16 Ağustos 2022

Sanat turları (2): 15. Documenta

Sanatın felsefeye her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğu bir devreye mi girdik?

Bir varmış bir yokmuş. "Evvel zaman içinde kalbur saman içinde" sanat diye bir şey varmış. Başkalaşarak…

Geçen seferki yazıma başlarken "sanat turlarından" söz etmiş ve Documenta'dan başlayarak Venedik Bienali'ne geçmiştim. Bir sergide bazen eserler konuşulurdu ve kavramsal çerçevesi de sonra gelirdi. Bu sefer, söylem üzerinde duracağım. Sadece çok tartışmalı olduğunu okuduğumuz, kimisinin enerjisinin yüksek bulduğu kimisinin ise eserini sergiden çektiği bir ortamdan bahsedeceğim. Ve geçen yazıda de söz ettiğim, 19 Haziran'da açılan 15. Documenta'ya döneceğim. 

Aslında bu Documenta'da, sanatı tartışmaktan çok Batı ve Batı dışı (aslında, Batı-Doğu'nun ne anlama geldiğine yeniden bakmak ve çoğul bir kelimenin anlamını da çoğullaştırmak gerekmekte) gerginliğiyle birlikte anti-semitizm eleştirilerine yer vermek zorunda kalınmakta; çünkü sanatsal formların dışında bir sosyal alan söz konusu. Gruplar, sanatçı inisiyatifleri, "Beraber yaşamak nasıl mümkündür?" soruları etrafında bir genel tartışma ve ikiye bölünmüş kanaatler ortaya çıkmakta. Arşiv ve belgeler, kamusal programlar, eğitimci malzemeler, fikirlerin süreç zarfında geliştirilmesi vb.

Yine medyadan öğrendiğimiz kadarıyla, önce 15. Documenta'nın Müdiresi Sabine Schormann istifa etti. Sonra ünlü "yeni medya" sanatçısı Hito Steyrel "anti-semitik" olarak nitelendirilen kolektif bir çalışma (Taring Gagi) dolayısıyla "Artık bu sergi organizasyonuna güvenim kalmadı" diyerek, 15. Documenta'dan video çalışmasını çekerek ayrıldı. 

Bir taraftan, 2005 yılındaki İstanbul Bienali'ne katılmış olan sanatçı kolektifi Ruangrupa adlı Jakartalı (Endonezya) küratör ekibinin çalışmasının sosyal alana verdiği "enerjiden" söz edilmekte; bir başka taraftan ise, Batı-dışı olarak nitelendirilen bir bağlamda, "beraber yaşama" temsili nasıl değerlendirilmesi gerekir? sorusu sorulmakta. Çok çalkantılı bir ortam söz konusu öyleyse. Eserlerin sanatsal değerinden çok neyi temsil ettiği konuşulmakta. Tam da burada anti-semitizmden bahsedilmekte. 

Bu kadar tartışmaya açık olarak duran, beş yılda bir yapılan bir "büyük sanat sergisinin" içinde bu kadar sorunlu bir bağlam meydana gelmişse ve bazı pratik ve teorik "hatalar yapılmışsa" (işlerin bağlam değişiklikleri ile anlam farklarının karışması) veya hata değil de "düşüncesizlik", "genelleşmiş bakış eksikliği" (en ciddisi anti-semitizm) varsa, o zaman mevzu bahis edilen "tek yanlı kolektif enerji" neye yarar?" sorusunu da sormak yanlış olmayacaktır, kanımca. Ne de olsa "dünyasal bir serginin" sadece bir tarafa bağlı kalması düşünülemeyecektir.

Eski İstanbul Bienali (Vasıf Kortun ile birlikte 2005 yılında) küratörlerinden ve 15. Documenta'nın danışmanlarından biri olan Charles Esche'nin, sosyal medyada kamuya açık bir şekilde belirtmiş olduğu gibi "beraber yaşama" enerjisinin, kendisini nerdeyse büyülediğinden söz ederek, 15. Documenta sanatçıları sembollerinin "mesiyanik" ve "ütopyacı" olduğunu vurgulaması ilginçtir. "Mesiyanik" lafı burada büyük bir ihtimalle "anti-semitizm" meselesine verilen bir cevap gibi durmakta. Yahudi hareketi içinde var olan ve bilhassa Walter Benjamin'in Marksizm içinde değerlendirdiği bir kavram olarak "mesiyanik" kelimesi öne çıkmakta. 

Bir Benjamin uzmanı olan Michael Lövy'nin Benjamin yorumuna baktığımız zaman, düşünürün zaman fikrinin nasıl bir eleştiriye doğru yöneldiğini hatırlamak lazım diye düşünüyorum; çünkü mekanik ve evrimci, düz çizgisel zaman anlayışına karşı Benjamin yeni bir zaman anlayışını tarihi olarak öne sürmekteydi. Paul Klee'nin "Angelus Novus" eserinin yorumunda da gösterdiği gibi Benjamin zamanı geriye dönük bir nostalji içinden geçerek ileriye doğru taşımanın üzerine dikkat çekmekteydi. Lövy bu bakışı "romantik bir Marksizm" olarak nitelendirmekteydi. Bu bakış aynı zamanda Orta Avrupa Yahudi entelektüel dünyasının bakışıyla da açıklanmaktadır. Mesiyanik bir Yahudi anlayışının ilerleyen devrimci bir fikirle kaynaşmasından yola çıkan bu bakış Benjamin için Avrupa'nın İkinci Dünya Savaşı içindeki krize bakışının ürünüdür. 

Nijerya asıllı Amerikalı sanatçı ve Connecticut Üniversitende Afro-amerika araştırmaları uzmanı profesör Olu Oguibe'nin Charles Esche'nin bakışına yaptığı eleştiriye göre, John Berger'in 1952'deki "Batı Sanatı Endonezya Sanatından Ne Öğrenebilir" adlı yazısı (asil yerlilerin çalışmaları) hatırlatılmakta. Esche'nin verdiği cevap ise artık "İkinci Dünya Savaşı" içindeki sosyal ve siyasi ortamın dışına çıkılarak, "2010 sonrası finans krizinin" içinde olduğumuz şeklinde geliştirilmekte. Ancak bu bakışın Benjamin'in mesiyanik Marksizm'e ait görüşünün İkinci Dünya Savaşı içinde geliştirdiği söz konusuysa eğer (ki öyle), o zaman Esche'nin iddiasının başka bir dönemdeki, yani İkinci Dünya Savaşı döneminin, John Berger'in ileri sürmüş olduğu yaklaşımın kavramıyla aynı dönemde anlaşılamayacağını vurgulamakla birlikte yine de zamansız bir şekilde değerlendirilmeye alınabilmekte, kanımca. 

Bir yandan "eski bir dünya savaşı" vahşeti karşısında (Temerküz kampları, totaliter bir Nazi rejimiyle birlikte "insanlık suçunun işlenmesi, Yahudi Soykırımı) Yahudi bir entelektüelin, Benjamin'in mesiyanik bir tarih önermesi, diğer yandan da aynı kavramın "finans kriziyle" Charles Esche tarafından birleştirilmesi, belki de çelişkiyi yeni bir boyuta daha taşımaktadır. Devrimci bir zaman ile mesiyanik zamanın üst üste çakışması tam da Benjamin'in vurguladığıysa eğer, o halde bugün de zaman farklarını yan yana getirmekteyken iki ayrı zaman biriminden (İkinci Dünya Savaşı ve 2010 Finans Krizinden) çok "insanlık suçunun unutulması" ve hatırlatılması gibi hassas bir konuya girmek zorunda kalınmakta. Burada anti-semitizm üzerinden gelişen tartışma git gide daha karmaşık hale gelmekte.

"Halkın Adaleti" yazılı Endonezyalı kolektif sanatçı grubu Taring Pagi'nin büyük pankart ile açılan 15. Documenta sanat eserinden daha çok agit-prop siyasi pankartlara gönderme yapmakta. Sanat eseri ve karikatür arasındaki çizgi burada bir yandan kalkmakta (Baudelaire'in modern sanatçı olarak gösterdiği karikatürist) diğer yandan ise güncel sanat yapma formu arasındaki fark bu sanatsal alanı kısıtlar gibi gözükmekte. O bakımdan belki de sanat formu ile bu sergilemeler arasında başlayacak bir tartışma daha ilginç olacak gibi gözükmekte. 

Tartışılacak olan bu iki değişik sanatı ele alma biçiminin bugünün güncel sanatına ne verebileceğini düşünmek de önemli olabilir. Ama asıl vurgu sanat yapma biçiminden çok siyasi olarak dekolonyal bir perspektifte nasıl sanat değil de "birlikte yaşamak" düşünebilir hale gelmekte. Başka bir şekilde söylersek, Batı sanat tarihinin dışladığı Avrupa dışı sanat Batı sanatıyla bugün post-kolonyal bir alanda nasıl hesaplaşabilecektir, veya hesaplaşabilecek midir? Yerel olanın öne çıktığı bu bakış Batı karşıtı bir söylemle nasıl anlaşılır kılınabilecek? Batı'nın kendi içindeki düşünürlerin kölecilik ve sömürge eleştirisi nasıl bir kenara bırakılabilecek? Yerel olanı göstermek bugünün siyasi global sorunlarına cevap verebilecek mi?

Sanırım bu soruların çerçevesini; sanat, sosyoloji, antropoloji siyaseti değil, tarih hiç değil; ama felsefi bakış ve onun gelmiş geçmiş ve gelecek bir evrensellik tartışması oluşturabilecek ve bunun boyutlarını genişletebilecektir. Siyaset sosyolojisinin çıkmazlarını aşmak düşüncenin ele alınmasının zorunluluğunu ortaya koymakta. Sanat tarihi cevap olamayacaktır; çünkü zaten güncel sanat son otuz yıldır Batı sanat tarihinden yavaş yavaş koparak ilerlemekte. Yaratı yerine iletişimin geldiği bir sanat ortamında, sanat nerdeyse ikinci plana doğru bırakılmakta. 

Sosyoloji ve sanat arasındaki geçişli vaziyeti birçok kitapta belirttim, 1990'ların başından beri. Bu yaklaşımı yapan ve bilhassa Türkiye'de birçok ülkenin sanat alanından çok daha erken bir dönemde ele alan birisi olarak burada bir çıkmaz görmekteyim. Sanatın kendi alanının özgüllüğünün (çizgi, renk, malzemeler ve yeni malzemelerle düşünce ve refleksiyon, sanat akımları vb.) geride bırakmak demek kendimizi sanat alanında siyasi tartışmaların içinde bulmak anlamına gelmiş vaziyette değil mi bugün?

Bu anlamda anti-semitizm, siyasi grupların saldırıları, yerellik, Batı ve Doğu karşıtlığı, sömürgenin meziyetleriyle sömürgenin felaketleri arasında dönmeye başlayan siyasi tartışma 15. Documenta'nın bu tartışmayı açtığını bize göstermekten başka ne yaptı? Savunma ve saldırı değil; durumun analizinin açık bir şekilde yapılması gerekmekte, kanımca. 4 Ağustos'ta London Review of Book'ta Eyal Weizman'ın Documenta özeti bize çok güzel bir düşünme alanı açmakta. Okunulması gereken bir makale bence. Burada özeti vermek zor olacaktır. 

Fakat 2002 yılında Endonezya'da yapılan, yazının girişinde söz ettiğim bir işin (Taring Padi) Almanya'da Kassel'e direkt olarak taşınmasında çok sorunlu bir durum ortaya çıktığının da altını çizmek gerekecektir; çünkü kıta ve bağlam değiştiğinde yanlış anlamalara açık bir iş çıkmakta karşımıza. Endonezya'da Suharto'nun diktatörlüğündeki vahşete (Amerikan gizli servisinin buralarda diktatörleri Komünizme karşı destekledikleri vahşet kokan cinayetler) gönderme yapan yerleştirme (duvar resmi gibi yapılmış figürlerden oluşmakta bu iş) Almanya'nın Nazi dönemine ait bir anti-semitizm ile karışınca yapılan hata burada ortaya çıkmakta. Her zaman için sadece metin değil, aynı zamanda bir bağlam içine yerleşmiş olan bir metin olduğu gibi (Derrida'nın dekonstrüksiyonu) burada da işin bağlamı değiştiğinde anlamı da değişmekte ve sorunlara yol açmakta olduğu aşikâr durmaktadır. 

Amerikalı mantıkçı filozof W. V. O. Quine (1908-2000) cümlelerin ve kelimelerin (tabii imgelerin de-AA) ana dilini veya iyi bildiği yabancı dili ve dilleri bilenler için ortak bir şekilde anlaşılabileceğini yazdıktan sonra, cümlelere bazı kavramlar girdiği vakit ve bu kavramların bazılarının biraz kapalı kavramlar olduğunda (Dekolonyal, Cancel culture, Irklılaştırılmış, Genel Güney, İslamo-goşist vb.) o zaman cümle veya cümlelerin anlaşılırlığı için ancak "küme-altındakilere"(azınlık bir gruba) açık olabildiğini ileri sürmektedir. Quine'e göre, kavramlara yabancı olanlar, burada anlayamayanlar veya yanlış anlayanlardır. 

Tam bu yazıyı tamamlarken, Cezayir asıllı Fransız sanatçı Kader Attia'nın küratörlüğündeki 2022 Berlin Bienali'nden bir haber düşüyor sosyal medyaya: 1936 doğumlu Fransız sanatçı Jean-Jacques Lebel'e ait bir yerleştirtme üzerine başlayan yine bir tartışma, bir anlamda bir "sansürleme" alanı daha çıkıyor ortaya. ABD'nin Irak işgaliyle ilgili Irak'taki Abu Ghraib Hapishanesi fotoğraflarından (basında yayımlanan ve bildiğimiz cinsel işkence fotoğraflarının gösterilmesiyle Amerika'nın Orta Doğu politikası eleştirisi üzerine) gerçekleştirilen 2013 yılına ait MAMCO'nun koleksiyonuna ait Poison Soluble adlı yerleştirme. J.J. Lebel; hayatı boyunca, Fransız sömürgeciliğini eleştirmiş, yasak aşıcı eserler yapmış bir sanatçı olarak, bu yerleştirmesinde Orta Doğu'da Amerikan siyasetini, tıpkı daha evvel başka performanslarında da gerçekleştirmiş olduğu gibi gözler önüne sermek istemekte. Ancak, eleştirel bu yerleştirmenin "Batı-dışına yukarıdan bakan" Batılı" bir sanatçı tarafından yapıldığı ve Iraklı sanatçıların "duygularına dokunduğu" için sansüre uğramak zorunda kalındığının haberi geliyor, sosyal medyadan. Paris'te çok önceleri görmüş olduğumuz (Paris, Palais de Tokyo'da 2018 sergisi) bu yerleştirme aradan geçen zaman ve yer farkıyla sansüre uğrayacak hale getirilmiş olması düşündürücü (ah! bağlam/ bağlam-dışılık ve zamansızlık nelere kabilsin!). Bugün sorunlu bir dünya ve sanat ortamı artık, uzunca bir zamandan beri, siyaseten "yerellik, milliyetçilik, dini kimlik ve cins kimlikleri duyarlılıkları" konuşmaya başladı. 

Belki de sanatın felsefeye her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğu bir devreye mi girdik?

Ali Akay kimdir?

Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir. 

Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 

1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur. 

Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayınlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Dostluk üzerine

Siyasi partilerin seçim sonuçlarında aldıkları seçmen oyları, mümkün olabildiği kadar, oyların eşit dağılımı üzerine kuruludur. O halde, neden hâlâ bazı düşmanlık sözleri toplumun içinde yer bulabilmekte ve hak arama imkanları kısıtlanabilmektedir?

Seçimlerde toplumsalın vektörleri

İstanbul odaklı söylemlerin içinden geçen ve Türkiye bütününde siyasilerin ve devlet aygıtlarının medya ve kamusal alandaki aktörlerin sahada boy gösterdiklerini izledi

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır