12 Eylül 2021

İki değişik 12 Eylül romanı

"Birincisi 12 Eylül’ün öncesini, ikincisi 12 Eylül’ün sonrasını anlatıyor"

Birincisi rahmetli Yıldırım Keskin’in: Ölümü Bekleyen Kent (Bilgi, 1996). 1997 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü almış. İkincisi Turgay Fişekçi’nin: Hep Yanımda Kal (İnkilâp, 2006). İnkilâp Kitabevi 2005 Roman Ödülü’nü almış. Birincisinin anlattığı olaylar 1979 yılında geçiyor. İkincisi ise 1982 yılında geçen bir olayı anlatıyor. “Birincisi 12 Eylül’ün öncesini, ikincisi 12 Eylül’ün sonrasını anlatıyor” diyebiliriz.

Ataç’ın yazılarına bakarsanız, onun gelecek beklediği gençlerden biri olarak Yıldırım Keskin’in adına rastlarsınız. Yıldırım Keskin iyi bir yazın ve tiyatro yazarıdır. Elimizdeki romanında 12 Eylül öncesinin Ankara’sını bir yurttaşın gözünden görüyoruz. Orta yaşlı, genel müdür düzeyinde bir bürokrat ama o da herkes gibi 12 Eylül öncesinin yıldırı, korku ve sıkıntı ortamının pençesine düşmüş. Başkişiyi roman geliştikçe daha iyi tanıyoruz, ancak yazarın amacı “karakter tahlili” değil, o günlerin berbat ortamının bir kişinin günlük ve ruhsal yaşamını nasıl, etkilemenin ötesinde, belirleyebildiğini göstermek. Bunu da başarmış yazar. O günlerin ortamını çok iyi betimlenmiş. 'Karlı bir kış. Ne ki, kar kentin pisliğini örtmeye yetmiyor. Hava kirliliği, akmayan sular, kesilen elektrik, çamurlu sokaklar, bozuk ekonomi, birbirini acımasızca boğazlıyan sağcılar (!), solcular(!), kaza kurşununa kurban olmak korkusu içinde bir an önce evlerine kaçışan insanlar, kime nasıl neden çakacağı belli olmayan polis... Herkes bu bataklıktan kurtulmaya çalışıyor, kaçak bir aşk yaşayan başkişimiz de sevgilisiyle kentten kaçmak için bir hamle yapıyor, ama boşuna... Romanın bir yerinde “gittikçe daralan bir çember”den söz edilir. Roman bu daralma sürecini iyi duyumsatıyor okura, hele o günlerin Ankara’sını biliyorsanız, bazı şeyleri yeniden yaşar gibi oluyorsunuz.

İkinci romana gelince, Turgay Fişekçi’yi onyıllardır iyi bir şair olarak bilir, okuruz. “Meğerse aynı zamanda iyi bir romancıymış” demek olmuştu bu romanı çıktığı yıllarda okuduğumda verdiğim ilk tepki. Romanın başkişisi hapse atılmamak için yurtdışına kaçmaya çalışan Yusuf. Romanda iki izleksel devinim görüyoruz. Bir yanda Yusuf’un yurdundan kaçma, uzaklaşma çabası, öbür yanda gene Yusuf’un militanlık günlerinde tutulduğu ama devrimcilik işlerinin önceliği yüzünden sevgili ilişkisi kuramadığı Aslı’yla yakınlaşması. Yusuf ters yönlü iki devinim arasında daha da yırtılacaktır. Yusuf yerine Kerem, Aslı yerine Züheyla diye düşürseniz, bu adların çağrışım, anlam alanları genişler. Yusuf ile Aslı’nın ayrı ayrı kişisel öyküleri üzerinden gençlerin silahlı devrimci örgütlere nasıl, neden yöneldiklerini görüyorsunuz. Haklı bir doyumsuzluk, bozuk düzene başkaldırı isteği, bunun silah yoluyla kısa sürede gerçekleştirilebileceğine, ezilen halkın hemen bu kahramanların arkasına takılabileceğine inanmak...

Yusuf kayıkla Meis Adası'na geçerek kaçmayı planlar. Aslı da onu otomobiliyle İstanbul’dan Kaş’a götürmeyi kabul eder. Bu yolculuk sevgi ilişkisinin gittikçe yoğun şekilde kurulmasıdır. İki sevgili yakınlaşmalarına koşut olarak Batı Anadolu’nun doğal ve tarihsel güzelliklerini tanırlar. Ülkeyi yeni keşfeder gibidirler. Yolculuk bu açıdan öz hesaplaşma niteliğinde bir iç yolculuğa da dönüşür. Yusuf düşünür:

“... İki yıl önce ülkeye kurtaracaktır, oysa ülke denen şeyin ne olduğunun bile ayrımında değildik. İşte ülkemiz, burası. Binlerce yıllık kültürlerin üzerinde yaşayan bizler. Ne bu topraklardan haberimiz var, ne de bu insanlardan? Birkaç dergi ve kitap yayımlamakla iktidara geleceğimizi düşünmüştük. Gelsek ne olacaktı?....”

Militan solun acımasız bir özeleştiridir bu.

Aslı bir gece vakti Yusuf’u bir lastik bota bindirerek, kürek çeke çeke Meis’e ulaşacağı umuduyla karanlık denize doğru uğurlar. Yusuf’a ne olmuştur bilemeyiz, ama başına iyi şeyler geldiğini düşünmek güçtür. Bu arada, birinci romandaki gibi, toplumsal ortam yüzünden bir aşk ilişkisi daha sonuçsuz kalmış, kişilerin geleceği kararmıştır. İçimi titreten bir roman.

12 Eylül döneminde ben kamu görevindeydim. Atanma nedeniyle 10 ya da 11 Eylül günü İstanbul’a geçmiştim. 12 Eylül sabahı beni, komşumuz olan ana kız kapıya gelerek, “kurtulduk, kurtulduk” ünlemleriyle uyandırdılar. (O yılların koşullarından bıkmış, yılmış olan halk genel olarak 12 Eylül'ü bir asayiş ve ülkeye çeki düzen verme hareketi olarak desteklemişti, itiraf edelim! Sonra işler değişti elbette.) Ben kendime gelince çatı arasındaki odama çıkıp şunları yazmışım atmayıp sakladığım bir kâğıt üzerine (Bugün başka anlam çıkarılır diye bir iki sözcüğü değiştiriyorum):

“Sol, TSK’nin ülke yönetimine el koymasını 'yapılmalıydı' ya da 'yapılmamalıydı' başlıkları altında, yani kurgul ve ahlakî bir açıdan değerlendirirse yanlış olur. Bu bir tarihsel önlenemezliktir. Yakın geçmişteki gelişmelerin ülkeyi getirebileceği tek yer ne yazık ki burasıydı. Öyleyse solun, bu olayı bir önlenemezlik olarak görerek ve kan dökümüne set çekmesini dileyerek, demokrasi için savaşımını sürdürmesi gerekir. Sol, yirmi yıldır sürdürdüğü toplumsal iktidar savaşımında yenik düşmüştür. Burjuvazi ise kazanmıştır. 24 Ocak’tan sonra 12 Eylül harekâtı bu utkunun son ve öldürücü darbesidir. Ancak, solun yenilgisinde kendi hatalarının payı burjuvazinin gücünden daha fazladır. Sol, yeniden yola koyulacaksa yapılacak ilk iş acımasız bir özeleştiridir.”

Sonra asıl 12 Eylül öyle bir acımasız çıktı ki, sol kalmadı.

Edebiyat özgürce ifadedir, doğası gereği demokrasi, insan hakları, hukuk devleti için savaşımdır.

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Washington ve Ramallah

Özgür Özel’in Ramallah’a gitmesi “özel” bir anlam, önem taşıyacaktır. Ramallah’a, yerel seçimleri kazanmış, ülkesinin birinci partisi haline gelmiş bir siyasal hareketin lideri olarak gidecektir. CHP’nin sadece Filistin değil, Orta Doğu’ya ilişkin vizyonunu ortaya koyması, Ramallah’dan uluslarararası topluma Türkiye’nin yeni sesi olarak seslenebilmesi önemlidir

Ölüm ana

Yaşamamıza izin veren Ölüm Ana olduğunu düşünüyorlar. Ondan medet umuyorlar. Ölümün yaşamdan güçlü olduğunu görüyorlar. Yılda yirmi, otuz bin cinayetin işlendiği bir ülkede ölüme "insaf et, bizi yaşat" diyorlar. Hayat o kadar ucuz olunca ölüme yakıştırılan güç artıyor. Ölümde ana rahminin, kucağının sıcaklığı aranıyor

Meksika'daki kadın

İnanılır gibi değil ama gerçek! Meksika'nın dini Guadalupe Bakiresi dinidir. Başka bir deyişle, bizim açımızdan önemli olan, Meksika'nın kendine özgü bir hristiyanlık, nerdeyse yeni bir din benimsemesidir. Başat figürü de bir kadındır. İşte maço Meksika! Ey Kibele! Sen nelere kadirsin!