05 Haziran 2021

Performatif sanatlar, bir film ve bazı etik problemler

Bir insan bedeni sanatsal bir nesneye kalıcı olarak dönüştürülebilir mi? İnsan, bedeni üzerine yapılan bir müdahaleyle bir sanatsal ürüne, alınıp satılabilen bir mala dönüştürülebilir mi?

Bazı filmler sinemasal olarak çok iz bırakmasa da bazen konusu-hikâyesi, bazen üzerine oturduğu fikir, bazen de neden olduğu düşünceler ile üzerimde etkili oluyor. Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın önerisiyle izlediğim "The Man Who Sold His Skin" (Türkçeye 'Derisini Satan Adam' olarak çevrilmiş) adlı film tam da bu kategoriye koyabileceğim bir film oldu. Çok da alanım olmadığından sinemasal özelliklerini ayrı tutarsam, filmin beni performatif sanatlar ve bu alanda yaşanan etik problemler hakkında epey düşündürdüğünü ve birkaç gün boyunca kafamda birtakım soruların dönmesine yol açtığını söyleyebilirim.

Kaouther Ben Hania yönetiminde 2020 yılı Tunus-Fransa ortak yapımı olarak seyirci karşısına çıkan film, kayda değer festivallere katılmış, Venedik film Festivali'nde en iyi erkek oyuncu ödülü almış, en iyi yabancı film dalında da Oscar'a aday gösterilmiş. Filmde ünlü İtalyan oyuncu Monica Bellucci'nin de yardımcı bir rol üslendiğini de ekleyelim. Gerçek bir hikâyeden yola çıkarak çekilmiş filmin konusu kısaca şöyle: Sam Ali, Suriyeli bir genç, ülkesinde gördüğü baskılar nedeniyle tutkuyla âşık olduğu sevgilisini bırakıp Lübnan'a sığınmak zorunda kalıyor. Karnını doyurmak için de galerilerin sergi açılışlarının müdavimi oluyor. Yine aynı amaçla gittiği bir sergi sırasında tanıştığı Belçikalı ünlü bir sanatçı ona bir teklifte bulunur; Sam Ali, sırtını daha doğrusu derisini verecektir sanatçıya ve sanatçının sırtına yaptığı çalışmayla müze ve sergi salonlarında canlı bir sanat eseri olarak yer alacak, karşılığında da hem konforlu bir yaşam hem de Belçika vizesi elde edecektir. Sam Ali'nin Suriye'de bıraktığı sevgilisi yokluğunda Belçika'da Suriye konsolosluğunda çalışan biriyle evlenip oraya taşınmıştır. Belçika, Sam Ali için hem sevgilisine kavuşmak hem de her anlamda "kurtuluş" anlamına gelmektedir. Sam Ali bu teklifi kabul eder. Sanatçı da ironik bir şekilde onun derisine, bütün sırtını kaplayan AB vizesinin dövmesini işler. Sam Ali, sanatçının deyişiyle artık piyasa değeri olan bir "maldır" ve artık dünyanın her yerine gidebilir, sınırları bir insan değil de bir sanat eseri olarak aşacaktır. Sanat eseri haline gelen bir dövmenin taşıyıcısı olan filmin kahramanı, böylece bir anda "özgürleşmek" uğruna sanat dünyasının tutsağına dönüşür.

Filmde sanatçının yaptığı çalışma galeride sergilendiği haliyle performatif bir sanat eseridir. Şimdi performatif sanatın ne olduğuna ve bu alanda neler yapıldığına kısaca bir göz atıp sonra Sam Ali'ye ve filmdeki sanatçıya yeniden dönelim, hem belki bu sanat dalı hakkında da yeniden düşünme fırsatı bulmuş oluruz. Performans sanatı için tarihleme 1960'lı yıllara götürebilir. Temelde, izleyicinin önünde beden aracılığıyla yapılan bir sergilemeyi, performansı içerir, anlıktır. Tekrar etse bile her biri ister istemez farklı olmak durumundadır. Belirli bir mekânda gerçekleştirilir. Bu mekân, bir sanat galerisi, müze olabileceği gibi herkese açık bir alan da olabilir. Performans sanatında çoğu zaman, izleyicinin de katılımı, müdahalesi ve bir anlamda da sanatçının talep ettiği şekilde bir dönüşüm geçirmesi beklenir. Performatif sanatın çok önemli diğer bir özelliği de onun özünde toplumsal bir eleştiriyi barındırmasıdır. Toplumsal eleştiriyle amaçlanan, geniş kitlelerin yaşanan gerçekliği algılamasını ve sorgulamasını sağlamaktır. Dolayısıyla da performans sanatçılarının işleri genelde tepkisel, politik, zaman zaman içinde şiddeti de içeren, sert işlerdir.

Postmodern dünyada yepyeni bir sanat akımı olarak öne çıkan performatif sanat 1980'li yıllardan sonra etkisini belli ölçüde yitirse de farklı sanat alanlarında ortaya çıkan yeni görünümleriyle gündelik pratiğin içinde, hayatın farklı alanlarında, özellikle de politik bir tepkisellikle geniş kitleleri etkilemeye devam etmektedir. Bu alanda en tanınmış sanatçılardan biri olan Sırp sanatçı Marina Abramoviç, 80'li yıllarda daha çok kendi bedeni üzerinde izleyicileri de işin içine katan gösteriler yapmıştır. Çoğu belli bir şiddet içeren gösterilerinin birinde Abramoviç bir sandalyede sessizce oturmakta ve önüne koyduğu çeşitli nesneler (bıçak, jilet, kuş tüyü, gül,testere, kibrit vb) aracılığıyla seyircilerden bedenine dokunmalarını ister. Sonuç dehşet verici bir safhaya doğru ilerlemekte iken sanatçı performansını bitirmek durumunda kalır. Abramoviç uzun yıllar sürdürdüğü bir performasında ise, sevgilisi Ulay ile uzun bir masanın iki ucunda hareketsiz olarak ve hiç konuşmadan sadece birbirlerine bakarlar. Burada, çok sayıda performans sanatçısı ve yaptıkları işlerin örneklerini çoğaltmak mümkün.

Feminist beden performanslarıyla bilinen Kirsten Justesen şöyle diyor: "Kendi bedenimi kullanıyorum, soyunabilir, giyinebilir, fotoğraflanabilir, çizilebilir. Hamile kalır, yaşlanır, zayıflar ve şişmanlar." (1) Justesen'in bu sözleri bizi iki noktada düşünmeye sevk ediyor, birincisi sanatçı performans için bedenini kullanırken bir sınır olacak mı? Özellikle seyircinin bir performansa ne kadar müdahale etme hakkı vardır? Sanatçının kendi bedenine karşı şiddet uyguladığı ya da seyircinin sanatçıya şiddet uygulayabileceği performansları hatırlayınca bu sorunun üzerinde düşünmeye değer. Öte yandan, filme de dönersek, şöyle bir soru da kendini gösteriyor: Sanatçı performansını, her ne kadar izin verilmiş olsa da bir başka beden üzerinden gerçekleştirebilir mi? Sanatçı bir başka insana böyle bir teklif yapabilir mi, bu bir "ahlaksız teklif" sayılabilir mi?

Filmde sanatçı yaptığı şeyin sanatsal değeri üzerine epey süslü laf ediyor, hatta kendisinin de bizzat içinde bulunduğu sanat ortamına karşı epeyce protest bir tutum takındığını izliyoruz. Ortaya çıkardığı iş ise gerek politik mesajı gerekse çok ses getirmesi açısından son derece avangart bir iş. Film zaten sanatçının yaptığını olumsuzlar bir tutum içinde değil, sonuçta kendini de ekonomik anlamda koruyarak Sam Ali'nin özgürleşmesine yardımcı oluyor. Sanatçının yaptığı işle ayrıca Suriye'deki savaşa, baskıcı iktidara dikkat çektiğini, bu anlamda, son derece önemli bir mesajı kitlelere ulaştırdığını da söylemek mümkün.

Bütün bunlar şu soruyu ortadan kaldırmıyor ama: Sanatçının, Sam Ali üzerinden yaptığı iş performatif bir sanat eseri olarak görülebilir mi? Filmdeki durumda sanatçı (zor durumda olan, çaresiz kendisine "evet" diyen) başka bir beden üzerinden gerçekleştiriyor sanatını. Bir insan bedeni sanatsal bir nesneye kalıcı olarak dönüştürülebilir mi? İnsan, bedeni üzerine yapılan bir müdahaleyle bir sanatsal ürüne, alınıp satılabilen bir mala dönüştürülebilir mi? Bu durum, insanın alınıp satılmasının basit bir kılıfı olarak görülebilir mi? Bu sorulara yanıt ararken, yaşadığımız dünyanın sosyo-ekonomik koşulları gözetildiğinde bir sanat nesnesine dönüşmeyi canla başla kabul edecek çok insan olabileceğini de unutmamak gerekir.

Gelelim Sam Ali'nin durumuna. Burada onun yaptığı "seçim" üzerine de tartışılabilir. İnsanın gerçekten bir seçim yapması için, öncelikle özgür olması gerekir. Sam Ali'nin vücudunu (filmdeki deyimle sırtını) dolayısıyla da kendisini bir sanat nesnesi dönüştürmek yolundaki kararı, özgürce yapılmış bir seçim midir? Yoksa koşulların onu zorlamasıyla, çaresiz kalması sonucu mu yapmıştır bu seçimi? Açıktır ki burada bir özgür seçim olduğunu söylemek epey tartışmalı, Suriye'de yaşananlar düşünüldüğünde Sam Ali'yle benzer durumda olan birçok kişinin aynı seçimi yapacağı da açık. Burada Sartre'ı hatırlayıp, insanın en kötü koşullarda bile özgür olduğu ve bu yüzden de yaptığı seçimlerinden dolayı sorumluluk taşıdığı da söylenebilir tabi. Sonuç olarak, benim yukarda ortaya koymaya çalıştığım sorular ve sizde oluşturabileceği başka sorular üzerinde düşünmek için "The Men Who Sold His Skin" iyi bir fırsat, izleyin derim.



(1) https://www.lofficiel.com.tr/sanat/performatif-beden#image-45003

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti