03 Temmuz 2022

Anne Frank; küllerinden doğan Anka

Anne Frank küllerinden doğan bir Anka kuşuna dönüşmüştür, sonsuz hayatı öldükten sonra elde etmiş olsa bile. Tıpkı, Öldükten sonra da yaşamak istiyorum, dediği gibi

Bir mayının üstünde kıpırdamadan durmaya benziyor hayat. Ben kıpırdamadan duramam. Bazı kitaplar bitince -birden hayat bitiyormuş gibi- sadece ışığın aydınlattığı masama bırakırım gözlüğümü çıkarıp. Daha fazlasını görmek, bilmek istemediğim için. Çok küçük yaşlarda televizyonda Bosna'daki soykırımı izlerken de böyle hissetmiştim. Artık çok da bir şey hissetmiyorum doğrusu. Her şey tekrar ediyor kendini, başka biçimlerde ve sürekli. Başkaları mutlu olsun diye gülümseyen bütün yüzü güleçler bilir bunu, insan kapısını örtünce dışarıda kalan dünya içerideki dünyadan daha küçük bir şey oluyor, bir anda. Sanki insanın içinde bir ur büyüyor, hem kendini hem insanın içini kanata kanata. Gecenin gündüzleri su gibi içip tekrar kusması gibi dışarıya… İlk günleri bittiğinde sevincin, Anne Frank da öğrenmiştir bunu mutlaka; bütün mutluluklar biter, mutsuzluktur baki olan… Çünkü şöyle diyordu, Kâğıt, sabırlıdır insandan. İnsan keşke karanlıkta kaldı diye seğiren kalbini de göğsünden çıkarıp koyabilse, aydınlansın diye sadece bir masayı aydınlatan ışığın altına. Ne güzel olurdu, insanlar göğüslerinde ateş böceği gibi yanıp yanıp sönerken karanlığı da durmadan ikaz eden birer yürek taşısalardı. Gerçekçi ve ümit vaat eden... Bu mümkün olmuyor, çok yazık. Kimsenin kalbi, ruha tesir eden bir sözcük kadar derinde değil çünkü. Kardiyologlar ve ruh hekimleri bunu çok iyi bilirler, diyebilseydim keşke. Şimdi kalbimi göğsüme işlenmiş sarı bir yıldız gibi taşıyorum. Sarı yıldız, Antik İsrail Kralı Davut'un yıldızı değildir sadece. Sarı hüznün rengidir, hüsranı besler ve ayrılığı temsil eder, ama kimse yırtılıp bir kenara atıldı diye fotoğrafı, silinip gitmez hafızalardan. Hepimiz bize özgü Nazilerden kaçarak, saklanarak yaşıyoruz. Bugün bile, hâlâ. H.F. Amiel, Her yaşam kendi sonunu kurar derken, yanılıyormuş meğer. Hepimiz biliyoruz ki, pek çoğunun sonunu başkalarının yaşamı kuruyor. Pek çoğumuzun hayatı, başkalarının hayatı yüzünden son buluyor. Küçük Yahudi kızı Anne Frank'ın hayatı gibi… Yasaklar hayata dair umut besleyenler içindir çünkü:

Almanların gelişi ve biz Yahudiler için sefaletin başlaması… Bir Yahudi yasasını diğeri izliyordu ve özgürlüğümüz çok sınırlandırılmıştı. Yahudiler bir Yahudi yıldızı taşımak zorundalar, Yahudilerin tramvaya binmeleri yasak, Yahudiler bir otobüse binemezler, özel bir otomobile de binemezler. Yahudiler yalnızca saat üç ile beş arasında alışveriş yapabilirler, Yahudiler yalnızca Yahudi olan bir berbere gidebilirler, Yahudilerin akşam saat sekizden sabah saat altıya kadar sokağa çıkmaları yasaktır, Yahudilerin yüzme havuzuna, tenis kortuna, hokey ve diğer spor yapılan alanlara gitmeleri yasaktır. Yahudiler kürek çekemezler, Yahudilerin kamuya açık alanlarda herhangi bir sportif faaliyette bulunmaları yasaktır. Yahudiler akşam saat sekizden sonra ne kendi bahçelerine çıkabilirler ne de tanıdıklarının evlerinde oturabilirler. Yahudilerin Hıristiyanların evlerine gitmeleri yasaktır. Yahudiler, Yahudi okuluna gidebilirler ve bunu benzer şeyler…

Bazı duvar yazıları o duvarlar insanların üzerine yıkılsın diye mi, yoksa insanlar o duvara çarpsın sersemlesin, sendelesin diye mi yazılıyor? Keşke bilebilsem. Bir Nazi kampının boşaltılan hücre duvarına yazılmış şu cümleyi bilmeyen yoktur: Eğer bir Tanrı varsa, onu affetmem için yalvarmak zorunda. Din adamları – hangi dinden oldukları çok da önemli değil- bunu bir isyan kabul edebilir, oysa bu bir talep. Herkes inandığı Tanrı ile konuşmak ister. Bunu, hayatının olağan akışı hiç sapmamış birinden duysaydım; muhtemelen ona, Hayatın doğal akışının gereklerini yerine getirmemiş olabilir misin? Diye çıkışırdım. Oysa insan bazen Tanrı'ya sırtını döndüğünde bu bir inkâr sayılmaz. İnsan inandığı Tanrı'nın da ona inanmasını istiyor, ona sırtını döndüğünde sırtındaki bıçakları da görsün diye sadece. Bu insanın Tanrı'ya açtığı bir savaş ilamı değil, apaçık bir sığınma talebidir. Bir Tanrı hiç yoksa bile, insanın konuşma ihtiyacı o Tanrı'yı hep yeniden yaratacaktır. Bu, işte, öyle bir şey… Kitaplar gibi. Sık sık, Söyle bana diye cümleleri olan Anne Frank'ın Hatıra Defteri'ndeki gibi… Onun sana söylettiklerini tekrar edersin, böylece onun konuşmak istediği herkesle konuşmuş da olursun. Oysa Frank, kimseye bir şey anlatmıyordu. Günü başlatıp bitiren kısa ve sıradan konuşmalar dışında. Bir şarkı, Anlatma, anlamazlar diyor, ama bu çok da mühim değil. Zaten insanlar duydukları, okudukları her şeyi duydukları ve okudukları kadar bile anlamıyorlar. İnsan gerçekten anlaşıldığı anda ölüyor. Sonsuz olan sadece bunun verdiği histir belki de. Yazmış olmak bu eksikliği tamamlıyor. Yazmak hakkında şöyle diyor mesela, kendinden çokça büyük hayattan yapılmış sözler ederek günlüğünde:

Evet Kitty, Anne çılgın; ama zaten çılgın bir zamanda ve daha da ötesi çılgın bir ortamda yaşıyorum. Hâlâ hoşuma giden nokta, düşüncelerimi ve duygularımı en azından yazabiliyor olmam, aksi halde tamamen dibe batardım.

İki yıl boyunca bir odada babasının ona aldığı deftere içinden geçen ve söylemek istediği her şeyi yazdı. Yazmasaydı çıldırabilirdi. Bunun için bir insanı çıldıracak bütün koşullara sahipti. Yazamayanların akıbetidir bu. Yazarken büyüdüğünü de görmüş üstelik. Sanki karanlıkta bile bir aynaya bakarken görmüş gibi yüzündeki geleceğin ondan alıp götüreceği her şeyi. Yazdıkları bugün herkesin yaşadıklarıdır, sadece henüz yazdıklarından sonra başlayıp biten hayatına kimse tam anlamıyla tanık değil. İnsan zaten ötesini hayal bile etmek istemiyor. Çelimsiz kollarıyla kova kova insan dışkısı taşıdığını, ayağa kalktıkça kayıp kayıp yere düştüğünü, yere düştüğü her defa tekmelendiğini, lanetlendiğini… Yazdıklarını ilk anda biri okumuş olsaydı eğer, sanırım hiçbir ağırlığı kalmayacaktı sırtında bir zamanlar yaşamış olmanın. 

Henüz gün yüzüne çıkmayan metinler onları kaleme alanların öldüğü gün diğer insanların paylaşamadığı bir şey de oluyor bu yüzden. Çok yazık. Ölümünden yıllar sonra bir sınıf arkadaşının ortaya çıkardığı Yahudi erdemlerini içeren şiirinin açık arttırmada çılgınca bir meblağa satılması gibi. Şey gibi, hani sizi ateşe verenlerin ateşinizin etrafında toplanıp ısınması, o ışıktan faydalanması gibi sonra… Ölümünden sonra defteri bulan babası birçok defa yaşamıştır bunu. Çünkü her şeyini kaybetmiştir ve kalbinde dünyaya duyuracak acıdan başka hiçbir şey kalmamıştır. Öyle ki, nerdeyse çekilmiş bütün fotoğraflarda gülen o adamın yüzünde yaşamanın korkunç tortusu kalmıştır. Onu kitaplaştırma isteği birçok yayıncı tarafından reddedilmiş, ertelenmiştir. Fakat sonra bir şekilde basılmış ve altmış yedi dile çevrilmiş, bütün dünyada otuz milyondan çok daha fazla satılmıştır. Anne Frank küllerinden doğan bir Anka kuşuna dönüşmüştür, sonsuz hayatı öldükten sonra elde etmiş olsa bile. Tıpkı, Öldükten sonra da yaşamak istiyorum, dediği gibi. 

İnsanlar onu okudukça sevdiler, eminim okurken ağlayanlar da olmuştur. Sadece çok akıllı ve hayat dolu küçük bir kız çocuğu olduğu için belki de. Ama bazı gerçekler çok daha acıdır. Bir Nazi subayının size attığı tekmeyle başınız duvara çarpıyor. Dalından düşen bir elma gibi çatlayan alnınızdan yüzünüze kan akıyor, içinize Tanrı'sız bir insanın yalnızlığı işliyor. Başınıza gelmiş çok daha ağır birçok şeyden habersiz, bitlerle kaplanmış elbiselerinizi çıkarıp sadece bir battaniyeye sarınıp ölmeyi beklediğinizi öğreniyorlar. Ama hepsi bu... Evet, insanlar bunları okumayı seviyor, ama Nazi subayları gibi davranmayı da sürdürüyorlar. İnsanların birbirlerine bakınca gördükleri yüzün yaralarla, lekelerle kaplı olması hiçbir şeyi değiştirmez. Bakan, baktığı şeyin ruhunu görebilecek kadar ince bir ruha sahipse eğer. Bu, henüz on üç yaşında bir çocuk olsa bile sanki yüz yıl yaşamış gibi sözler ederken hayattan. Dünyanın en çirkin yüzünde iki göz çukurunun içinden içeriye girdiğinizde kalbinin nasıl attığını duyduğunuzda, nefes alıp verirken düşüncelerinin yurdu olan beyninin nasıl saniyeler içinde milyonlarca, milyarlarca kez açılıp kapandığını, yaşadıkları karşısında göz bebeklerinin büyüyüp küçüldüğünü gördüğünüzde anlayabilirsiniz, taşıdığı ruhun neden onu en güzel, en yakışıklı, en bilge yaptığını. Çünkü ancak onun görme biçimiyle baktığınızda dünyaya, onun gibi hissedebiliyorsunuz her şeyi. Küçücük bir kız çocuğunun yaşadıkları o ırkın bütün mensuplarının yaşadıklarıdır. Bazı kitaplar onu okuyup kapağını kapattığınız da bitmiyor aslında. 

Dünya insanın insanla sınandığı acımasız bir ırmak gibi akıyor hâlâ. İçimizde taşıdığımız bazı duyguların kaynağını hiç bilemeyeceğiz bu yüzden. Oysa bazı kitaplar bazı kapılar açar zamanda. O kapılardan içeriye girip ağlayarak dışarı çıktığımızda anlar gibi oluyoruz biraz, dünyanın bir insan mezbahası olduğunu. Yaşasaydı belki de çok iyi bir şair olacak bir kızın günlüğünden bugünleri sanki geçmişteki günlermiş gibi kavrayabiliyorum. Sonra bomboş görünen ama seslerle, görüntülerle dolu bir Nazi kampında dolaşıyorum. Orası bazen benim kendi ülkeme benziyor. Duvarlarda kan izi, havada gaz ve çürümüş et kokusu, yerlerde üst üste yığılmış hastalıktan ve açlıktan ölmüş insan cesetleri arasında birer melek gibi çocuk siluetlerine baka baka yürüyorum… Bazen ben de durup sormak istiyorum: Tanrım, buna neden mani olmadın! Samimiyet isyanla da kendini gösterebilir. İnsanlar Tanrıyla konuşabilir, keşke Tanrı da insanlarla konuşsa. "Ama" diye başlayan bir cümle kursa bile. Sanki her şey o odadan dışarıya çıktığında yazılmaya başlamış gibi odanın dışında başka bir odada gerçek ve umut dolu ve acı bir dünyayı birden içine almış gibi, içeriye girince bir daha kimsenin dışarıya çıkamadığı o odada başlıyor. O da hâlâ bazen bir ev, bir şehir, bir ülke olabiliyor. Bütün insanlığa kızgın ve küsmüş bir çocukla karşılaşır gibi karşılaşıyor insan kendiyle. Bir kara delik mi çekip aldı onu, yoksa hâlâ dolaşıyor mudur aramızda? Bunun yanıtını Selim İleri vermiştir aslında:

Yıllarca, yazarlık hayatımda Tennessee Williams'ın "Sırça Kümes" adlı eserinin etkisi olduğunu iddia ettim. Ancak, şimdi dönüp baktığımda aslında Anne Frank'ın "Hatıra Defteri"nden daha çok etkilendiğimi görüyorum… Peşimi hiç bırakmayan, büyük bir etki.

İş fikir beyan etmeye gelirse, diriler çok yalan söylüyor, ben ölülerin tarafındayım. Başımın üstünde dönen göğün alnına çakılmış yıldızlar sökülüp düşünceye kadar da öyle olacak hep. Kuşku, şüphe, vesvese… Daha başka türlü nasıl ifade edilebilirse! Kalbin daraldığı zamanlar vardır. Bir caddenin ağzında ışıkların birden renk değiştirmesi, sabahın ilk saatleri gibi gecenin yüzünü kesip yavaş yavaş ortaya çıkması gibi… Beklemek, durup sadece her şey düzelecek diye beklemek boğuyor insanı. Varoluştaki en büyük problem insanın kendi kendisinin etkeni olmasıdır belki de. Diğer çevresel itkilerin hiçbir etkisi yokmuş gibi. Oysa tekrar edeceğim bunu yine, hepimiz bize özgü Nazilerden kaçarak, saklanarak yaşıyoruz ve bazen biz de bir şeye tek başına sahip olmanın arzusuyla başkalarının kaçıp saklandığı Nazilere benziyoruz. Tarihle yüzleşelim mi, şimdi! Nazi kampında ablasının ölümünden birkaç gün sonra açlıktan ve tifodan ölen küçük Yahudi kızın tuttuğu günlük bizim de tarihimizdir elbette. Kitapları hafife almayın. Bazı kitaplar gerçek hayatın bir yansıması olabilir, ama bazı kitaplar gerçek hayatın bizzat kendisidir. Dünyanın, bugün hâlâ nasıl döndüğünün tercümesi gibi… Ne ilgisi olabilir bir küçük Yahudi kızın günlüğüyle yaşadığımız bugünlerin? Belki sadece çitleri kaldırılmış daha büyük bir Nazi kampında yaşıyoruzdur, olamaz mı? Olabilir. Çünkü öyle zaten... Yahudilere üzülen yardım eden hain Almanlar ya da göğüslerinde sarı birer yıldız taşıması zorunlu kılınmış, yol ile kaldırım arasındaki suyolunda kış günü yürümek zorunda bırakılan Yahudiler ya da ölmemek için gardiyan olmayı seçmiş, öldürenleri seyretmeyi kabul eden Yahudilerden hiç farklı değiliz. Dünya niye böyle dediğimde kendi kendime, ben de bana cevap verecek bir Tanrı bekliyorum aslında. Tanrı gibi konuşanları, Tanrı gibi davrananları değil. Bir çocuğun ölümüne ses çıkarmayanların öne sürdüğü Tanrı'yı ya da sevinç ve akıl ve ümit dolu sözlerle yazılmış bir defterin bir hayattan geriye kalışını bir delil olarak bırakan koşulları sağlayan Tanrı'yı değil. Bugün burada da Naziler var ve her gün yeni bir Yahudi yasası çıkarıyorlar. Bütün bunları inandıklarını iddia ettikleri inançları ve ideolojileri için yapıyorlar. Anne Frank yaşıyor olsaydı eğer, ona şöyle bir mektup yazardım sanırım:

Sevgili Anne Frank, 
Bugün 2 Temmuz 1993. 
Az sonra bir grup insan bir avuç insanı benzin döküp yakacak. 
Anlıyor musun?
Şimdi bu boş kadehimi senin için kaldırıp duvara çarpıp kıracağım. 
Ve şöyle diyeceğim: 
Sana, bana, uykusuzluğa;
Yaşadıklarına, yaşayamadıklarına…
Al beni buradan, çıkar dışarıya!

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim