurmayları için “stratejik” bir kıymet taşıyor ve “tartışmaya kapalıdır,” diye düşünüyorum. NATO karargahının Ankara’nın itirazı bahsinde belki dile getirmekten imtina ettiği, ama içerden hissettiği bakışı da, “İttifakın güneyinde çeşitli konularda bize zorluk çıkaran bir üye ülkenin kuzeyden Rusya’ya karşı yeni bir cephe açmamızı engellemesi söz konusu olamaz,” şeklindedir sanıyorum. (Alakasız gibi duruyor, ama bu konuyu tartışırken kendimizi bir anda Mart tezkeresi vakasını tartışırken de bulabiliriz.)

Bu şartlar altında, aslına bakarsanız, bizler için asıl kıymetli soru, özellikle de Türkiye’nin “terörle mücadelesine” asıl ket vuranın Helsinki ve Stockholm’den ziyade Washington olduğunun belirgin bir şekilde ortaya çıktığı bir konjonktürden geçtikten sonra, “Ankara’nın NATO’da ne işi var” sorusu olacaktır. Ama ne onu sormaya gerçekten niyetli bir siyasi irade var ortada, ne de böyle bir soruyu dillendirmenin bile olası bedellerini ödeyebilecek hali var kırılgan ülke ekonomimizin!

Ama tabii burası Türkiye ve “-mış gibi yapmaların” önünde hiçbir engel olamaz.

Mesele bizim için biraz böyle gerçi ama, NATO’nun Finlandiya’da ne işi var?” sorusunu Ruslar sormaya kalktığında durum biraz daha farklı bir nitelik arz ediyor ve ürkütüyor sanıyorum. Geçen cuma Rusya’nın BM temsilcisi Dimitri Polyanski bize bunu hatırlattı. NATO’nun Rusya’yı “düşman” olarak gördüğünü ve İsveç ile Finlandiya’nın İttifaka katılmalarıyla birlikte bu ülkelerin de Moskova için birer düşman hedefi haline geleceklerini söyledi ve “bir anda bu ülkeler düşmanın bir parçası haline geliyorlarsa, bunun da diğerleri gibi askeri ve ekonomik tüm risklerini yükleniyorlardır,” diye konuştu.

Finlandiya NATO üyesi olur olmaz, NATO’nun bu ülkenin Rusya sınırına on binlerce asker ve silah konuşlandıracağı bir gerçek. Peki halklar kendilerini ne zaman güvende hissetmeye başlayacak? Devletlerin birbirine güvenmez hale geldiği ve bütün aktörlerin “güvenlik garantileri” peşinde koştuğu şu aşamada, halkların her koşulda barışı vazetmekten ve “umalım ki, Avrupa bugünlerimizi bile mumla aratacak bir noktaya doğru yürümez,” demekten başka yapacak çok fazla şeyi yok galiba. Dünya iklim krizinin ortasında gıda kıtlığına da doğru koşar adım ilerlerken, filanca memleketin öbürünün sınırına füzeler konuşlandırması galiba en son ihtiyaç duyacağım bir “önlem” olacaktır!

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Füze saldırılarının görünmeyen koridor boyutu

İsrail ile İran arasındaki karşılıklı füze saldırıları, ABD’nin Orta Doğu'da Çin'in artan nüfuzunu dengeleyecek bir ağırlık merkezinin sacayaklarının inşa sürecine de katkıda bulunuyor

Biri öldürmüş, biri gömmüş, biri de delilleri yok etmiş

Knesset semalarında İran füzeleri görüldü diye dikkatlerden kaçmasın, bayramın son günü İsrail ordusu Gazze’de 3 yüksek okul, bir ilkokul, bir hastane, bir düğün salonu ve bir de camiyi 1 saat içinde yok ederken, işbirlikçileri 1930’ları anımsatan icraatlara imza attı

Kadayıfın altı kızardı

70’lerdeki hükümetlerin ayakta kalmasında anahtar rol oynamış Necmettin Erbakan’ın oğlu, babasının izinden giderek ustalıklı bir stratejiyle “kadayıfın altını kızarttı.”  Sol yine seyrederken