02 Temmuz 2017

Mutluluk, Requiem ve denize tüküren insanların arasındaki o güzel kadın

'Mutluluk ile arzu birlikte olamazlar', değil mi usta? Hangisinden vazgeçmeliydi? Cevap için çok mu geç oldu?

Dün en çok aldığım dilek “mutluluk” oldu.

Demek hayatta en önemli ve en iyi şey bu: Mutlu olmak!

Ukalalık yapasım vardı, ama galiba “efendi” gibi görünüp teşekkür etmek bu tür ortamlar için daha uygundu.

Oysa Voltaire’in sözü kafamda çiviliydi:

“Mutluluk sadece bir hayaldir, felâket ise gerçeklik.”

Ya da daha bir “hinlik” yaparak bir Yunan filozofunun (Epiktetos) bıçak gibi keskin cümlesinin ardına sığınabilirdim:

“Mutluluk ile arzu birlikte olamazlar.”

Arzulardan arınamadığıma göre, güzel dileklerin uzandığı yol bir yerde mutlaka tıkanacak…

*             *             *

Dileklerin ve konuşmaların hedefinde bulunduğum zamanlar çabuk yorulup kaçıyorum.

İşte arabamı az insanlı (insansızını bulmak şu sıralarda zor) bir sahile çektim.

Radyomdaki müziği iyice açtım.

Beethoven’in Ay Işığı Sonatı. Piyanodan yayılan her bir notayla gökyüzüne yükseliyorsun sanki.

Aklıma gelen şey beni gülümsetiyor: Lenin’in en sevdiği bestelerden biriymiş bu.

30-40 yıl öncesinde hayatımda ne kadar çok Lenin vardı…

O zaman hemen her konuda hazır cevaplarla yaşardım. “Mutluluk” anlayışım da netti: “Sınıf mücadelesine maksimum katkı yapmak…”

Aşağı yukarı bir 15 yıl “o tür bir mutluluğa” yürüdüm.

Kendimi en mutlu hissettiğim anları siz sorsanız, ben de söylesem, eski yoldaşlarımın afarozuna uğrayabilirim bir kez daha.

Kendi kendime gülüyorum tekrar, sahil yakınlarında pusu kurmuş gibi duran arabamın içinde.

Aklıma benden de yaşlı olan bir romandan sevdiğim bir alıntı geliyor:

“Biz mutlu olmak için, yalan söylemek zorundayız. Oysa yalan söylediğimiz vakit, gerçek mutluluğu duymaktan çok, işlerini yoluna koymuş bir esnafın aşağılık keyfini hissederiz.” (Sokaktaki Adam, Attilâ İlhan)

*             *             *

Hava çok sıcak.

Gürültülü bir kalabalık, çekirge sürüsü gibi plajı ve denizin karaya yakın bölümünü işgal etmiş.

Gerçek deniz, galiba onların gürültüsünün bittiği yerde başlıyor ve insansız harikulade!..

Bu arada müzik değişmiş, keman piyanoyu bastırmış durumda. Vivaldi’nin Dört Mevsimi’nden Yaz’ı dinliyorum. “Kış daha iyi olmaz mıydı şimdi” diye huysuzluk ediyorum kendi kendime.

Yanımdan hızla geçerek plajda yer kapmaya koşan aile, saniyelerle sınırlı o daracık zamanda arabamın içine ve bana öyle dikkatle bakıyorlar ki, huysuzluğum artıyor.

İnsanın hiç tanımadığı birini durup dururken bu kadar merak etmesi, acaba kendi hayatının çok renksiz olduğunu mu gösteriyor, diye düşünüyorum.

Onların peşinden bakarken biraz ilerde çok düzgün bir karaltı görüyorum. Güneşi arkasına aldığı için kolayca seçilmiyor. Ama seçilebildiği ölçüde kendi başına güneşle rekabet edebilecek biri.

Kusursuz görünen vücuda sahip bir kadın. Tek başına. Ve sanki çevresindeki tüm insanları gereksizleştirerek denizle özel bir diyalog içine girmiş. Bazen kıyıdaki kayalara oturuyor, bazen de uzun bacaklarının altına özenli ince bileklerle ulanmış biçimli ayaklarıyla hafifçe suyu dövüyor.

“Yok, Kış değil, Bahar mevsiminin notalarını dinleme zamanı şimdi” diye az önceki fikrimden anında çark ediyorum.

*             *             *

Sahilin bana en yakın bölümünde bir karı koca birbirleriyle ölümüne tartışıyor. Gözlerinde birikmiş nefrete bakılırsa, aralarındaki anlaşmazlığın temelleri çok derinlere uzanıyor.

Yine bir ukalalık yaparak onlara önceki günkü gazetelerden bir haberi, “ülkemizde son 10 yılda boşanma davalarında yüzde 82 artış olduğunu” müjdelemek istiyorum.

Ama olmaz ki!.. “Aile kurumu kutsaldır.” Yalan bataklığının içinde bile olsa…

Onların az ilerisindeki erkekler çok ciddi ve önemli yüz ifadeleriyle bir şeyler konuşuyorlar. Ardından ağızlar daha geniş açılmaya, kaşlar çatılmaya başlıyor.

Güzelim müziğin sesini kısarak camı açıyorum. Az önce başkalarında kınadığım dedikoducu bir merak dürtüsüyle onları duymaya çalışıyorum.

Ah, evet, tabii ki!.. Siyaset konuşuyorlar.

Giderek sinirler geriliyor, sesler yükseliyor.

İşte bizim memleketimiz, diyorum, camı kapatıp tekrar müziğin sesini açarken. Onca güzel doğanın yanı başında, hatta göbeğinde mutsuzluk ve kavga için büyük bir yaratıcılık sergileyebiliriz hepimiz.

Adamlar birbirine parmak sallamaya başlıyor. Hepsi kendi haklılığından emin. Hava sıcak. Rüzgâr yok. Ama egoların yelkeni kısa sürede şişiveriyor.

Arabadan fırlayarak onlara “hiçbiriniz sandığınız kadar önemli değilsiniz” diye haykırmak geliyor içimden.

Milyonlarca yıllık evrende çok kısa bir süre için ortaya çıkıp kaybolurken kendimizi her fırsatta abartmaya ne kadar da meraklıyız.

Yine şu “mutluluk” konusunu hatırlıyorum.

“Bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamak ne büyük mutluluktur.” demiş Kafka.

Sonuçta hepimiz - neredeyse - bir hiçiz!

*             *             *

Kafka dedim de… Sahi, öylesine büyük bir yetenek, neden öldüğünde tüm eserlerinin yakılmasını istedi? Hayatın anlam(sızlığ)ını mı çözdü? Bizim bilmediğimiz bir şey mi öğrendi?

Ya kadınlarla ilişkileri neden bu kadar gitgelliydi? Bir taraftan onları şiddetle arzular, diğer taraftan neredeyse onlara dokunmaya bile karşı çıkmaya çabalarken hangi duyguların etkisi altındaydı?

Ya parayla kiraladığı kadınlarla cinsel deneyler yaparken?

Kafka’nın yazmadığı, ama yazsa bizim büyük ilgimizi çekecek neler vardı acaba?

Aklımdan geçenlerin tam burasında (bunda şaşılacak bir şey yok, diyebilirsiniz) az önceki güzel kadını hatırlayarak kafamı telaşla onun bulunduğu yere çeviriyorum.

Şükür ki gitmemiş. Hatta denizle arasına mesafe koyarak benim kendisini daha iyi görebileceğim bir yere gelmiş.

Sanırım yüzü biraz Diana’ya benziyor. Hani şu aptal bir prensle evlenip mutsuz olan prensese, 20 yıl önce mutluluğu ararken aramızdan kopup gidiveren iyi yürekli kıza. (Onunla aynı gün doğduk biz. Yaşasaydı bugün ona da “mutluluk” dileyecekti herkes.)

Sarı saçları çıplak omuzlarına düşerken duru güzelliğine mükemmel bir altın çerçeve oluşturuyor. Beyazlığının bir bölümünü tahrik unsuru olarak kullanan dik göğüsleri sanki kendini ayrı bir kişilik olarak kabul ettirmek istiyor.

Birdenbire benim bulunduğum yere doğru dönüyor. Onunla birlikte yüzlerce kadın bana bakıyor şimdi. Işıltılı bir hayal hızla bana doğru yaklaşıyor.

“Ağzını ağzıma uzattı. Ağzı şaşılacak derecede manalıydı… Dudaklarının önce sınırı çizilmiş, sonra boyanmıştı. Öpüşürken gövdesini bana yasladı, gözlerini yummadı. Ben yummuştum. Onun yummadığını farkedince, canım sıkıldı...” (Sokaktaki Adam, Attilâ İlhan)

Biraz terlediğimi hissediyorum. Çok sıcak, herhalde ondandır...

“Mutluluk ile arzu birlikte olamazlar”, değil mi usta? Hangisinden vazgeçmeliydi? Cevap için çok mu geç oldu?

*             *             *

Şimdi radyodan yükselen müziği hemen herkes tanır: Requiem. Daha ben sormadan “Mozart’ın en önemli eserlerinden biridir” diyecek çok insan vardır mutlaka.

Kafka 40’ında ölmüştü. Mozart ise “yolun yarısı” dediğimiz 35 yaşında.

O ölüme yaklaşırken kim olduğunu bilmediği birilerinden ücretli bir sipariş almıştı. Requiem (yani ölümün ardından, ruhun kurtuluşu için düzenlenen ayinde çalınan müzik), Mozart için görünürde “profesyonel bir iş” idi, ama aslında o, eserini kendi ölümü öncesinde yetiştirme, belki de kendine adama telaşındaydı.

Başaramadı. Başka besteciler tamamladılar.

Ölüm!..

Hayatın son noktası ve bilinemezliğe açılan (belki de tümüyle kapanan) kapısı!

Doğduğumuz andan itibaren hızla yaklaştığımız, ama yaşarken neredeyse hiç düşünmek istemediğimiz en katı gerçek!

Ölümü sürekli olarak hatırlasak neyin önemi kalırdı hayatta?

Siyasetin?

Paranın?

Kavgaların?

Az önceki kadın bir kuğu gibi süzülerek denizin kenarına gidiyor yine.

Ölüm onu da anlamsız yapabilir mi acaba, diye soruyorum kendi kendime.

Cevap veremiyorum. O anda beni kızdıran bir şey oluyor.

Plaj zaten neredeyse çöplüğe döndürülmüş durumda. Şimdi de birileri sözüm ona oyun oynar gibi plastik şişeleri denize fırlatıyor. Çöp atanlar, sümkürenler gırla…

Bu şu anda benim gördüğüm. Görmediğim daha ne pislikler bırakıyorlardır kim bilir denize.

Sevmiyorum bu insanları!

Sev - mi - yo - rum!

“Hergele yeniden denize tükürdü. Benim işte böyle antika bir tarafım var; biri denize tükürdü mü, içerlerim. Diyeceksin ki Allah’ın denizi, isteyen tükürür isteyen tutar ortasına işer. İşesin birader, işesin. Ama düşün, deniz bu, onun üstündeyiz, sabah akşam, yaz kış, daima onun içindeyiz; istese, yani kafası kızsa diyorum, bizi batırması oyuncak onun için!

- Bak, dedim, Selim! Denize tükürme.

Gözleri camdanmış gibi suratıma baktı:

- Neden?

- Nedeni mi var ulan? Tükürme işte!..” (Sokaktaki Adam, Attilâ İlhan)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Güzellik ve hüzün, bir ülke ve bir kadın…

Bunca güzelliğin mutluluk verememesi ne kadar acı. Bir kadın için de... Bir ülke için de...

Sahi, şu anda kim iktidar kim muhalefet?

En son ne zaman o farklı insanlardan tek bir tanesini kazanmayı başarabildiniz?

Ne şarkılara pranga vurulabilir ne de anılara

Bazen bir müzik, bazen bir koku, bazen bir söz, bazen de bir görüntü aniden insanın içini sızlatır, canını yakar