15 Ağustos 2022

Yasemin kokardı tren istasyonları

Ağustos ayının dolunay öyküsü. Büyük tren istasyonlarında dolaşan hikâyelerden biri. Trenimizin kalkmasına daha vakit vardı, soğuk kahve ve sandviç almıştık. Kasada para üstü verenin Yasemin olduğunu bilmiyordum, tabii az sonra olacakları da...

Döne dolaşa yaşıyorum. Uzun zamandır böyle. Keyifsiz bir hayat. Yapmak istediğini yapamamak. İçinde büyüyen çocuğu doğuramamak. Devamlı büyümesi ve bunun bitmeyen ısdırabı. Evin neresi diyorlar. Evim yok. Avrupa’nın istasyonları benim evim. Bir istasyondan diğerine. İki ay orada, üç ay burada. 20 yaşımı Amsterdam tren istasyonunda kutlamıştım geçen temmuzda. Tabii ki yalnız başıma. Vitrinde ,“Eleman Aranıyor” ilanı gördüm mü, yapıştırıyorum. Amsterdam’dan sonra yolum önce Paris’e, sonra Londra’ya düştü. Tren yolculuklarını çoğu kaçak yapıyorum. İki kez yakalandım ama tatlı dille ve biraz işveyle çözdüm durumu, bileti kaybettiğime inandırdım kontrolörleri. Param olunca yapmıyorum böyle şeyler. Olmayınca mecbur. Ülkelerin de, dünya vatandaşlarına o kadarcık hizmeti oluversin.

Londra’da St Pancras Tren İstasyonu’nda indim ve işimi buldum. İstasyonun içindeki Paul isimli kafede. Baget sandviçlerine bayılırım zaten. Yemek , kahve bedava. Üstüne üstlük tam karşısında da bir piyano var. Yolculardan çalmasını bilenler, trenine binmeden önce oturup biraz çalıyor. Genellikle çalanlar acemi. Dükkanın hemen yanındaki tuvalete gitme bahanesiyle çıkıp dinliyorum güzel çalan olursa.

Benim için hayat Almanya’nın küçük bir şehrinde başladı. Kuzeybatıda Herne diye bir yer. Ailem Yozgat’tan göç etmiş oraya, ben üçüncü kuşağım. Herne’de dolaşırsanız, bazı yerlerinde Yozgat’ta dolaşıyor gibi olursunuz. Dükkanların vitrininde ‘ağrısız sünnet yapılır’, ‘helal et bulunur’ diye Türkçe tabelalar vardır. Sokakta kafasında takke, yanında sıkı sıkıya örtünmüş bir kadın, gezinen çiftler, hele de bizim mahallede çoktur. Dedem ilk kuşak Almanya’ya gelen ‘gastarbeiter’lardan. Epey dindarmış. Evin içinde Yozgat’taki hayatını hiç değiştirmemiş. Annem Almanya doğumlu, ama bildim bileli hep kapalıydı. Babam da aynı köyden. Üç sene önce Yozgat’a gönderilmiştim, büyük teyzemin yanına. Olay sanki Herne’de bizim mahallede geçiyor gibiydi. İnsanların konuşması, oturup kalkması, hatta su istemesi bile aynı.

Benim Türkçem zayıf, kendimi Türk gibi de hissetmiyorum. Almanca kitaplar okuyorum, evde bile Almanca konuşuyorum. Bu yüzden küçükken babamdan bir kaç tokat yemişliğim bile var. İlkokuldan sonra öğretmenlerim gimnazyuma gitmemi istediler. Herr Weiss isimli müzik öğretmeni daha ilk derste bendeki yeteneği keşfetti. İlk derste bize bir şarkı söyletti. Sonra hepimizin tek tek şarkıdan bir parça okumasını istedi. Ders bittiğinde sen kal Yasemin dedi.

Beni müzik salonundaki piyanonun yanına götürdü, kısa bir parça çaldı, ardından benim çalmamı istedi. Müzik dinlemeyi severim ama hiç müzik aleti çalmamıştım hayatımda. Oturdum ve aklımda daha doğrusu kulağımda kalan müziği çaldım. Sonraki bir saat böyle devam etti. Okuldan beni almaya dedem gelmişti, Herr Weiss boşuna ona bendeki yeteneği anlatmaya çalıştı. Dedemin Almanca’sı zaten çat pat. Hem anlamadı, hem de hoşuna gitmedi bu ilgi. Öğretmenim vazgeçmedi, annemle, babamı çağırdı okula, beni burslu olarak Düsseldorf’daki Robert Schumann Music Hochschule’ye yollayabileceğini, müthiş bir yeteneğim olduğunu söyledi. Ama kim dinler.

Ertesi yıl ailem beni o okuldan aldı. Herr Weiss beni bırakmadı. Evinde dersler vermeye devam etti. Eşine, böyle bir yetenek çok nadir gelir dünyaya diyordu. Ben hala çocuktum. Weiss Pandora’nın kutusunu açmıştı ama. Artık müzikle yatıp müzikle kalkıyordum, beste yapmaya başladım. İlk bestemi sahte isimle YouTube'a koydum. Bir tek hocam biliyordu gerçeği. Babam durumu keşfedene kadar iki yıl geçti. YouTube'da on binlerce kişinin takip ettiği bir besteci olmuştum ki bir cumartesi sabahı babam gel biraz dolaşalım dedi. Arabaya bindik. Düsseldorf’a geldiğimizde acaba beni konservatuara mı yazdıracak diye heyecanlandım ama, biz doğruca havaalanına gittik ve o günün akşamı kendimi Yozgat’ta buldum. “Bundan böyle büyük teyzende kalacaksın ve Türkiyede okuyacaksın” dedi ve Almanya’ya döndü. Büyük teyze, rahmetli anneannemin kardeşi.

Doğru düzgün Türkçe’yi konuşamazken orada okumam çok zordu. Teyzeme yalvardım, bana yardım et diye. İyi bir insandı. Güçlü bir Anadolu kadınıydı. Görmüş geçirmişti. Okulda benle , konuşmamla dalga geçiyorlardı. Teyzem akşamları teselli ederdi. Bir gün elimden tuttu, Lise Caddesi’nde bir yere götürdü,

Yozgat Müzik Merkezi diye bir yer. Ne annenin, ne babanın haberi olsun dedi. Müzik merkezi çölde bir vaha. Çello çalan var, piyano, ney, bağlama. Ben burada yeni bir hayata başladım. Belki de en önemlisi Neşet Ertaş’ı, Anadolu ezgilerini keşfetmemdi. Buradaki hocalarım da bendeki yeteneği gördüler. Yeniden beste yapmaya başladım. Piyano ve ney için bir konçerto yazdım. Biraz klasik, biraz caza dönük bir şey.

Almanya’yı unutmuştum. Hayat yeniden çiçek açmıştı benim için. Taa ki babamlar Yozgat’a gelip durumu fark edene kadar. 18 yaşıma basmama iki ay vardı, beni buradaki köylülerinden biriyle evlendirmeye karar verdi babamla dedem. Büyük teyzem karşı durdu. Olay çıktı evde. Babam kafaya takmıştı. Damat adayı bulunuverdi hemen. Babamın yardım ettiği bir cami yaptırma derneği vardı, onun başkanının oğluyla söz kestiler.

Günlerden karanlık, aylardan şubattı. Bana beğendikleri genç, kasaba politikacısıydı. İktidar partisinin gençlik kollarında faaldi. İstanbul’da, Kartal İmam Hatip Okulu diye bir yerde okumuş. Bu okul memlekette bütün kapıları açarmış. Babasının hali vakti yerindeydi. Bir gün Yozgat’taki Yimpaş AVM’ de dondurma yemeğe götürdü beni. Kendini anlattı, milletvekili olmak istiyormuş, inşaat yapacakmış, tabii evlendiğimiz zaman başımı örtmem gerekiyormuş…

O gece teyzemin yanına yattım. Teyzemle artık ana, kız gibi olmuştuk. Zavallı annem, hayatı boyunca sessiz sedasız yaşamıştı. Almanya’da, Yozgat’ın köy hayatı dışına çıkamamıştı. Onla yakınlık kuramamıştım bir türlü. Teyzeme anlattım kendimi. Piyano ve ney konçertomu dinlettim. “Ben yapamam bu çocukla teyze” dedim, “olmaz” . Teyzem o zamanlar 80 yaşında falan, nur yüzlü aydınlık bir kadın. Yerinden kalktı, Alman pasaportumu sakladığı yerden çıkarttı. Başka bir çekmeceden de küçük bir hurç. İçinden beş tane altın bilezik aldı. “Kızım” dedi “Haftaya on sekiz yaşına basıyorsun. Bu bilezikler anamdan kalma. Benim gayrı kefen parasından başkasına ihtiyacım yok, onu da devlet veriyor zaten. Al bunları, İstanbul’a git, orda Kapalıçarşı’da ihtiyacın olanı bozdurur, Almanya’ya gidersin. Bir kez yola çıktın mı sonrası gelir. Arada beni ara, habersiz bırakma”.

Ertesi sabah ince bir yağmurla beraber düştüm yollara. O gün, bugün iki yıl oldu. Dolaşıyorum. Hostellerde kalıyorum. Bazen bir iş arkadaşımın evinde. Müzik içimde büyüyor, ama beste yapamıyorum. Ne piyano var , ne de ben de o heyecan kaldı. Az önce biri geldi kafeye, bir sandviç ve kahve aldı. Yüzü bakır rengi, gözlerinde hüzün. Bir şey oldu. İçimde rengarenk bir gökkuşağı doğdu sanki. Kafeden çıktı. Neredeyse arkasından gidecektim, gidemedim. Sanki kader kapımı çalmıştı ama ben öylece kaldım, sanki felç olmuş gibiydim.

Kapıdan çıktı, piyanonun taburesine oturdu, döndü bana baktı ve çalmaya başladı. Bir mucize olmasını beklemiyordum, ama olmuştu işte. Önlüğümü çıkarttım, dükkandan çıktım. Müdür arkamdan bir şeyler söylüyordu ama ben, beni çağıran ezginin peşine takılmıştım. Gittim, yanına oturdum ve birlikte çalmaya başladık, YouTube'da en çok dinlenen, en sevdiğim eserimi.

Hikâye burada bitebilirdi ama sonunu da söylemeliyim size. Tunupa, Bolivyalı bir müzisyen. Adını güney Bolivya da bir yanardağdan almış. Aymara kültürüne göre büyük bir lider ve ilham veren demek Tunupa. Taaa oradan beni bulmaya gelmiş sanki. Kendisi de öyle söylüyor. Uzun zamandır benim eserlerimi dinlermiş. Beni bulmaya da çalışmış ama iz bırakmamıştım arkamda. Hayat ama, kendi planını yaparmış gizlice. İki hafta sonra La Paz’da, beni Ana-Maria Vera ile tanıştırdı, Bolivya Classica müzik okulunun kurucusu; ve bu yaşımda yeni bir hayat başladı benim için.

Akşamları Tunupa’yla, Neşet Ertaş ve Gladys Moreno dinliyoruz. Yeniden beste yapmaya başladım. Büyük teyzemi her hafta arıyorum. Babam nereden bilebilirdi beni Yozgat’a gönderirken, hayatımı bana hediye edecek gerçek mucizenin büyük teyzem olduğunu.

Talat Kırış kimdir?

Talat Kırış, 1961 yılında İstanbul’da Süleymaniye Doğumevi’nde dünyaya geldi. Sırasıyla Ataköy İlkokulu, İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdi.

Öğrenciliği sırasında yurtiçi ve yurtdışında kaza cerrahisi ve beyin cerrahisi kliniklerinde staj yaptı. Prof. Dr. Türkan Saylan’la birlikte Van’da lepra hastalığı üzerine saha çalışmalarına katıldı. Konya Devlet Hastanesi Acil Bölümü’nde mecburi hizmetini; 1986-1992 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı’nda ihtisasını tamamladı. Uzmanlık tez çalışmasıyla Beyin Araştırmaları Derneği ve Japon Nörotravma Derneği’nden ödül aldı. Uzmanlık sonrası Kartal Eğitim Araştırma ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanelerinde çalıştı.

1995-1996 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri, Arizona, Phoenix’te bulunan Barrow Nöroloji Enstitüsü’nde burslu olarak, kafa kaidesi tümörleri ve beyin damar hastalıkları üzerine üst ihtisas yaptı. İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı’nda 1999 yılında doçent, 2006 yılında profesör oldu.

2006 yılında 9. Uluslararası Serebral Vazospazm Kongresi’nin başkanlığını yaptı. Türk Nöroşirurji Derneği Yeterlik Kurulu kurucu üyeliği, Nörovasküler Eğitim Öğretim Grubu başkanlığı, Nöroonkoloji Eğitim Öğretim Grubu başkanlığı, Temel Kurslar eş başkanlığı, yönetim kurulu üyelikleri, Türk Nöroşirurji Dergisi ve Turkish Neurosurgery dergileri baş editörlüğü, Nöroonkoloji Derneği ikinci başkanlığı ve Türk Nöroşirurji Derneği başkanlığı yaptı.

Avrupa Nöroşirurji Dernekleri Birliği Araştırma Komitesi üyeliği görevinde bulundu. Akdeniz Beyin Cerrahları Derneği Eğitim Komitesi Başkanı olan Kırış, 2017-2021 yılları arasında Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu Beyin Damar Hastalıkları Komitesi Başkanlığı yaptı.

Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu'nda Türk Nöroşirurji Derneği'ni temsil eden delege olan Prof. Dr. Talat Kırış, meslek yaşamını Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi ve Koç Üniversitesi Hastanesi Beyin Cerrahisi bölümlerinde sürdürüyor.

Kırış’ın editörleri arasında bulunduğu İngilizce iki kitabı, 100’den fazla kitap bölümü, ulusal ve uluslararası dergilerde makaleleri yayımlandı; çok sayıda ülkede beyin cerrahisinin çeşitli alanlarında eğitim kursları ve konferanslar verdi, yurtiçi ve yurtdışında eğitim amacıyla çok sayıda beyin cerrahının izlediği canlı ameliyatlar yaptı.

Tıbbiye öğrenciliği yıllarından itibaren 40 yılı aşan öğretim üyeliği ve hekimlik hayatını, 2021’de yayımlanan “Beyne Giden Yol / Bir Beyin Cerrahının Anıları” adını verdiği kitabında anlattı. TEDx ve farklı sosyal platformlarda konuşmaları yayımlanan Kırış, aynı zamanda kıdemli bir denizci olarak Güney Amerika’dan Antarktika’ya kadar uzanan yelkenli seyahatler yaptı, Grönland’da kanoyla Kuzey Kutup dairesi geçiş yaptı. Anılarında hayalini, “Bir Şehir Hatları Vapuru'na ismimin verilmesini isterim. Kimbilir, kısmet...” sözleriyle paylaştı.

Gençlik yıllarından itibaren yazın dünyasıyla ilgilendi, 1984 yılında Düşün dergisi masal yarışmasında mansiyon kazandı. Argos sanat dergisinde öykü ve denemeleri, Cumhuriyet ve Radikal gazetelerinde yazıları yayımlandı. 2012 yılından Yacht Türkiye dergisinde yazmaya başladı.

Ağustos 2019’dan itibaren T24’te düzenli yazılar yazıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"