15 Mart 2021

İstanbul Konservatuvarı meydan muharebesi: Kimdir bu "tuhaf" alaturkacılar? | Musiki Ansiklopedisi'nden pasajlar (3)

Önceki iki yazıda tanıtmaya çalıştığımız Musiki Ansiklopedisi'ndeki alaturkaya dair yazılara baktığımızda, İstanbul Konservatuvarının sahibi kim olacak tartışmasına daldığımızı da fark ediyoruz. Bir yanda "Ansiklopedisi" ile Emin Cenkmen, öte yanda Konservatuvar Müdürü Sadettin Arel. Neticede her ikisi de istifa ediyor, "Ansiklopedi" 1948'de yayın hayatına son veriyor ve aynı yıl, Arel'in Musiki Mecmuası yayın hayatına başlıyor

Bir önceki yazıda, Musiki Ansiklopedisi'nin caza dair oldukça olumlu bir tavır içinde olduğunu, caz müzisyenlerini tanıttığını ve övdüğünü örnek yazılarla göstererek dikkat çekmiştim. Aslında derginin esas yaklaşımı, vurgusu, "popüler" müzikler yerine "ciddî" olarak sınıflanan Batı Klasik Müziği üzerinde olduğundan bu tutum oldukça şaşırtıcıydı. Demek ki, "alafranga" müziklere pek bir itiraz yoktu. Hâlbuki, konu "alaturka" müzikler olduğunda, yazılarındaki zarafet anında kayboluyor ve sert bir dille alaturka musiki yerden yere vuruluyordu. Hem de hem popüler olanına hem de "geleneksel" ("ciddî") olanına. Örnek mi istersiniz? 21 Eylül 1947 Tarihli 15. Sayıda "Nereye Gidiyoruz?" başlığıyla yayımlanan yazıda Emin Cenkmen şöyle yazıyor:

Tuhaf bir yazı, alıntıladığım parça da pek açık değil, onun için biraz daha açıklama yapmam gerekiyor. Bu alıntıda üç konu öne çıkıyor. Önce hemen anlaşılır olanı. Alıntının son kısmında gazinolardan söz ediliyor ve alaturkanın buralarda "sarhoş mezesi" olduğundan dem vuruluyor. Tartışmak niyetinde değilim tabii ki, ama o gazino denen mekânlarda sadece alaturka değil, derginin diğer sayfalarında övgüyle söz edilen caz ve dans müzikleri de çalardı. Gazino programları her zaman hibrit olmuştur, özellikle o yıllarda, "alaturka fasıl" ile başlanır "alafranga" melodilerle biterdi. Sarhoşluk söz konusuysa, programın son kısmına kalanların kafası daha dumanlı olmalı. Gelelim alıntıda dikkat çeken ikinci unsura, "konservatuvardan hariç, şehir içindeki müesseselerin hiçbirinde sanat kalmamıştır" ifadesine. Burada o yıllarda, belediyeye bağlı bir kurum olarak çalışan İstanbul Belediye Konservatuvarından söz ediliyor. Nitekim, Cenkmen de bizzat bu kurumda ders veren birisi. Üçüncü nokta ve soru bu noktada devreye giriyor. Yoksa konservatuvarda işler iyi gitmiyor mu? Cenkmen'in bir batı müzikçi olduğunu unutmadan alıntıya tekrar okuyalım.  Alıntının başında "batıcıları", "halk müzikçileri" değil de "alaturkacılara" işaret eden bir vurgu var. Tarihî Türk musikisinin "tespiti" kısmından söz ediyorum.

Tarihi Türk Musikisi denen aslında Osmanlıdan gelen, kalan müzikler ama artık onlara "Osmanlı" demiyoruz! İyi de onların müfredatta ne işi var? Ankara Konservatuvarında olmayan bir tartışma neden İstanbul Konservatuvarında tartışılmaya başlanmış? İyi de, biz sadece halk türkülerini alıp "çoksesli" hâle getirmeyecek miydik musiki inkılabının temel düsturuna göre? Osmanlıdan kalan müziklerde mi "çoksesli" müziğimizin kaynaklarından biri olacakmış? Bu da nereden çıktı demeyin. Alıntıda açıkça ne söylenip eleştiriliyor? "Çokseslendirilme" işlemi için önce bir "teori" icat edilip, ona göre tespit yapılamaz: aksine, önce bu işin usta sanatçıları dinlenir, onların musikideki "tavrı" anlaşıldıktan sonra sadece bir "tasnif" yapılabilir. Çokseslendirme asla mümkün değildir imasını da unutmayalım. Yoksa neden "24 perde"den söz edilsin?

24 Perde nedir, ne değildir kısmını boş verin, ama esas tartışma o esnada konservatuvarın müdürü olan Sadettin Arel'in Türk musikisini tarif ve tasnif ederken kullandığı sistem ile ilgili. Arel, Batı Klasik müziğinde olduğu gibi temel bir sistemin Türk Musikisinde (Osmanlı saray müziği diye de okunabilir) de olduğunu ve ancak böyle bir teorik temel yoluyla geleneksel müziğimizin "çoksesli" bir hâle getirebileceğini iddia eden alaturka kökenli bir besteci. Bu konuda birçok yayın var ama meraklısı için örneğin Önder Özkoç'un 2012'de tamamlanan yüksek lisans tezi ("Hüseyin Sadettin Arel'in çokseslilik üzerine olan düşünceleri ve prelude isimli eserinin incelenmesi") yararlı olabilir. Benim açımdan tartışmayı ilginç kılan, "musiki inkılabının" artık yıpranmaya başladığının "konservatuvar" düzeyinde de gözlemlenmesi oldu. Belli ki "inkılap" otuzlu yıllardaki heyecanını kaybetmiş (sadece yirmi yıllık bir süreden söz ediyoruz!) ve dinleyicilere sadece halk müziklerini ("türküleri") Türk müziği budur diye söylemenin bir şey ifade etmediği anlaşılmış ve de "alaturka musiki" hem radyoda, hem de şehrin eğlence mekânlarında ciddi bir yükseliş hâlinde. Cenkmen, popüler hâline pek ciddiye almasa, "sarhoş mezesi" diyerek burun kıvırsa da klasik hâlinden, hele bir de çalıştığı konservatuvardaki durumdan hiç memnun değil. Çünkü, 1943 Yılında, bizzat belediye meclisinin davetiyle ve beş yıllık özel bir sözleşme ile konservatuvarın başına atanan Sadettin Arel hem konservatuvarda çok ciddi işler yapıp işleri bir düzene sokmuş, hem de "alaturka" bahsinde yepyeni bir sistem geliştirmekte olanların en başındadır. Müzikoloji çevrelerinde hâlen tartışılan, genel olarak kabul gördüğünü söylemenin güç olduğu bu sistem, "Arel-Ezgi-Uzdilek Sistemi" (Sadettin Arel, Suphi Ezgi, Salih Murat Uzdilek) ismiyle bilinir, tanınır.

Burada önemli olan, bu düzeyde alaturka müziğe hâkim birinin ismi "konservatuvar" olan bir kurumun başına gelmesidir. Ankara Konservatuvarı, musiki inkılabı çerçevesinde kurulmuş, şekillenmiş ve halk müziğini temel alan bir çokseslilik anlayışını benimsemişken, İstanbul'da belediyenin desteğinde yönetilen bir kurumda bir başka "çokseslilik" yolu önerilmektedir. Üstelik bu kurum, inkılap bağlamında kapatılan Dârülelhân'ın bir devamı olarak yola çıkmıştır. Dârülelhân "sesler evi" demektir ve aslında Cumhuriyet öncesinde kurulan ilk konservatuvar olarak da tanımlanabilir, 1917 Yılında kurulmuş ama Erken Cumhuriyetin müzik siyasetleri ile uyuşmadı için 1927 yılında kapatılmıştır. Ankara İstanbul farkının kurumsal bağlamda tekrar ortaya çıktığının bir başka kanıtı olan bu kurum (İstanbul Belediye Konservatuvarı) ve olayın (Arel'in bu kurumun başına getirilmesi) detaylarını Yılmaz Öztuna'nın anlatımından dinleyelim.

"Bugün Türk ve Batı Müziği'nde kullanılan yüzlerce Türkçe terimin mucidi olan Arel, Dârü'l- elhân'da yıllarca Türk Müziği okutmuştur... Arel'e, buradaki Türk Müziği kısmı kapandıktan sonra 1943 yılında Türk Müziği'nin tekrar okutulması için, Batı Müziği kısmının düzenlenmesi, Türk Müziği kısmının ve bir de İcra Heyeti oluşturulması görevi teklif edildi ve bu görevi 63 yaşında kabul etti... Arel ilk olarak Türk Müziği kısmını kurdu ve çağdaş metotlarla eğitime başladı. İcra Heyeti kurularak o sıradaki piyasa icrasından çok farklı bir üslupla haftalık Pazar konserleri verildi...Batı müziği kısmını düzenledi ve kendi tabiri ile ‘3. sınıf bir batı konservatuarı çizgisine' getirdi. Çeşitli orkestralar, saz ve ses toplulukları kurdu. Türk Filarmoni Derneği'nin kurucusu olan Arel, kendisine teklif edilen dernek başkanlığı görevini kabul ederek, Batı Müziği'nin yayılmasına da emek verdi…O dönemde kültür merkezi İstanbul olduğu halde Batı Müziği müzisyenleri Ankara'da açılan kuruluşlarda toplanmışlardı. Ankara'daki müzisyenlerin İstanbul'daki bu oluşuma tepki gösterdiklerini düşünen Arel, 1948'de istifa etti ve Ankara'ya gelerek buradaki konservatuarda Türk Müziği bölümü açılması için girişimlerde bulunduysa da başarılı olamadı... Bunun üzerine 1949'da İleri Türk Müziği Konservatuarı adıyla bir dernek kurdu, daha doğrusu derneği öğrencilerinden Lâika Karabey onun adına kurdu." (Yılmaz Öztuna, "Sadettin Arel". Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları 1986, 79-84).

Taşlar yerine oturmaya başlıyor. İleri yaşına rağmen görevi kabul eden Arel, Cenkmen ve benzeri, bazıları aynı konservatuvar içinde yer alan "batıcılar" (Batı Klasik Müzikçiler) tarafından sürekli eleştirilmiş ve sonunda görevinden istifa etmek durumunda kalmıştır. Öztuna, yukardaki alıntıda istifadan söz etmiyor ama ilginç bir biçimde isminde "konservatuvar" olan bir derneğin kuruluşundan söz ediyor. Bu süreci bir de Cenkmen'in anlatımıyla izleyelim 1 Ocak 1947, Sayı 21.

Daha önceki yazımızda Emin Cenkmen'in Fransa'ya gideceğini belirtmiştik ama şimdi bir başka "ilişkilendirme" çabası ortaya çıkıyor. Cenkmen, ben kendi isteğimle ve daha "yüce" bir görev için istifa ettim ama sen Arel, neden hâlen oradasın demeye getiriyor. Ve tabii ki, bel atından vurmak için, Arel'in savunduğu müziğin aslında ne menem bir şey olduğunu belirtmek için, "Enderun ve Tekke musikisi" tabirini kullanıyor. Belli ki henüz dileğine, Arel'in istifa etmesine ulaşamamış ama bu işin olacağına da kanaat getirmiş. Çünkü, alıntının başında "yakında" Konservatuvarın belediye yönetiminden alınıp Milli Eğitim Bakanlığına bağlanacağını söylenmekte. Arel'i atayan belediye meclisinin gücü böylece kırılacak, konservatuvar yaban ellerden kurtulacaktır. Burada kilit kavram "bakanlığa geçme" durumu.  Buna daha yakından bakalım. Neden böyle bir şey oluyor acaba, işin arkaplanında neler olmakta?

Ancak birkaç uzun alıntı yaparak durumu özetlemem gerekiyor, çünkü Ankara'da 27 Kasım 1947'de yapılacak CHP olağan kurultayı var. Kurultay doğrudan konservatuvar meselesiyle ilgilenmiyor ama, musiki inkılabı meselesi dolaylı olarak tartışılıyor. Çünkü, halk evlerinin yeniden ele alınması, yeni işlevi kurultayın önemli maddelerden biri. Bu kurultaya katılmak için yola çıkarken yazdığı, içinde mebzul miktarda "ideoloji" barındıran haber-yorumunu (1 Aralık 1947, Sayı 20) okumak fayda sağlayabilir. Önce başlık. Henüz karar alınmamış ama yazar sonuçtan emin, demek ki partinin içinde sağlam kaynakları var.

 Ve devamında, yazının başlangıç kısmı:

Ayıca, kurultay başlamadan iki müzisyenden görüş alıyor Cenkmen. Bunlardan ilki Ferit Alnar ki Kanun Konçertosu da olan bu besteci "ortaya karışık" bir cevap vermeyi tercih ediyor.

Ama aynı soru bir başka "batıcıya" sorulunca, tarafların ne kadar sert bir şekilde karşı karşıya geldiklerini anlıyoruz. Muhittin Sadak çok daha net bir cevap veriyor.

Dikkat edilirse, karar alınmış, konservatuvar bakanlığa devredilmiş belli ki ama karşı taraf da, Halkevleri tartışmaları esnasında boş durmamış, hem de milletvekili seviyesinde karşı görüş bildirmişler. Nitekim, yine aynı sayıda, bir iki sayfa sonra şunları okuyoruz.

Açıkça görülüyor ki, Halkevlerinde "Klasik Türk Musikisi"nin de öğretilmesi fikri bir tür "irtica" gibi görülüyor, bu işin "tiryakisi" vekiller bile var! Aslında, CHP'nin 1947 kurultayı birçok açıdan önemlidir, çünkü hâlen ülkeyi CHP de yönetse, Türkiye "batı kulübünde" olmaya karar vermiş, çok partili seçimler ufukta belirmiştir. Seçimleri kazanılabilmesi için yeni "ayarlamalara" ihtiyaç vardır ve bu nedenle olağan kurultayda yeni sesler, görüşler gündeme gelebilmiştir. Bu konuyu merak edenler için Hakan Uzun'un "İktidarını sürdürmek isteyen bir partinin kimlik anlayışı: CHP'nin 1947 Olağan Kurultayı" isimli makalesini öneririm.

Bu arada, bir başka gelişmeye de dikkat çekmemiz gerekiyor. Kurultaydan hemen önce, yaz aylarında bir dernek kuruluyor ki bu sivil toplum girişimi Ansiklopedi'de tuhaf bir haber diliyle aktarılıyor. Okuyalım.

Bir de aynı olayı, 2 Ağustos 1947 Tarihli Cumhuriyet'ten okuyalım.

Sonuç olarak, bir sivil toplum girişimi olarak devrin bazı itibarlı müzisyenleri bir dernek kurmuş, başka da bir şey yok. Ama bu girişim, Ansiklopedi ekibini öylesine sinirlendiriyor ki, uzun ve hakaretlerle dolu bir yazının yazılmasına neden oluyor. Başlığımızdaki "tuhaf alaturkacılar" ibaresinin aslı bu yazı. Çünkü, yazıda da açık olarak belirtildiği üzere, derneğe üye olan müzisyenlerden bazıları o esnada Belediye Konservatuvarında da görev alıyor. Üstüne üstlük, alaturkayı halkın büyük bir çoğunluğunun dinlediğini fark etmemek elde değil. Yazıdan anlıyoruz ki basında da alaturkacı destekçileri de var. O hâlde ne yapalım? Saldıralım, mümkünse seslerini kısalım.

Anlaşılan o ki, bu kadar saldırıdan ve konservatuvarın bakanlığa devrinden sonra Arel'e istifa etmekten başka bir yol kalmıyor. Ama o da pes etmiyor, bu kez "İleri Türk Musikisi Konservatuvarı" ismiyle bir okul (aslında bir dernek) açıyor ve simgesel olarak Türkiye"nin ilk alaturka konservatuarını kurma şansını elde ediyor. Bu okulun öyküsünü, 25 Şubat 1972 tarihli Dünya gazetesinden okuyalım.

Son olarak, şunu da tarihin bir ironisi olarak hatırlamamız gerektiği kanaatindeyim. Musiki Ansiklopedisi zar zor bir yıl kadar yayınını sürdürebilmesine karşın, ondan hemen sonra, 1948 Yılında Sadettin Arel ve arkadaşları tarafından kurulan Musiki Mecmuası hâlen yayın hayatına devam etmekte! Belki konservatuvar "muharebesi" kazanılmıştır ama savaş çoktan kaybedilmiştir.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor