26 Ağustos 2023

Hayal gözü ve renk belleği

Katarakt ameliyatı olduktan sonra, özellikle eski dönemlerde gözleri bozulan ressamların yapıtlarında ne gibi değişiklikler olduğunu merak ettim. Uzun yıllar kataraktla boğuşan Monet neler yaşamıştı? Resimleri nereye doğru evrilmişti?

Geçenlerde bir hafta arayla iki gözümden katarakt ameliyatı oldum. Ameliyattan önce kime söylesem, “Ha, bir süre önce ben de oldum” ya da “Falanca da oldu” diyordu. Tabii bunların çoğu benim kuşağımdan insanlardı, ama aralarında daha genç kuşaktan insanlar da vardı. Sorup soruşturduğumda, önemli görme kaybına neden olan kataraktın doğuştan olabileceği gibi, özellikle denetim altına alınamamış şeker hastalığından da kaynaklanabileceğini öğrendim.

Gözlerimde bir tuhaflık olduğunu en belirgin biçimde televizyon izlerken fark ettim. Örneğin, bir film ya da maç seyrederken, görüntüyü bulanık, flu görüyordum; özellikle daha karanlık ve koyu sahnelerde görüntü iyice puslu, donuk bir duruma geliyordu. İlk başlarda, kendimden değil, televizyondan kuşkulandım. Kendi kendime, “Yahu,” dedim, “bu televizyonu alalı bir yıl olmadı. Bu kadar çabuk bozulur mu?” Göz hekimine gitmeyi akıl etmesem, az kalsın televizyonu değiştiriyordum! Enayiliğin bu kadarı da...

Neyse, sonunda, gözlerimi Op. Dr. Gülin Aktoros’un ellerine teslim ettim de, hem gözlerimi hem de televizyonu kurtardım...

***

Uzunca bir süre gözlerime perde inmiş olarak yaşadıktan sonra katarakt ameliyatı olup da dünyam aydınlanınca, bir ressamın gözünden önümüze serilen sözcüklere sığmaz dünyayı da daha iyi görmeye başladım. Görme yetisinin değerini bilmek için kuşkusuz ille de sanatçı olmak gerekmez. Ama ressamın gözleri bozulduğunda, hatta pek az görmeye başladığında sanatın o büyülü dünyasının, o iç evrenin ne kadar ve nasıl değiştiğini merak ettim.

Örneğin, katarakt, İzlenimcilik akımını başlatan, gördüğü gerçek ile onun kendi üzerinde bıraktığı etkileri altmış yıl boyunca durup dinlenmeden renge dönüştüren Claude Monet (1840-1926) gibi bir ressamın yaşamını ve çalışmasını ne kadar derinden etkilemişti? Ya da, doruğunda olduğu günlerde, hareket halindeki figürleri, balerinleri ve yarış atlarını büyük bir ustalıkla betimleyen Edgar Degas’nın (1834-1917) gözleri 1870’lerin başında hızla bozulmaya başladığında sanatı da değişmeye başlamış mıydı?

Monet atölyesinde ve Giverny bahçesinde

***

Retina bozukluklarının ilerlemesi sonucunda Degas’nın bir gözü bütünüyle, öbür gözü de neredeyse bütünüyle kör olmuştu. Bu alanda incelemeler yapan kimi göz hekimleri, yapıtlarında insanların ve hayvanların sıradan gözün görmediği hareketlerini yakalayıp ustaca yansıtabilen Degas’nın, son dönemlerinde küçük heykelleri seçmesinin ve görme kusurlu biri için çok ayrıntılı olan yağlıboyayı bırakıp pastele yönelmesinin ardında büyük olasılıkla uzun sanat yaşamının büyük bölümünde boğuştuğu retina hastalıklarının yattığını vurguluyorlar. Sözünü ettiğim incelemelerden birinde, Degas’nın 1912’den sonra çalışmayı bıraktığı, yaşamının son yıllarını görme yetisini neredeyse yitirmiş olarak Paris sokaklarında huzursuzca dolaştığı anlatılıyor.

Ressamlar ve göz bozuklukları üstüne iki kitap yazmış olan Stanford Üniversitesi Tıp Okulu’ndan oftalmolog Michael Marmor, Degas’nın son dönem yapıtlarını bilgisayar simülasyonundan da yararlanarak incelediğinde, 1900’den sonra görme yetisi son derece azalan sanatçının resimlerindeki yüzler ve giysilerde ayrıntıların neredeyse kalmadığını söylüyor ve buna örnek olarak da 1905’te yaptığı “Saçlarını Kurulayan Kadın”ı gösteriyor.

Saçlarını Kurulayan Kadın

İzlenimlerini kesik fırça vuruşlarıyla tuvale yansıtan Monet’nin Seine ırmağı kıyısındaki Argenteuil’de yaşadığı yıllar İzlenimcilik akımının doruğa ulaştığı dönem olmuştu. 1876-77 kışında Paris’teki Saint-Lazare Garı’nda yaptığı bir dizi resimde, aynı temayı farklı ışık ve hava koşullarında tekrar tekrar işlemişti. 1890’da Giverny’de oluşturduğu bahçedeki nilüferler, havuz ve Japon köprüsünün yaklaşık yirmi yıllık bir dönemde iki yüz elli kadar resmini yapmıştı. Kimi uzmanlar, Monet’nin ilk başlardaki resimleriyle daha sonrakileri karşılaştırdıklarında, görme yetisinde katarakt yüzünden giderek meydana gelen gerilemenin açık seçik görüldüğünü söylüyorlar.

***

Monet, 1897’de ilk nilüfer başyapıtını yarattığında, tablodaki her şey çok canlı ve parlak bir biçimde betimlenmişti. Resimde ufuk çizgisi, ağaçlar ve havuzu çevreleyen çalılar belirgindi; o harikulade nilüferler suyun üstünde havada asılı durur gibi yüzüyordu. Monet, mavinin, yeşilin, sarının, kırmızının, turuncunun tonlarından yararlanarak tüm bir renk paletini kullanmıştı.

Oysa altmışlarına geldiğinde, gözlerindeki katarakt artmaya başlamıştı. Görme yetisinin zayıfladığını fark ettiğinde, Paris’teki bir göz hekimine şöyle yazacaktı:

“Artık renkleri aynı yoğunlukta algılayamıyorum… Işığı aynı kesinlikle boyayamıyorum. Kırmızılar bulanık, pembeler ölgün görünüyor, ara ve alt tonlar gözümden kaçıyor.”

***

İki gözündeki katarakt iyice ilerlediğinde, Monet, doğru renklerdeki boyaları seçerken gözlerine tam olarak güvenememeye başlamıştı. O yüzden, boya tüplerine etiketler yapıştırıyor, boyayı rengi algılayarak değil etikete bakarak seçiyordu. Giderek, resimlerinde artık ufuk çizgisini, Japon köprüsünü ve çevredeki ortamı bir yana bırakarak yalnızca nilüferlere yoğunlaşıyordu. Bunun nedeni, optometri uzmanı Dr. Russel Lazarus’un yorumuna göre, büyük olasılıkla, ancak aşağıya doğru, doğrudan suya bakarak açık seçik görebilmesiydi. Fırça darbeleri artık eskisi kadar belirgin değildi ve kırmızı, turuncu ve sarının daha sıcak tonlarını kullanıyordu.

Monet, katarakt ameliyatı olduysa da, renkleri ayırt edebilmesinde önemli bir gelişme olmadı. Renkli görme bozukluğunu gidermek için renkli gözlük camları kullanır olmuştu.

Dr. Peter Kopplin’in anlatımıyla, 1923’ün Ocak ayında, yaşlı ressam Claude Monet katarakt ameliyatından sonra odasında dolanıp duruyordu. Yerinden fırlayıp sargılarını çekip çıkardı. Ailesi bunu her zamanki huysuzluğuna verdi. Ama ameliyat sonrasında sol gözü sınırlı görebilen, sağ gözü sargılı, kımıldayamaz duruma gelmiş seksenlerindeki bir insanın delirmesi işten değildi. Üstelik ağır bir sigara tiryakisi olan Monet’nin o sıradaki nikotin yoksunluğu da cabasıydı.

***

Monet, görme yeteneğinin katarakt yüzünden hızla azalmasına karşın, “Nilüferler” dizisi üstünde yıllarca çalışmıştı. Ama bu dizinin son evresinde suyun dış çizgileri, göğün çevre çizgileri ya da uzaktaki ağaçlar kaybolmaya başlamıştı. Kimi uzmanlar, Monet’nin konturlardan kurtularak katıksız soyuta doğru ilerlediğini ileri sürüyorlar. Dahası, Monet’nin son dönemindeki neredeyse soyut yapıtları ile 1950’lerin ABD’sindeki Soyut Dışavurumculuk arasında bağlar kuran eleştirmenler bile var.

***

Monet’nin katarakt ameliyat olmaya yıllarca yanaşmaması, ünlü İzlenimcinin inatçılığından mı kaynaklanıyordu, yoksa bu direnişinin mantıklı nedenleri var mıydı? 1912’de, 72 yaşındayken, sağ gözünde daha ağır olmak üzere iki gözüne de katarakt tanısı konmuştu. Aslında gözlerindeki katarakt daha 1908’de, etkin bir biçimde resim yaptığı sıralarda fark edilmişti. Ama taşra hekiminin koyduğu tanı konusunda Monet’in ciddi kuşkuları vardı. İster istemez başka hekimlere de görünmüş, ama kendisine söylenenler onu ürkütmüştü. Yine de her türlü müdahaleyi ertelemeye karar vermişti.

***

Kataraktı ilerledikçe renk duyusunda değişiklikler meydana geldi; resimlerinde kırmızılar ve kahverengiler fazlalaşmıştı. Giverny bahçesindeki nilüferler ve Japon köprüsündeki kahverengilerin arttığı ve nesnelerinin kenarlarının yumuşadığı görülmüştü. Başlangıçta resimlere bir hoşluk katmıştı bu, ama zamanla resimler bulanıklaşıyordu. Artık resimleriyle daha çok cebelleşiyor, renkleri ve biçimleri eskisi kadar göremediğinden yakınıyordu.

1918’e gelindiğinde, renkleri eski canlılıklarında göremeyen Monet’nin cesareti kırıldı. 1919’da, gözlerinin iyiden iyiye kötülediğini gören yakın dostu, Fransa başbakanı Georges Clemenceau ameliyat olmasını önerdiyse de Monet bir kez daha reddetti. Monet, kuşkusuz, renk algısını tümden yitirmekten korkuyordu; resimlerinin artık daha koyu olduğunun kendisi de farkındaydı.

Japon Köprüsü

1922’de gözleri artık o kadar kötü durumdaydı ki, Clemenceau onu Paris’in ünlü oftalmologu Dr. Charles Coutela’ya gitmeye razı etti. Aynı zamanda usta bir cerrah olan Coutela’nın muayenesi sonucunda Monet’nin sağ gözünün ışığı pek az algılayabildiği, sol gözünün görme keskinliğinin ise onda bire düştüğü ortaya çıktı. Dr. Coutela da ameliyat önerdi, ama Monet biraz da sol gözüne uygulanan damlalar az çok iyi geldiğinden hâlâ isteksiz görünüyordu. Tabii, yapıtlarında Fransa’nın toplumsal ve siyasal yaşamına eleştirel bir gözle bakan Honoré Daumier’nin (1808-1879) birkaç yıl önce geçirdiği katarakt ameliyatının başarısız olduğundan da haberdardı.

***

Bu uzun sürecin sonunda, Monet, sağ gözünden ameliyat oldu, sol gözünden birçok tedavi gördü, ama kataraktın etkilerinden bir türlü kurtalamadı. Bunda, hiç kuşkusuz, dönemin katarakt ameliyatları ve tedavilerinin bugünkü gelişmiş teknikler ve yöntemlerin çok gerisinde olmasının büyük payı vardı. Bir süre sonra sol gözünü siyah bir camla kapatması gerekecekti.

Monet, katarakt ameliyatından sonra

Düşünüyorum da, Monet’nin bırakın büyüklüğü bir metrekareyi geçmeyen nilüfer tablolarını, ölümünden bir yıl önce, 1925’te Tuileries’deki Orangerie Müzesi’nde iki büyük oval odaya yerleştirmek üzere yaptığı dev duvar resimlerini kataraktlı gözlerim açılmadan önce izlemeye kalksam ne görürdüm acaba? Ama katarakt ameliyatı olduktan sonra baksaydım, belki de, ufku ve kıyıları olmayan, yeni bir ufka açıldığı gibi geleceğin resmine de yeni bir ufuk açan bir soyutluk görecektim.

***

Peki, Monet yaşı ilerlediği dönemde kataraktlı olmasaydı daha yetkin resimler mi yapardı? Göz hekimleri ve bu alanın uzmanları elbette çok çeşitli bilimsel yorumlar getiriyorlar. Ama bu sorumun bugün bir geçerliliği olduğunu sanmıyorum. Kataraktlı Monet kuşkusuz yıllarca ışıkla ve renklerle boğuşup durmuştu. Belki renkleri yeterince algılayamıyor ya da farklı algılıyordu, ama her şeye karşın Monet gibi bir ressamın olağanüstü bir hayal gözü ve renk belleği vardı; bana kalırsa, Giverny’deki havuzda yüzen nilüferlerin ölümsüzlüğünü de o hayal gözüne ve renk belleğine borçluyuz. Bunu en iyi bilen de, Clemenceau’ydu sanırım. Kırk yıllık dostunun tabutunun üstüne siyah bir örtü serildiğini görünce, “Hayır! Monet’ye siyah yakışmaz! Siyah bir renk değildir!” diye bağırmış, tabutun üstüne cezayirmenekşesi ve ortanca renklerinde bir örtü örtmüştü.

Celal Üster kimdir?

Celal Üster, İngiliz Erkek Lisesi ve Robert Academy'yi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğrenim gördü. 1983'te George Thomson'ın Tarihöncesi Ege adlı yapıtının çevirisiyle Yazko Çeviri dergisinin Azra Erhat Çeviri Ödülü'ne değer görüldü. Aralarında Yeni Dergi, Aries, Sözcükler ve Notos'un da bulunduğu birçok dergide çevirileri yayımlandı.

Belgelerle Türk Eczacılığı, National Geographic Fotoğraflarıyla İstanbul, Metropolis: Ana Tanrıça Kenti, Unforgettable/Unutulmaz Dizisi, Ortak Kültürel Miras: Birlik İçinde Çokluk gibi kitapları yayına hazırladı.

Uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi Kültür Editörlüğü'nü, ilk yayımlandığı yıllarda Cumhuriyet Kitap'ın, 1996-2005 arasında P Dünya Sanatı Dergisi'nin, 2003-2008 arasında Can Yayınları'nın yayın yönetmenliğini üstlendi. “Yeryüzü Kitaplığı” yazılarını Radikal Kitap'tan sonra Cumhuriyet Kitap'ta sürdürdü.

Robert Louis StevensonH. G. Wells, Jaroslav HašekJames JoyceLiam O'FlahertyGeorge OrwellJuan RulfoIris MurdochRoald DahlJorge Luis BorgesJohn Berger gibi yazarların yapıtlarının yanı sıra Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'su ve Lenin'in Devlet ve Devrim'i gibi Marksist klasikleri dilimize kazandırdı.

Ünlü yazarlardan özlü sözleri Sözün Özü, eski ozanlardan aşk şiirlerini Aşk Olsun! adlı kitaplarda bir araya getirdi. İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları adlı bir antoloji hazırladı. Körün Taşı ve Bir 'Çevirgen'in Notları adlı kitapları yayımlandı.

Yazarın Diğer Yazıları

Futbolun içinde var bunlar…

Son yıllarda Türk futbolunda yaşanan düzeysizlik belki hiçbir dönemde yaşanmamıştı. Pek çok alan gibi futbol da iktidarın ellerinde yerlerde sürünüyor

Kendi yurdunda sürgün

Elli yıldan fazla bir zaman önce Robert Kolej'de çıkardığımız İzlerimiz dergisinin sayfalarında geziniyorum. Filistin direniş edebiyatının şiir ustaları Mahmud Derviş, Tevfik Zeyyad, Semih el-Kasım'ın dizeleri arasında bir umut yolculuğu…

Yayıncılığın önündeki en büyük engel

Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Kenan Kocatürk, yayıncılığın kamu hizmeti olarak görülmesi gerektiğini vurguluyor. Kocatürk, yaratıcılar diye nitelediği yazarlar ve çevirmenlerden en fazla yüzde 10 vergi alınmasını ya da hiç alınmamasını savunuyor.