15 Nisan 2022

Enginlerin Aydınlığı

Yaşarken tektim, şimdi çoğaldım. Sonsuz uzayda yürürken çoğalmaya devam ediyorum. Tanıdığım, hayattayken rastladığım herkes ben oluyor, bende birleşiyor, bir büyük bana dönüşüyor. Bense ben olmaktan çıkıp, tüm canlılar oluyorum

Aydın Abi için...

Kan kırmızı bir çizgi üzerinde yürüyorum. Sol tarafa doğru dik biçimde inen yamaç mor buzlarla kaplı, sağ tarafta ise simsiyah volkanik bir duvar yükseliyor. Az önce öldüm. Beklenen bir ölümdü. Hastaydım bir süredir. Yaşım da vardı. Aslında üç-beş sene önce sıkılmıştım yaşamaktan, merak da ediyordum öbür tarafı. Ölümle, ölümlerle çok haşır neşir olmuştum hayatım boyunca. Ne korktum, ne de merak ettim yıllarca. İşte öyle bir şeydi, bazı insanlar şu veya bu nedenle ölürlerdi. Dini açıklamalara hiç inanmadım. Tarif edildiği gibi bir cennet veya cehennem olmayacağını biliyordum. Kanıtlanmamış bir konseptti bana göre tüm o cennet, cehennem hikâyeleri. Michelangelo ölmüştü, Dostoyevski ölmüştü, Marx ölmüştü, Nazım Hikmet ölmüştü, daha uzaklarda milyonlarcası, bildiğim ve bilmediğim. Dante mesela, o kadar tasavvur etmeye çalışmıştı ölümden sonrasını, ne bulmuştu acaba?

Desen: Selçuk Demirel

Ölümle ilgilenmem birkaç yıl önce başladı. Bir salı sabahında... İyi hatırlıyorum. Sabah evden çıkıp, bastonuma dayanmış yürürken, adanın merkezinde, balıkçı teknelerinin bağlandığı yerde bulmuştum kendimi. Balıkçılar döneli biraz olmuş, martılar ciyak ciyak.Tüm kediler toplanmış, ağdan ayıklanan balıklarda gözleri. Az ilerdeki teknenin kenarına bir karga kondu. Hiç de rastgele konmuş gibi değildi. Yan yan yürümeye başladı. Geldi iki adım ötemde durup gözlerini bana dikti. Kuş gibi değil de, insan gözleriyle bakıyordu sanki. Bir şey anlatmaya çalışıyor gibiydi. Sonraları sokak hayvanlarına daha dikkatle bakar oldum. Bir yaşanmışlıkları, bir öncesi vardı sanki hayatlarının. Mesela, her akşam bizim evin girişine gelip geceyarısına kadar yatan Pırtık köpek. Öyle hüzünlü bakar ki, ahir ömründeki köpek yaşamından fazlasını yaşamış dersiniz. Ya da adanın kedileri, sanki benim yazdığım bir oyunun oyuncuları. 

O salı gününden sonra ölüm ve sonrası meselesiyle ilgilenir oldum. Belki o günlerde bedenim beni bırakmaya başladığından, belki kanser teşhisi konduğundan, belki de dediğim gibi, biraz sıkıldığımdan. Tuhaf olan, beden yaşlanırken ruh yaşlanmıyor. Aynı gençlik heyecanlarını, macera arayışlarını ileri yaşlarımda da duyuyordum, gerçi yeterince hareketli bir yaşamım olmuştu, Hemingway gibi. Yok çifteyi çenemin altına yerleştirip kafamı patlatmak gibi bir düşüncem olmadı. İntihar, ötanazi bana göre değil. Neyse o; nerde trak orda bırak, inceldiği yerden kopar diye düşünüyordum. 

Etrafımdakilere durumu çaktırmadım. Her zamanki bendim. Ama okumalarım ölüm üzerine yoğunlaşmıştı. Tuhaftı, doğanın bu en büyük gizemi üzerinde yeterli bilimsel araştırma yapılmamıştı. Örneğin paleontoloji, biyoloji bölümleri vardı da adli tıp enstitülerini saymazsanız ölümü araştıran bilimsel merkezler, laboratuvarlar kurulmamıştı. Adli tıp da işin farklı bir boyutuyla ilgiliydi. Ölüm saati, nedeni falan. Benim dediğim başka, mesela ölmekte olan insanları neden kızıl ötesi ışınlarla, spektrofotometriyle, yani gerçek bilimle incelemezler diye merak ediyordum. Ölüme yakın deneyimler yaşayan, örneğin kalbi bir süre durup yeniden çalıştırılan, ya da kan kaybından ölmek üzereyken kurtarılan insanların yazdıkları kitapları okudum. Bir çoğu, zamanın bilinen yapısını yitirdiğini, hayatlarıyla ilgili pek çok sahneyi hızla gördüklerini, uzun ve karanlık bir tünelle sonundaki ışıktan söz ediyorlardı. Tünelin sonunda sıklıkla aileden önceden ölmüş biri onları karşılıyor, oraya gelmeden bedenlerini yukarıdan görüyorlar ve sonra tekrar bedenin içine geri çekiliyorlar. 

Şimdi sizlere yaşadıklarımı, bu da bir oksimoron oluyor, ölümümü demem lazım, anlatabiliyor olmam belki de insanlık tarihinde bir ilk. Bu satırları yazanla garip bir etkileşimimiz oldu. Öldüğüm gece, öncesinde, sürekli beni düşündüğünden midir, tam da ben ölürken rüyasında buluştuğumuzdan mıdır nedir bilmiyorum, onunla ruhsal bir kaynaşma yaşadım ve sizlerle paylaşıyorum olan bitenleri. O benim adıma yazıyor bu satırları.

Başta dediğim gibi, tünel, ışık, tarif edildiği gibi bir cennet, cehennem yok. Uzun bir kırmızı çizgi var. Beni en çok etkileyen aşağı doğru uzanan mor buzlar. Uçurum gibi iniyor. Her an düşebilirim. Ama zaten öldüm, düşsem ne çıkar? Üstelik ölümümle birlikte yürümem de düzeldi, delikanlı halim adeta. Düşündüğüm gibi, ölüm bir yalnızlık hâli, en azından başlangıçta. Etrafta seslerin ve renklerin karmaşık hareketleri var. Yalnız olmadığını hissediyorsun ama görünürde kimse yok. Yol optik yanılsamalarla dolu. Bir nevi lunapark gibi. Ölmenin eğlenceli olduğunu düşünmezdim. Yine bana ilginç gelen bir şey, hayattayken okuduklarım, biriktirdiklerim, deneyimlerim bana rehber oluyor. Akıl yürütebiliyorum, muhakeme yapıp, gördüklerimle ilgili düşünüp, hatta sizlere aktarabiliyorum. Bir hayat boyu kimsenin bilmediği bir sırrın yavaş yavaş açığa çıkmasının heyecanını yaşıyorum. 

Bir süredir Dünya'dan çıktım sanırım. Uzakta aya, diğer gezegenlere, güneşe benzer yuvarlaklar gördüm. Tatlı bir esinti var. Kucaklıyor beni. Bir ara balıkçı teknesi üzerindeki kargayı görür gibi oldum, bir çift kuzguni göz ve kanat çırpma sesleri. Ölümüm üzerinden ne kadar geçti bilmiyorum, şimdilik hoşnutum ölmüş olmaktan. Sanki koltuk halatlarını bırakıp okyanusta yelken açmış gibiyim. Uçsuz bucaksız bir renk denizinde yalnızım. Nedense ölümü hep bir son, aniden frene basma, durma, bitme olarak algılamışız. Oysa ölüm de hayat gibi bir yolculukmuş. Çok uzakta paralel yollar görüyorum, sonsuz sayıda çoğalan paralel dünyalar. Aralarında geçiş var mı bilmiyorum. Kendimi görüyorum tüm bu paralel dünyalarda. Çok sayıda ben var, adeta aynalarla kaplı bir odada kendime bakıyormuşum gibi, ama durağan değil de uzayan, kıvrılan, bükülen bir zamanda oluyor tüm bunlar. Zaman, üzerine üzerine katlanıyor, zaman origamiler gibi. Çok uzak bir geçmiş ve geleceğin , birbirinden binlerce yıl uzak zamanların birbiri üzerine katlanmasıyla iki uçtaki ben bir araya geliyoruz. Aynı anda bir yerde ölüyken başka bir yerde hayattayım. Yaşarken tektim, şimdi çoğaldım. Sonsuz uzayda yürürken çoğalmaya devam ediyorum. Tanıdığım, hayattayken rastladığım herkes ben oluyor, bende birleşiyor, bir büyük bana dönüşüyor. Bense ben olmaktan çıkıp, tüm canlılar oluyorum. Bu sefer, yaşarken rastladığım herkes de benle birlikte tüm diğer canlıların içine saçılıyor. Ben büyük evrenin kenarından kopmuş bir parça gibiyim, aynı anda da tüm evreni içime sığdırmışım gibi hissediyorum. 

Ve ansızın güçlü bir girdabın içine doğru çekiliyorum, büyük bir hızla. Adeta bir kara delik. Girdabın içinde uzun süre kalıyorum, belki yüzyıllarca, belki birkaç saniye. Zaman öldükten sonra da izafi. Tam da, demek ölüm bir girdabın içinde sonsuza kadar yuvarlanmakmış derken bir hız kesme, ne kadar süreceğini bilemediğim bir mola, bir sükûnet. Enginler aydınlanmaya başlıyor. Bir müzede bir resme bakar gibi, kendime bakarken buluyorum kendimi ve içine süzülüyorum usulca. Hayatıma ya da ölümüme bir zeytin ağacı olarak devam edeceğim. Bir adada, bir denizin az yukarısında, kuzeyden esen rüzgarla dallarım salınıyor. Son yaşadığım hayatta da kendimi kuzeyden esen rüzgarlara bırakmıştım. Bir de küçük, yavru bir kedi var yapraklarımın arasında, bir görünüp bir kayboluyor, tırmık atıyor sağa sola.

Merak etmeyin, ben iyiyim...

Çizgi: Tan Oral

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"