31 Temmuz 2022

Gamze Efe: Yazdıkça hiçliğin bana yaşattığı zorbalıktan kurtulacağıma inanacak kadar saf değilim artık ama ben de onunla oynamayı seçiyorum

Rahatsız etmeyen, mesele olarak görülmeyen ya da huzuru bozmayan hiçbir durumun edebiyata, sanata konu edilebileceğini sanmıyorum. İşte ben de tam olarak içimde koca koca delikler, zihnimde derin boşluklar hissederek başladım, bunun bir iç döküşten öteye gidebilmesi için "kuralları" öğrenmeye karar verdim

Bir genç yazanın ilk kitabı. İlk heyecanı "Yine de Bir Şansımız Olmalı". Canı sıkılınca yolu uzatanlardan Gamze Efe ile ilk kitabını, ilk ithafını, alışmayı, korkuyu, toplumu ve toplumdaki baba figürünü konuştuk. Gamze Efe, yazın serüveni içinde her yeni başlangıçta yeniden kurulup yıkılan ve yazmaktan ibaret dünyasını anlattı.

- İlk kitaplar için genelde hep şu soruyu sorarız, "Nasıl bir duygu?" Oysa bazı ilk kitaplar -bazıları ama- son kitapmış gibi gelişmiş metinler içerir. Yine de Bir Şansımız Olmalı birçok kere yazılmış, ama kaydı tutulmamış bir kitap gibi de duruyor. Sanki yazılmış diğer kitaplarınızı bir elekten geçirmişsiniz de öyle vücut bulmuş gibi. Adıyla müsemma bir kitap mı bu kitap, böyle bir elemeden geçtiğini düşünürsek?

G.Efe: Tespitinizin benim için çok önemli olduğunu söylemeliyim. Şöyle düşünün: Aklınıza bir kurgu geldi ve akşam oturup hararetli bir biçimde yazdınız. Sabaha kadar iyi bir iş çıkardığınıza sizi inandıramayacak çok nadir zamanlar vardır. Elbette yazma işiyle yeni tanıştığınız zamanlardan bahsediyorum. Ertesi gün doğar, işe gidersiniz ya da ne yapıyorsanız onunla meşgul olursunuz. Kendinizi belki yorgun, uykusuz ama iyi hatta bu işe çok kafa yoruyorsanız huzurlu bile hissedersiniz. Aslında öykünüz öykü değildir, bunu fark edene kadar şanslısınızdır, yaratımın verdiği haz ve yükselişle yazdığınız metne dönene kadar keyfiniz yerindedir. Başına tekrar oturduğunuzda nasıl bir düşüşe geçeceğinizi, metnin saçma sapan ayrıntılarla, kimseyi ilgilendirmeyen, kendinize ait küçücük dünyanızda büyük yer kaplayan, belki başkasının metni olsa o anda okumaya son vereceğiniz -hatta küçümser bir tavırla bunu yapacağınız- gereksiz gevezeliklerle dolu olduğunu henüz bilmiyorsunuzdur. Ve o an elbet gelir çatar, biraz aklınız başınızdaysa, iyi bir yazan olmak istiyorsanız, bulutların tepesinden düşmeye hazırsanız ya da o yükseliş anında yazdıklarınız hakkında size doğruları söyleyecek iyi dostlarınız ya da profesyonel destek ekibiniz varsa bir şansınız daha olabilir. Düşüşe geçmek, zihnin yeniden aktifleşmesini sağlayacaktır.

Ursula K. Le Guin yazmaya hazırlık süreci için şunu söylüyor: "Zihniniz avlanan bir kedi gibidir, henüz neyin peşinde olduğundan emin bile değildir. Dinler. Kedi gibi sabırlı olun. Son derece dikkatli, tetikte, ama sabırlı. Yavaş." Yazdıklarınıza güveninizi kaybedip yeniden kazanmak için bir şeyler yapmaya baştan başlamak, terlemek, zorlanmak, ciddi nefes daralmaları yaşamak, onca derdinizin arasında bir kurguyu dertlerinizden daha çok düşündüğünüzü fark etmek, bütün bunlardan sonra sadece bir öyküyle bile belki bir yıl boyunca uğraşmak, oradaki bir karakteri gece gündüz düşünmek gibi bir sürecin içinde bulursanız kendinizi, yine de bir şansınız olmalı, diye düşünüyorum. Yazdıklarım birer çöp mü yoksa işe yarar şeyler mi sorusuyla çok cebelleştim. Bu yüzden de adıyla müsemma mıdır bu ilk kitap, sanırım öyledir, bir şansı hak ediyordur, diye düşünmek istiyorum. 

- Edebiyat Haber'de senelerce söyleşiler yaptınız, kitaplar üzerine yazılar da yazdınız. Bu açıdan öykücülüğe giden yoldan biraz söz eder misiniz? Kitaplar üzerine yazarken, söyleşiler yaparken artık söyleşiler yapılacak, kitabı üzerine yazılacak bir yazan olmak arasında bir fark var mı? Bu işin hangi tarafı daha heyecanlı?

Edebiyat Haber bir okul gibiydi benim için. Okuduklarımı kenara koymadan irdelememi sağladı. Olup bitenleri, yazarların ne yazmak istediklerini ama okurların ne anladığını sorgulattı ki bu önemli diye düşünüyorum. Kitaplar üzerine yazarken söyleşiler yaparken karşı tarafa geçmek hayalini kurduğum bir durumdu.

2015 yılında, ilk yazım yayımlandığında, kısa bir an da olsa aklımdan geçirip ulaşılması imkânsız bir hayalmiş gibi gelmişti. Heyecan kısmını ayırt edemiyorum, yazıyı gönderdikten sonra defalarca kontrol ederdim, yayımlandı mı, yayımlandıysa ne kadar okundu, diye. Aynı heyecanı yine duyuyorum. Ancak yıllar geçtikçe şuna emin oldum, sanırım bulunduğum tarafta kendimi daha rahat ifade edebiliyorum, meselemi aktarabiliyorum, bu yüzden bu tarafta daha iyi hissediyorum.

- Ben çoğunlukla yazmanın -şiirle başlamışsa ya da onunla bir bağ kurabilmişse kişi- doğuştan olduğuna inanıyorum. Yani içinizde oldum olası hep bir sıkıntı dolaşıyordur ya da çoşku ne zaman onunla yüz yüze gelseniz kâğıt kalemle buluşuyordur. Ama yazmak bu kadar da kolay değil. Onun kuralları vardır ya da kuralları siz koyacak kadar ustalaşmış olmalısınız. Yoksa hiçbir anlama gelmez yazıyor olmak. "Kaos"u Türkçeye çevirmekten bahsediyorum. Onu sadeleştirmekten… Yazmak budur bana göre. Peki, siz yazmayı, yani içinizdeki "kaos"u Türkçeye çevirmeyi nasıl öğrendiniz?

Şu an soruları cevaplarken bile içimde bir huzursuzluk var aslında. Ama doğru aktarım için bunun iyi bir tetikleyici olduğunu düşünüyorum. Rahatsız etmeyen, mesele olarak görülmeyen ya da huzuru bozmayan hiçbir durumun edebiyata, sanata konu edilebileceğini sanmıyorum. İşte ben de tam olarak sizin de bahsettiğiniz gibi, içimde koca koca delikler, zihnimde derin boşluklar hissederek başladım, bunun bir iç döküşten öteye gidebilmesi için o "kuralları" öğrenmeye karar verdim. "Neden" ve "nasıl" sürekli sorduğum sorular arasında ve bu merak beni hem ayakta tutuyor hem de bir kurtçuk gibi kemiriyor. Akışına bırakamamak, boşlukları doldurmaya çabalamak, soruların cevaplarını hayatın içinde bulamayınca kitaplarda ve yazmakta aramak bu kaosu doğuruyor belki de. Gerçek anlamda bir kaosun içinde hissetmek, hiçliği de beraberinde getiriyor. Sonu olmayan bir şeyi keşfettiğinizde ya da hiçbir şeyin sonunun olmadığını keşfettiğinizde kendi "kaosunuzla" barışmaya başlıyorsunuz ve bu şiire, öyküye, romana dönüşüyor. Ben kaostan besleniyorum, bu oldukça iddialı bir cümle olacak ama en azından boşlukları doldurmaya çabalamanın boşunalığını anlasam da sorularımın hiç bitmeyeceğini ve cevapların beni hiçbir zaman tatmin etmeyeceğini yavaş yavaş öğreniyor ve bunu seviyorum. Kendi "kaos"umu böyle Türkçeye çeviriyorum. Ve bu soruda Cioran'a bir atıf yapmazsam olmaz, zira kaos beni "hiçliğe" kadar getirdi. Cioran Çürümenin Kitabı'nda diyor ki: "Hiçlik karşısında her kelimeyle bir zafer kazansak bile, onun zorbalığına daha da fazla maruz kalmamıza yol açar bu. Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz." Yazdıkça hiçliğin bana yaşattığı zorbalıktan kurtulacağıma inanacak kadar saf değilim artık ama ben de onunla bu oyunu oynamayı seçiyorum. Şimdilik ölene kadar diyelim.

- İlk kitaplarda ilk ithaf önemlidir. Ben önemserim. Onun adandığı kişiyi kitapta ararız çünkü biz okurlar. Ben ararım en azından. Onun bir tetikleyici olduğuna inanırım. Öyle midir sizce de? İlk öykünüzün adı da Babamın Tarafında zaten… Çocuk ve baba çoğunlukla bir çatışmadır. Bu ilk öyküde de zaman zaman gerçekleşiyor bu çatışma. İthaftan öyküye gelecek olursak "baba" kavramının kitaptaki baba figürüyle buluştuğu ortak bir nokta var mı? İkisi aslında aynı şey mi, yoksa farklı mı?

Babam hayatımın en güzel öyküsü. İthafım da bugüne kadar yazdığım en değerli öyküm. O hep zihnimin içinde hatta üzerinde. Birlikte yaşamaya devam ediyoruz. Dolayısıyla Babamın Tarafında öyküsündeki baba karakterini tanımıyorum. Bilmediğim, görmediğim bir baba figürünü yazmayı denemek istedim. Bilinmeyene merakım yine baskın geldi diyebilirim. Kendi kendini yaratan, zamanla ve korkuyla dönüşmeyi kabul eden bir adam. Çocuk ve babanın çoğunlukla çatışma olduğu bir toplumda yaşıyoruz, ne acı ki. Bana göre baba sözcüğünün eş anlamlısı "dost", çoğunluğa göre "kabuk". O kabuğun kendi kendine kırılması sürecini merak ettim. Nasıl olabilirdi? Sert bir baba, uzak durduğu oğluna nasıl ve hangi korkuyu yaşarsa yaklaşabilirdi? Yalnızlık korkusu sadece bir babanın değil insanın en temel duygusu olup da onu dönüştürebilir miydi? Böyle sorularla çıktı Babamın Tarafında. Kitaptaki öykülerin çoğunluğunda kendimden yola çıkmamayı tercih ettiğimi de eklemeliyim. Benden doğanlar da aralara sıkıştı elbette ancak büyük ölçüde hayatlarını bilmediğim ama gözlemlediğim, okuduğum ya da yazmaya oturduğumda artık benden çıkıp kendini doğuran karakterlerle oluşturduk kurguları.

- Yazmak için sadece retorik bilmek, yazının kurallarını bilmek yetmez bana göre. İyi bir gözlemci de olmak gerek. Ben geceleri yıldızlarla dolu göğe bakmazsam nefes almakta güçlük çekerim örneğin. Anlattığımız şeyleri seyretmemiz gerekir diye... Nerdeyse tüm öykülerinizde ayrıntıların sıralanma ve ifade ediliş biçimlerinde bir kusur bulamadım. Bunun yazmak ve gözlem arasında nasıl bir harmanla yaptığınızla ilgili olduğunu düşünüyorum. Hayatı, insanların hayatını gözlemleme ve yazıya geçirmekle ilgili bir yönteminiz var mı, yoksa sadece "yaşadığım günlerin sıradan getirileri" mi dersiniz bunun için? 

Kurgu içerisinde bulunması gerekenleri teker teker sıralayıp hepsini yerine getirip işin içinden çıkılabilseydi, sanıyorum biçimsel olarak "aşırı" kusursuz ama aynı zamanda ruhsuz öyküler ortaya çıkardı. Hatta öyle ki, biçimsel olarak kusurlu ama okura güven veren, inandırıcı metinler daha çok yer buluyor kendine. Sadece karakterlerin değil kurgudaki nesnelerin, mekânın ve hatta zaman akışının kendi gerçekliğini yaratmasını sağlamak, ben yazmasam da zihnimde benden ayrı yaşadıklarını fark etmek heyecanımı ve yazma hazzımı ciddi anlamda artırıyor diyebilirim. Tüm bunlar için gerekli olan tıpkı sizin de söylediğiniz gibi iyi bir gözlem ve daha önemlisi empati.

Gün içinde karşılaştığımız her şeye bazen yalnızca "bakıyoruz." Berger'in Görme Biçimleri'nde de bahsettiği gibi, görme sözcüklerden önce gelmiştir. Her akşam güneşin batışını görürüz. Sizin de yıldızlarla dolu bir göğe bakarken huzura ilişkin bir anlam tanımlamanız gibi aslında. Yalnız bunu bilmenin yetmediğini, görmeyi öğrenmek gerektiğini düşünüyorum. Bakılanı anlamlandırabilmek ve sonrasında gördüklerimize empati ile yaklaşabilmek, gördüklerimizi sözcüklerle kendi dağarcığımız içerisinde aktarabilmek için görme biçimimizi geliştirmemiz şart. Bunu fark ettiğimden beri gözlem yeteneğimi de güçlendirmek için uğraştığımı belirtmek isterim. Bu iyi bir terapi aynı zamanda. Gözlem yaparken karşılaştıklarımı bir öykü konusu olarak düşünmekte zorlanmıyorum ve bu noktada empati devreye giriyor. Kendini birisinin, bir şeyin yerine koyabilmek, bunu hissedebilmek kurgunun oturması için oldukça gerekli. Daha önemlisi, nitelikli okumanın gözlem yapabilmek ve empati kurabilme açısından birinci şart olduğunu düşünüyorum. Bunlardan yola çıkarak, yazdıklarımın sadece yaşadığım günlerin sıradan getirisi olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Sıradan bir günde sıradan bir insan olarak yaşıyorum ve bunları sıra dışı hâle getirip yazıda yaşatabilmek için uğraşıyorum. Bu benim en büyük uğraşım ve umarım hep de öyle olacak.

- Kitaptaki öykülerden biri olan Alışmışız'da geçen bir cümleden alıntılıyorum şu kelimeleri: "sonsuz anlayış" ve kolaylık." Bu kelimelerin içinde geçtiği cümle ve öyküye verdiğiniz isim bile hayatlarımıza nelerin nasıl yerleştiğinin açıklaması bence. Bunlarla ilgili insanın her şeye nasıl ve neden alıştığını siz nasıl açıklarsınız? İnsanlar alışmayı öğreniyor mu, yoksa her şey sezgisel mi; yoksa öykünün sonundaki "korku" mu bütün bunlara neden? 

Alışmak eylemine oldukça kafa yorduğum bir dönemde yazmıştım Alışmışız'ı. Birine, bir şeye alışmanın sağladığı kolaylığa ve bu kolaylığın ne kadar tüketici bir yanının olduğuna. Kolaylığı kaybetme korkusuyla gösterilen sonsuz anlayışın aslında nasıl bir uyuşukluk yarattığını fark etmiştim. Sonra teker teker eylemlerin getirilerini ve götürülerini sıraladım: Alışmak. Alışmanın getirdiği kolaylık. Kolaylığın sağladığı sonsuz anlayış. Sonsuz anlayışın yarattığı uyuşukluk. Uyuşmak. Zihnin yavaşlaması. Bedenin durmaya başlaması. Merakın kaybolması. Duyguların ölmesi. Ve hiçlik. Artık nefes alan bir kum torbasısınız. Bu noktada insan alışmayı öğreniyor mu, her şey sezgisel mi, kısmını sorgularken aklıma şu geliyor: Alışmak sonsuz bir anlayış istiyor. Kendi konforunuzu sağlarken karşı tarafa da o konforu veriyorsunuz. Ben sana bir alan açtım, bu alanda istediğin gibi hareket edebilirsin, diyorsunuz. Kısıtlanmış bir özgürlük, daha doğrusu, korunaklı bir özgürlük vadediyorsunuz. Sığınarak kolaya kaçıp katıksız bir özgürlük içinde olmak mümkün değildir. Ama hissetmek mümkündür. Bu hissi kaybetmek de korkutur. Dolayısıyla, tüm bunlara neden olan konfor alanından çıkma korkusudur.

- Yukarıda sorduğum birkaç soruyla paralel bir öykünüz de Yerleşik Yabancı. Bir Metin Altıok şiiri. Şiirle bir bağınız olduğunu da gösteren bir öykü bu. Bana öykülerinizin tamamının verdiği duygu da bu. "Yerleşik" ve "Yabancı" olmak var olduğumuz her yerde. Bu öykü neden bu ismi aldı? Öykünüz bağlamında bu iki kavramı siz hangi duygu ve düşünceyle ele aldınız? 

Yerleşik Yabancı'da ele almak istediğim temel iki kavram vardı: "Aidiyet" ve "köklenme." Yalnızca göç olgusu kapsamında değil, hayata köklenme, kendini bir yere, bir şeylere -ama asla birine değil- ait hissetme dürtüsünü mülkiyet olmadan nasıl hissedebiliriz? Bunu çok düşünüyorum. Cevabını tam olarak hâlâ bulamadım ama en azından toplumsal olarak bireysel aidiyeti hissettiren en önemli şeyin dil olmasından yola çıkarak irdelemeye başlayabileceğimi fark ettim. Bir yere yerleşik olup da yabancı hissetmek zıt duyguların meydana getireceği bir köksüzlük yaratabiliyor. Bence. Küçükken okul değiştirdiğimizde bile yeni arkadaşlarımızın (bir süreliğine yabancıdırlar) arasında uzun süreliğine yerleşik olacağımızı bilmek huzursuzluk verici değil miydi? Akran zorbalığıyla en çok "yabancı" yaşıtlarımızdan görmez miydik? Aynı dili konuşsak bile kendi aralarındaki fısıldaşmaları farklı bir dil gibi gelirdi. Kendimizi onlardan biri gibi hissettiğimizde artık bakışarak bile konuşabildiğimizi görür ve köklü bir güven duyardık. Çocuklukta göçmen, mülteci dahi olmaksızın yaşanan bu köklenme probleminin göç kavramı içinde, yetişkinler arasında anlatmayı dilsizliği ele alabilmek bakımından tercih ettiğimi söyleyebilirim. Köklenmenin ve ait olabilmenin tercih edilebilir bir kolaylık olmadığını göstermek için de Metin Altıok'a selam vermek istedim. "Ben eğilmem gündüz ama/Geceleri kanatırım kendimi." Roudia'nın yine de bir şansı olsun istedim ama sanırım kendimi de bir yere ait hissedemediğimden onu bu şiire adadım.

- Öyküleriniz şu açıdan beni mutlu etti, "derinlik" diye ifade edebileceğim duygular kadar düşünceler içermesi ve düşündürmesi açısından etkilediler beni. Çocukluğumun Son Günü adlı öykünüz pek çok insanın miladı olan çocukluğun bazıları için ölümü bazıları için yeniden doğuşu içermesi bakımında bu öykünün edebiyat dışı kategorilerle de temas eden bir metin olduğunu gösteriyor. Çocukluğun bir son günü bir tespit de aynı zamanda. Bu tespiti yapmak, bunu bir öyküye çevirmek bir gereklilikten doğmuş olmalı? Sizin çocukluğunuzun son günüyle ne kadar ilgili olabilir bu, okurlarınızdan böyle bir soru gelseydi yanıtınız ne olurdu buna?

Çocukluğumun son gününe ilişkin hiç düşünmemiştim, ta ki yaşım büyük olsa da kendimi büyük bir çaresizliğin içinde hissedip çözümünün sadece kendimde olduğunu, aslında yalnız olduğumu fark edene kadar. Sanırım yaş fark etmeksizin insan en çaresiz anında hayatta kalmayı başardığı gün geçmişi gerçek anlamda geride kalıyor. Kimi zaman hatırlamak istemediğinden halının altına süpürüyor her şeyi -ki onlar ne zaman hortlayacaklarını çok iyi bilirler- kimi zaman da "ben çocukken", "eskiden", "önceden" gibi sözcüklerin arasına sıkıştırıyor anıları. Değiş(tir)me cesaretini hissetmek, yeni bir yol; çocukluğun son gününden büyümeye atılan ilk adımı gösteren... Bunu anlatmaya çabaladım. Bahsettiğiniz "gereklilik", çaresizliğin güce dönüşmesinden doğan bir gerekliliğin tespitiyle ortaya çıktı diyebilirim.

- Sizde yazmakla ilgili bir kumaş varmış zaten, o çok belli. Ama bu kumaşa sahip olmak değil önemli olan, o kumaşı nasıl kesip biçtiğimizdir. Makas tutmayı da bilmek gerek ve tabii sonra makası kullanmak içinde gereken şeyler var. Benim okuduğum en kötü kitaplar bile bana bu konuda bir şeyler öğretmiştir. Yanı sıra bunun için atölyeler, kurumlar, kurslar da var. Bunlardan faydalandınız mı? Sizin için faydası ne oldu? 

Öncelikle teşekkür ederim. Evet, ben de atölyelere katıldım, 2016'dan bu yana Ethem Baran ile çalışmaya devam ediyorum. Ömür boyu onun öğrencisi olmak dileğim. İlk olarak romandı hedefim. 2015 yılında Emrah Polat ile Roman Yazma Atölyesine başladım, Ethem Baran ve Fadime Uslu'nun öykü üzerine verdiği atölyelerle devam ettim ve Semih Gümüş ile Notos Yazı Atölyesine uzunca bir süre katıldım. Buralarda nitelikli okumanın ne demek olduğunu öğrendiğimi açık yüreklilikle söyleyebilirim. Aynı zamanda yazdıklarınızı gösterme cesaretini bulabilmek bu işte ayrı bir süreç resmen. Atölyeler bunu da aşıp eleştirileri kabul etmek ve hevesi körüklemek için iyi yerler. Benim gibi bu yola baş koymuş arkadaşlarımın bana katkısını asla yadsıyamam. Aynı zamanda güzel dostluklar edinebildiğim için şanslıyım. Egolarınıza sahip çıkarak yalnızca daha iyiyi istediğinizde atölyeler önemli bir basamak oluyor. Ursula K. Le Guin'in Aslan Sürüleri isimli denemesinde atölyeler konusunda söylediği çok hoşuma giden bir bölüm var, onu paylaşmak isterim: "İyi bir atölyeyi su birikintisinin çevresindeki bir aslan sürüsü olarak düşünüyorum. Bütün gece hepsi zebra avlayıp hep beraber yiyor, bol bol kükrüyor, sonra da su birikintisinin başına gelip hep beraber içiyorlar. Gündüz sıcakta pinekleyip gürlüyor, sinek eziyor, iyiliksever pozları veriyorlar. Bir haftalığına da olsa bir aslan sürüsüne mensup olmak iyi bir şeydir." Beni güldüren bu alıntıyla bitirmek istedim. Özetle yazdıklarınızın gerçek anlamda ne olduğunu görebilmek için bu sürüye dahil olmayı yanlış bulmuyorum.

- Toplumla ilgili olmayan hiçbir şey yoktur büyük oranda. Evin içi, iki kişi arasında bütün ilişki biçimleri ve dahası... Siz kitabınızı ve yazma eyleminizi toplumla ilgili olduğunu düşünüyor musunuz, neden? 

Haklısınız ama sanırım yazma eylemini kişisel buluyorum. Doğru ya da yanlış, bilmiyorum. Tüm karakterlerin iç dünyalarının bütününü toplumla ilişkilendirmek elbette mümkündür ancak böyle bir amacım olduğunu sanmıyorum.

- Son olarak, sizi tenzih ederek, ama dâhil olmak isterseniz dâhil de ederek soruyorum bu soruyu: Biz yazanlar dünyanın en müthiş metinlerini de yazsak problemli insanlarız. Bunun ölçüsü değişebilir, "az zararlı" ya da "çok zararlı." Ama hep problemli ve bu yüzden çoğunlukla zararlı... (Gülüyor) Zaten bize yazı yazdıran şey bu problem... Bir yandan onu çözmek isteyen, bir yandan ona teslim olan hallerimiz... İç sıkıntısı, sevinç, bunların her ikisi de bazen çok coşkulu ya da taşmış şeyler olabiliyor birer tetikleyici gibi. Bu bağlamda sizi "yazan biri" yapan ne oldu peki?

Beni tenzih etmenize gerek yok inanın… (Gülüyor) Bir problem olmasaydı, bir cümleyi yazabilmek için o kadar nefes darlığı çekmezdim sanıyorum. Ben bir hiperaktifim ve bu enerjiyi en azından yazmak gibi "yapıcı" yönde kullandığım için şanslıyım, diyebilirim. Bir de kurtulamadığım "aşırı düşünme" hâli var. Üç Adam öyküsü aslında buradan çıkmıştı. Bir göle taş atıp o taşın gölde yarattığı halkalara odaklanıp bir süreliğine yalnızca suyun dağıldığını izleyebilmeyi başarabilmekle ilgili bir bölüm var orada da. Yani durmayı becerebilmek. Ben bunu yapamıyorum. Üzüntüyü, sevinci, bunaltıyı, mutluluğu, coşkuyu en dipte veya en tepede yaşayıp arasını bilmemek. Benim durumumun özeti sanırım bu: Dengeyi bulamamak. 

- İnsanlar büyük oranda sadece metinlerde yan yana gelmeli diye düşünürüm hep, ama beni yanıtlama nezaketiniz bir gün yan yana gelmemize vesile olur umarım. Beni yanıtladınız, kırmadınız. Teşekkür ederim. 

Kitabı bu kadar derinlikle ve incelikle okuduğunuz, bu nitelikli soruları bana ulaştırdığınız için ben teşekkür ederim. Soruların içeriğinden ve okuma biçiminizden çok etkilendiğimi söylemeliyim. Eminim bir gün yan yana gelip yüz yüze de tüm bunları daha detaylı konuşabileceğiz. Tekrar sonsuz teşekkürlerimle.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim