03 Ağustos 2020

Tümüyle yalnız olmak mı, yalnızlığı tümden yitirmek mi?

Seçmek zorunda olmamak ve kendime uygun bir kararda başkalarının varlığıyla yalnızlığı dengeleyebilmek büyük bir nimet gibi göründü gözüme...

Resme yeteneği olanlara karşı (o kişiyi sevme ya da uzak hissetme dereceme göre) özenme, imrenme, kıskanma ya da haset etme gibi bir şeye benim sahip olmayıp başkasının sahip olması durumunda ortaya çıkabilecek olan değişik duygular beslerim. O akşam arkadaşımı atölyesinde bir çocuk hevesiyle çalışırken izliyordum. Salonun her yeri kullanılıp oracığa bırakılmış gibi duran boya tüpleri ve inceltici şişeleriyle doluydu. Çeşitli uzunluk ve kalınlıkta fırçalar kimi masanın üstünde, kimi şövale kenarında, kimi kavanoz benzeri bir cam kapta kullanılmak için sıralarını bekliyorlardı. Koltuklar henüz tamamlanmamış resimlerin bulunduğu kâğıt, tuval ve kartonlarla kaplıydı. Arkadaşım, üzerinde bir çalışma önlüğü, bir şeyi hatırlamaya çalışır gibi önündeki mukavvaya bakıyordu. Ben de oturmak için zar zor bir karış yer bulmuş, sanatsal yaratıcılığın kendini ifade edişine tanık olmanın keyfini çıkarıyordum. Dalgın ressam, kullandığı boyalarla sıvanmış eliyle kazaen tişörtüme dokunduğunda bile bunu sanatın sıradanlığa hoş bir dokunuşu, ilhamın hayatıma kattığı bir renk telakki ederek canımı sıkmadım. Nezaket gereği değil de hakikaten canım sıkılmadığı için "boş ver" diyebildiğime ayrıca memnun oldum, zira bazen böyle ufak şeyleri kafaya taktığım ve taktığıma memnun olmasam da takmaya devam ettiğim olur.

Vakit gece yarısını bulmuşken telefon çaldı ve kısa konuşmadan anladığım kadarıyla arkadaşım birilerini atölyeye davet etti. Az sonra ayrılmayı düşündüğümden gelenlerle karşılaşmadan çıkayım dedim ama arkadaşım kalmam için ısrar edince onu kırmadım.

Gelenler benim de tanıdığım birbirinden zeyrek iki genç adamdı. Onlardan hemen sonra zil yeniden çaldı ve yine ortak tanıdığımız olan bir başka kişi daha geldi. Meğer arkadaşım önceki iki kişinin memnun olacaklarını düşünerek onu da mesajla çağırmış.

Seher illetine tutulmuş bizcileyin sahir kişiler için gece yarılarında toplaşmak alışılmadık bir durum değildi. Gençlerin gündüzden kalma neşeleri ortamı çabucak canlandırmıştı. Son gelen arkadaşımız da onların neşesine ayak uydurdu ve ayrıca kelimenin diğer anlamıyla da sahir olduğundan geceye keyif katan birkaç şaşırtıcı numara sergilemeyi de ihmal etmedi.

Ortam böyle eğlenceli bir hale gelince, gençler oynamayı sevdikleri bir oyundan söz ederek bir iki tur denemeyi önerdiler. İlginç akıl yürütmelere ve şaşırtıcı tercihlere yol açabilecek varsayımsal durumlar tarif edip ne yapardın ya da neyi tercih ederdin diye soruyorlardı. Hem açık ve rahat kişiliklerine hem de vaktin ve mekânın havasına uygun olarak öne sürdükleri ikilemler gürültülü gülüşmelere yol açıyor ve zaman zaman muhatabını zor durumlara düşürüyordu. Tabii, ortamı gözünün önüne getiren herkesin kolayca anlayabileceği üzere gülünç durumlar yaratmaya daha yatkın olan sorular genellikle burada söz etmeye pek uygun olmayan, edep dairesinin dışında sorulardı. Yine de bir fikir versin diye örneklersem şuna benzer şeyler soruyorlardı: Sevgilinin ve senin boylarınızın toplamı 3 metre, nasıl bölüştürürsün? Zekâ seviyendeki her 10 puanlık düşüş için bir milyon dolar alma hakkın var, ne yaparsın?

Bunlara benzer, şimdi hatırlayamadığım pek çok ikilem üretildi. Hayli gülüşmelere ve takılmalara yol açan eğlenceli birçok soru soruldu. Ama gece boyu beni en çok etkileyen, aramıza son katılan kişinin sahirane biçimde kurduğu basit bir ikilemdi. Soru çok sıradan görünüyor ama üzerinde düşünüldükçe giderek karmaşıklaşıyordu. Hatırladığım kadarıyla hemen herkes ilk anda verdiği cevabı değiştirdi, sonra yeniden değiştirmeyi düşündü ve en sonunda da işin işinden çıkamadığını itiraf etti. Şaşılacak derecede yalın ve dolaysız olan bu zorlu soru şuydu: Tümüyle yalnız olmak mı, yalnızlığı tümden yitirmek mi? Hayatın boyunca bir an için bile yalnız kalamayacaksın ya da tüm hayatın boyunca yalnız yaşayacaksın, hangisini seçerdin?

Bu sorudan sonra başka birçok ikilem daha kuruldu ama bunların hemen hepsi başkalarıyla birlikte olmanın da başkaları olmadan var olmanın da nasıl zor olduğuna işaret eder cinstendi. Bir süre sonra canlılığı ve neşeyi yavaşlamaya ve düşünmeye tahvil eden bu türden ikilemlerin ağırlığının da etkisiyle herkes yorulma alametleri göstermeye başladı ve ortalığa sessiz sakin bir hava yerleşti.

Gecenin sonunda eve dönerken, kendimi hala ikilemler kurmaya, hayali zorluklarla didişmeye devam ederken buldum. Bana öyle geliyordu ki, hissiyatla muhakemat birbiriyle sürekli çekişmekle kalmıyor aynı zamanda sürekli saf değiştiriyorlardı. Az önce aklın sözcülüğünü yapar görünen taraf şimdi duyguların tarafına geçmiş görünüyordu. Akılla kalbi, duyguyla mantığı birbiriyle kavga etmeye zorlayan o geleneksel ayrım pek de yerli yerinde değildi galiba. Eğlenceli, gülüşmeli, keyifli bir gecenin ardından hayli yorgun hissediyordum ve eve vardığımda çabucak uyuyuverdim.

Herhalde konuşmaların etkisiyle olacak, o gece iki fasıldan oluşan garip bir rüya gördüm. Birinci fasılda bembeyaz bir göğün altındaydım. Toprak, asfalt, ağaçlar, binalar da beyazın değişik tonlarındaydılar. Rüyanın başında rahat ve huzurlu bir hava var gibiydi, ama az sonra etrafta hiç ama hiç kimsenin olmaması, o garip insansızlık hali içime derin bir kayıp ve korku yerleştiriyordu. Felsefecilerin sormaktan hoşlandığı meşhur sorulardan birisi geliyordu aklıma: Çok uzak bir ormanda bir ağaç devrilse ama kimse o ağacın devrildiğini görmese, duymasa, bilmese o ağaç devrilmiş midir gerçekten? Rüyada bu soru bilinç konusunun ele alındığı mantıksal paradokslardan birisi olmaktan çıkıp hayati bir soruna dönüşüyordu. Rüyada ben devrilen ağaç gibi oluyordum ve kimse beni duymasa, görmese, bilmese ben gerçekten var mıyım diye sorar hale geliyordum. Bir boğuntu hissiyle uyandım, mutfağa gidip bir bardak su aldım. Dışarıdan geçen bir motorun gürültüsünü duydum ve ardından da birisinin avaz avaz bağırdığını fark ettim. Bağıran kişinin sözcükleri yayvanlaşıp dağılarak anlaşılmaz bir hale geliyordu, herhalde hayli içmiş, kafayı bulmuştu. Başka zaman rahatsız edici olabilecek bu küçük sesler (başka insanlar) o sırada nedense yatağa çabucak dönüp uyumama yardım ettiler.

Uykumun devamında bu kez başka bir rüya vardı. Az önceki sarhoş yalpalayarak üzerime doğru geliyor, arkasında kalabalık halde duran bir grup insana beni bulduğunu haber veriyordu. O kalabalık sanki zarar vermek istiyorlarmış hissini uyandıran gürültülü çığlıklarla bana doğru koşmaya başlıyordu. Ama yaklaştıklarında aslında belki de eğlenceli bir oyun oynanıyor da beni buldukları için sevinçle haykırıyorlarmış gibi görünüyordu. Her iki durumda da ben kaçıp uzaklaşmaya çalıyordum. Nedense bu bir türlü mümkün olmuyordu. Rüya boyunca ben durmadan yer değiştiriyor, caddelerde, ormanlarda, metruk binalarda, dağ başındaki mağaralarda, çadırlarda, türlü türlü evlerde sanki çok kısa bir an rahat edecekmiş gibi oluyor ama az sonra "Bööğ!" diyerek beni bulunduğum yerde sobeleyen insanlardan kaçmak zorunda kalıyordum. Rüyanın sonlarına doğru artık yalnızca tanımadığım kalabalığın değil, arkadaşlarımın, ailemin, tanıdığım herkesin de bu oyuna katıldığını fark ederek iyice çaresiz bir hale düşüyordum. Evvelki rüyada olduğu gibi yine bir boğuntu hissiyle doğruldum yataktan.

Galiba başlıktaki bu tuhaf ikilem kaçınması zor ve hayat boyu sürecek bir sorunu tarif ediyordu. Seçmek zorunda olmamak ve kendime uygun bir kararda başkalarının varlığıyla yalnızlığı dengeleyebilmek büyük bir nimet gibi göründü gözüme. Bayram armağanım bu olsun o halde deyip, son bir rüyada huzur bulmayı umarak başımı yeniden yastığa koydum.

Yazarın Diğer Yazıları

On altı

Seninle yan yana yürürken istesem de istemesem de çokluk senin hakkında, ikimiz hakkında düşünürüm. Türlü şeyler anlatırım sana, bazen sesli olarak, bazen içimden. Gözüne güzel manzaralar ilişsin, kulağına hoş-avaz kuşların nağmeleri dolsun isterim. Dünyayı beğendirmeye çalışır, sanki sana "bak bu da var!" der gibi ilginç şeyleri işaret ederim

"Hiç" oldum Muvakkit

Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım. 

Muharrem İnce ve Freud'un fıkraları

Seçimlere kısa bir süre kala bazen kendimi öylesine sıkışmış, cansız ve isteksiz bir ruh haliyle mahut günün gelmesini ve ne olacaksa olmasını bekler bir durumda buluyorum ki, ilgimi başka konulara yöneltmek ihtiyacı hissediyorum. Bu hafta sonu da gündemden birkaç saatliğine uzaklaşmak için Elliott Oring'in Sigmund Freud'un Fıkraları: Mizah ve Yahudi Kimliği Hakkında Bir Çalışma adlı kitabını okuyordum. Kitap beklediğimden hayli farklıydı ve Freud'un incelemek için seçtiği fıkralarla kendi hayat öyküsü arasında ilginç bağlantılar kuruyordu[i]. Öte yandan kitapta incelenen fıkraları okurken zihnimin bunları bir şekilde Muharrem İnce'ye bağlayıp durduğunu fark ettim. Bir iki fıkra sonra da bunu kendim için eğlenceli bir hafta sonu uğraşı haline getirdim. Derken, belki bunu bir yazıya dökebilirim diye düşündüm.